Yazarı imlâsıyla ölçmek yazını bilmemektir. Bir yazarın kendi dilinde kendi sesini bulmuş olması yeterlidir, yazımsal sorunlar daha çok yayıncıların, düzeltmenlerin alanına girer
10 Kasım 2016 14:13
Yazım birliği sağlamanın, bir yazım geleneği oluşturmanın biricik yolu, bugüne dek söylenegeldiği gibi, bir Yazım Kılavuzu’nun olması mıdır, emin değilim. Yazım kılavuzu tek bile olsa dili yaratanların, yazını var eden yazarların seçimlerinin belirleyici olduğu kanaatindeyim.
Yazarı imlâsıyla ölçmek yazını bilmemektir. Yazım kurallarına bağlı, bu konuda aşırı özenli, belirli tutumları olan yazarlarla böyle olmayan yazarları karşılaştırmak yazınsal nitelikleri, değerleri konusunda bize bir şey söylemez. Bir yazarın kendi dilinde kendi sesini bulmuş olması yeterlidir, yazımsal sorunlar daha çok yayıncıların, düzeltmenlerin alanına girer.
Yayıncı/ düzeltmen metni bir yazım kılavuzuna uygun bir biçimde düzeltir ama bu yazara rağmen olacak bir iş değildir. Yazarın yarattığı incelikleri yok edecek tarzda bir düzeltme/ düzleme yapılamaz. Diline, üslubuna, tarzına, süregelen yazım biçimine aykırı düzeltmeler yazara müdahaledir. Yazarın tutarsızlıklarını ortaya çıkarma, özgün tutumlarını güçlendirme, yazım karmaşasını giderme yönünde metne katkı sağlamaktır yayıncının görevi. Ne kadar dikkatli, dil konusunda yetkin de olsa, her yazar yanılgılara düşer; dilin, yazımın tuzaklarına takılır.
Yazım kurallarının yazarlar, yayıncılar, bazen okurlar nezdinde bir cepheleşme yaratmasından kaçınmalı. Lügatle güreşmeye kalkanlar, başkalarını imlâya getirmeye çalışanlar olmadık yerde olmadık çukurlara düşerler. Bilgiyle, tartışmayla, akıl mantık yoluyla varılacak noktalarda uzlaşmaktır doğrusu. Bazen kılavuz bellediğimiz yazım kitaplarında bile düzeltme yapabildiğimize göre, kılavuzların hataları, tutarsızlıkları da başlı başına bir konudur.
Türkçedeki yazım sorunlarının pek çok nedeni var. 12 Eylül TDK’sının yarattığı dil kargaşası varılmış uzlaşmaları, gelenekleşme yolundaki uygulamaları ortadan kaldırdı. TDK’nın gücü, güvenirliği, itibarı sarsıldı. Üstüne de bilgisizlikler, bilinçsizlikler, ideolojik bağnazlıklar eklenince Türkçenin imlâsı kaçtı. Bir yanda eski TDK’nın temsilcisi Ömer Asım Aksoy, bir yanda yeni TDK’nın kılavuzcusu Hasan Eren, öte yanda Tercüman gazetesi imlâcısı Mertol Tulum, beri yanda Nijat Özön vs. Her kesim kendi sözlüğünü, imlâsını kullanınca bir anlamda dilsel mezhepler oluştu.
Bugün artık bilgisayarın olduğu yerde tıpkı basılı ansiklopediler, sözlükler gibi basılı kılavuzların da pabucu dama atıldı. Bilgisayardaki yazım programının kılavuzluğunda metinler üretiliyor. Program hangi sözcüğün altını çizip ne öneriyorsa onu uygulayan, yazım sorunlarıyla ilgilenmeyen bir kuşak var. Öte yandan bilgisayara yabancılıkları nedeniyle eski kuşakların da yazım biçimleri bozuldu. Şapkalar bilgisayar vestiyerinde. Dolayısıyla kuşaklar arası ayrışmaların altı çizilmeli. 1940’lar, 60’lar, 80’ler, 2000’ler dediğimizde birbirinden epeyce farklı yazım biçimlerini anlamalıyız. Her yazar kendi kuşağının, yazmaya başladığı dönemin kılavuzlarının, kurallarının sürdürücüsüdür bir bakıma. Bazıları yazımlarını ilelebet korumaya, bazıları da yeni kurallara uymaya, imlâsını güncellemeye çalışır.
