Karl Ove Knausgaard'ın Kavgam serisinin üçüncü kitabı Çocukluk Adası 1 Kasım'da Monokl Edebiyat etiketiyle yayımlanacak. K24 okurları için kitaptan tadımlık bir bölüm paylaşıyoruz...
Çocukluğum denen bu kuyunun dibinde kuşkusuz o, annem, anneciğim vardı. Tüm yemekleri hazırlayan, akşamları mutfakta bizi çevresine toplayan oydu. Giysilerimizi alan, ören, diken oydu; eskiyince yamayan da oydu. Düşüp dizimizi incittiğimizde yara bandı getiren oydu, köprücük kemiğimi kırdığımda beni hastaneye ve daha az kahramanlık gösterip uyuz olduğumda doktora götüren oydu. Küçük bir kızın menenjitten öldüğü sıralarda üşüttüğüm ve biraz da boynum tutulduğu için korkudan aklı başından giden oydu; beni sarıp sarmalayıp arabaya tıkmış, Kokkeplassen’e dek tam gaz giderken gözlerinden kaygı yansıyordu. Bize kitap okuyan oydu, banyo yaparken saçlarımızı yıkayan oydu, pijamalarımızı hazırlayan oydu. Akşamları bizi futbol antrenmanına götüren oydu, veli toplantılarına giden, okul kapanış töreninde veliler arasında oturup fotoğraflarımızı çeken oydu. Daha sonra fotoğrafları albüme yapıştıran oydu. Doğum günlerimizde pasta, Noel’de börek, perhizde çörek yapan oydu.
Annelerin oğulları için yaptığı ne varsa yaptı bizim için. Hastalanıp ateşlenerek yatağa düştüğümde gelip alnıma ıslak bez koyan oydu, ateşimi ölçmek için kıçıma termometre sokan oydu; su, meyve suyu, üzüm, kurabiye getiren oydu, uykusundan kalkıp nasıl olduğuma bakmak için geceliğiyle yanıma gelen oydu.
Her zaman oradaydı, biliyorum, ancak anımsayamıyorum.
Bana kitap okuduğuyla ilgili hiçbir anım yok, dizlerime yara bandı yapıştırmasını, okulun kapanış törenine gelmesini anımsayamıyorum.
Nasıl olabilir bu?
Beni kurtarmıştı, çünkü o olmasaydı çocukluğum babamla tek başıma geçerdi ve er ya da geç şu veya bu şekilde canıma kıyardım. Ama annem oradaydı, babamın karanlığını dengeliyordu; şimdi yaşıyorum ve yaşarken mutlu olmamamın çocukluğumdaki dengeyle bir ilgisi yok. Yaşıyorum, kendi çocuklarım var, onlarla ilgili temelde ulaşmaya çalıştığım tek başarı da babalarından korkmamalarını sağlamak.
Korkmuyorlar. Bunu biliyorum.
Yanlarına geldiğimde kasılmıyor, yere bakmıyor, fırsatını bulur bulmaz kaçmıyorlar, hayır, bana bakıyorlar ve bu kayıtsız bir bakış, öte yandan birilerinin beni umursamamasına sevineceksem onların umursamamasına sevinirim. Birileri değerimi bilmediği için sevineceksem onlar değerimi bilmediği için sevinirim. Kendileri kırk yaşına geldiklerinde benim onca zaman yanlarında olduğumu büsbütün unuturlarsa eğilerek selamlar, sahneden çekilirim...
*
Bir öğleden sonrada, deniz yatağına uzanmış yüzüyordum, birdenbire kabaran dalgalar beni kaldırıp suya attı. Bir taş gibi battım. Derinlik üç metre vardı. Kollarımı, bacaklarımı sallayarak dehşet içinde bağırdım, su yutunca korkum arttı; ama toplamda yirmi saniyeden çok sürmemişti, çünkü babam olan biteni görmüştü. Suya atlayıp beni kıyıya çekti. Biraz su kustum, biraz üşüdüm, ardından eve döndük. Tehlikeli değildi, bende bir iz bırakmamıştı, ama eve döndüğümde yokuşu çıkıp olanları bir an önce Geir’e anlatma arzusuyla dolup taşıyordum; dünya, üzerinde yürüdüğüm bir şeydi, yüce dağlarla yükselse, derin vadilerle bölünse de hiçbir şey geçirmeyen, sağlam, içine batılmayan bir yerdi. Böyle olduğunu biliyordum elbette, ama yalnızca yüzeyde yürüyüp durduğumuzu hiç hissetmemiştim daha önce.
Bu olaya ve küçük koyda yüzerken arada sırada kapıldığım huzursuzluğa karşın denize gitmeyi hep dört gözle beklerdim. Yngve’nin yanında bir havluda oturmak, büyük gemilerin saatin yelkovanı gibi usulca ilerlediği ufka dek uzanan açık mavi denizi veya Torungen’de masmavi gökyüzünde keskin beyazlıklarıyla ışıldayan deniz fenerlerini izlemek; bundan daha iyisi yoktu. Kırmızı kareli buz kutusundan gazoz içmek, kurabiye yemek, kayalığın kenarına giden bronz tenli, kaslı babamın bir an sonra iki metre aşağısındaki denize atlamasını izlemek. Yüzeye çıkınca başını sallayıp gözlerinin üzerine düşen saçları geri atması, çevresinde suların köpürmesi, ağır ve yavaş kulaçlarla dalgalarda bata çıka kıyıya gelirken gözlerine yerleşen o ender mutluluk. Veya biraz ilerideki kayalıklarda yer alan iki subatana gitmek –birisi bir adam boyu derinlikteydi, içindeki kayada aşağı doğru belirgin sarmal izleri uzanıyordu, tuzlu suyla doluydu, deniz bitkileriyle örtülüydü, dibinde iri yosunlar vardı; öbürü ise o kadar derin değildi, ama güzellikte eksik kalır yanı yoktu– ya da kayalıklardaki çukurlarda oluşan sığ, aşırı tuzlu ve sıcak birikintilere gidip yalnızca fırtınalarda yenilenen suyun üzerinde yüzen minik, kıvıl kıvıl böcekleri, dibini kaplayan sarı, yapışkan görünüşlü yosunları görmek...
*
Zaman asla çocukluktaki kadar hızlı geçmez, bir saat başka hiçbir zaman o denli kısa gelmez. Her şey açıktır, sağa sola koştur, şunu bunu yap ve bir bakmışsın güneş batmış, alaca karanlıkta kalakalmışsın, zaman bir set gibi çekilmiş önüne; hayır olamaz, saat dokuz mu olmuş? Fakat zaman asla çocukluktaki kadar yavaş da geçmez, bir saat, başka hiçbir zaman o denli uzun gelmez. Açıklık ortadan kalkınca sağa sola koşamazsın, hem düşüncelerin hem de gerçekliğin önüne her dakika bir set çekilir, zaman, içine kapatıldığın bir hücreye dönüşür. Gideceği yere varmayı iple çeken bir çocuk açısından, avucunun içi gibi bildiği bir yolda bir saat boyunca arabaya kapatılmaktan daha kötüsü var mıdır? Hem de sigara içen iki ebeveynin duman altı yaptığı küçücük arabada, arkadaki çocuk her kımıldadığında dizi şoför koltuğuna çarptığı için ona kızan bir babayla?..