Bir kuşağın dil anlayışını, yazım biçimini sadece sözlüklerle kılavuzlar değil, belki daha fazla yazarlar etkiler. Bu anlamda bir Nurullah Ataç, bir Nâzım Hikmet, bir Aziz Nesin, bir Yaşar Kemal’in alıştırdığı, yaygınlaştırdığı yazımlar olmuştur. Özellikle genç yazarların, diline özendiği, yazım seçimlerini benimsediği yazarlardır bunlar.
Mesleki yayınlardaki terimlerin yazımı yahut yerel söyleyişlerin etkisi kadar, dilcilerin “aktarma” dediği, yabancı kökenli sözcüklerin Türkçeleşme süreci de yazım sorunlarının bir parçası. Bu sorun, Türkçenin yazımındaki sesçillik esasına rağmen sürüyor.
Yazım çatallanmalarının bir başka nedeni ise başka dillerin yazım kurallarının Türkçeye uyarlanmasıdır. Arap-Fars dillerini bilenler başka, Fransızca, Almanca, İngilizce eğitimi almışlar başka yazım eğilimlerini temsil ederler. Türkçe nasıl başka dillerin etkisiyle bozuma uğruyorsa yazım da aynı bozumdan nasibini alıyor. İkinci dili olanlar genellikle yabancı dillerinin gramer/ yazım bilgisi kadar anadillerinde bilgiye sahip değiller. Öte yandan, Türkçedeki Arap-Fars kökenli sözcüklerin miktarı bir hayli. Dolayısıyla Arap harflerini bilenler, eski harfli yazıyı okuyabilenler Türkçeleşmiş sözcükleri bile yabancı sözcükmüş gibi çevriyazı noktalamasıyla yazabiliyorlar. Sonuçta çevriharf (transliterasyon), çevriyazı (transkripsiyon) alışkanlıkları Türkçe yazımı etkiliyor.
1932’de Yeni Yazım Kurultayı’nın hazırladığı İmlâ Lügâti’nden bugünlere, gerek yenilenen TDK kılavuzlarında gerekse öbür kılavuzlarda, yazım sorunlarının iki başlıkta düğümlendiği görülüyor: Şapka imiyle bitişik/ ayrı yazılan sözcükler… Ben, şapka konusunda Ömer Asım Aksoy’un yaklaşımını tutarlı buluyorum. Ona göre esasında pek çok şapka atılabilir, hala dahil. Aksoy, şapka koymadan da inceltmeli, uzatmalı harflerin şapkalıymış gibi doğru okunabilmesi gerektiğini savunuyor. Eskilerin siyâk u sibak (bağlam, kontekst) dedikleri, anlamın gelişine uygun bir biçimde sözcüğü doğru okuyabilmeliyiz, diyor. Doğru ses kulaktan öğrenme yoluyla çıkarılmalıdır, diyor. Şapkanın sorunları çözmediği, tersine inceltmeyle uzatmanın (lâik sözcüğündeki gibi) karıştırılmasına yol açtığı görüşünü ileri sürüyor.
Sık rastlanan sorunlardan biri de –ki bağlacının ayrı/ bitişik olduğu sözcükler. Halbuki, mademki, oysaki gibi bitişik yazıldığı örnekler hep kafa karışıklığı yaratır da sanki yaratmaz.
Yine, son virgülün yerine “ve” koymadan edemeyenler ve’sizlere dayanamaz. Bir zamanların üslupçu yazarları sayesinde “ve” büyük klişelerdendi ama Ataç’tan sonra onun da tahtı devrildi. Konuşma diline yaklaşan, kısa, yalın cümlelerden oluşan ve’siz metinlerin hafifliği, diriliği sonraki kuşakları etkiledi.
Noktalama imlerinin aşırı kullanıldığı, sıklıkla hatalı kullanıldığı yaygın bir görüş. Gerçekten de, yayıncı olarak, söz dizimiyle, başka sözcüklerle, yani yazıyla ifade edilmesi, vurgulanması gereken yerde noktalama imlerine adeta sığınıldığını, noktalamanın gücünün abartıldığını görüyorum. Neredeyse, acil durum butonlarının üstündeki uyarıyı bu imlerin üstüne de yapıştırmalı, diyesim geliyor: “Gereksiz yere kullananlar cezalandırılır.”
Noktalama imleriyle dolu bir metin, bir yazı acemisiyle karşı karşıya olduğum kuşkusu uyandırıyor bende, dile getirmede bir yetersizlik, bir ifade güçlüğüne karşılık geliyor. Bu noktada, B. Toven’in, Noktalama kitabında bazı hoş açıklamalar vardır:
“Virgül de, noktalı virgül de birçok hallerde muharririn, muhtelif cümlelerde ifade ettiği fikrin yakından veya uzaktan birbirlerile münasebetleri hakkındaki düşüncesine, kararına ve duygusuna bağlıdır. Sözün kısası, biraz da keyif ve zevk meselesidir.”
“Üç nokta: Söylenmesi arzu edilmeyen veya anlaşılması okuyanın takdirine bırakılan bazı sözlerin yerini tutar. Eskiden buna nikat-ı takdiriyye derlerdi.”
“Tırnak işareti: Bazı gülünç veya çirkin takma isimler, külhanbeyi ağzı lakırdılar tırnak işareti içine alınır. Maksat, yazanın bu gibi kelimeleri adiliklerini bile bile kullandığını anlatmak, okuyandan af dilemektir.”
Gerek yazarken, gerek editörlük yaparken türlü türlü yöntemler uyguluyorum. Öykü yazarken kullandığım bazı yazım biçimlerini çalıştığım yayınevinde kullanmıyorum. Yazı masamda çeyrek asırdır Ömer Asım Aksoy’un Ana Yazım Kılavuzu (1987) durur, oysa yayınevindeki masalarda Nijat Özön’ün Büyük Yazım Kılavuzu (1997) elden ele paralanır. Öte yandan kitaplarımı yayımlayan yayınevinin bana önerdiği yazım biçimleri arasında benimsediklerim, benimsemediklerim var. Bir yazın metniyle bir akademik metin arasında yazım farkları olur, editörü olduğum Kitap-lık dergisinde bunları gözetir, yazarların varsa özgün yazımlarını elden geldiğince korumaya çalışırım. Ne kendi yazımımı ne de yayınevinin yazımını kimseye dayatmam. Ancak uyarıya, öneriye gereksinim duyanlara yardımcı olmak elbette bir editörlük görevidir.
Diyeceğim, yazım farklılıklarından, yazım kılavuzlarının sayısından, yazım hatalarının fazlalığından yakınmayı bıraktım artık. Yazarların zapturapt altına alınmasına, hele hele dilde, biçemde yenilikler, arayışlar içinde olan yazarların önüne yazım kılavuzu fırlatmaya tevessül etmiyorum. Bazı hatalı yazımların bazı yazarların biçeminin parçası olabileceğini hiç aklımdan çıkarmadan bütün yazım kılavuzlarıyla, sözlüklerle ilgileniyor, kendi Türkçemi, dil zevkimi göreceli kurallara kurban vermemeye özen gösteriyorum. Yazarların, yayıncıların işi dilin zenginleşmesinin önünü açmaktır, ötesi eğitimcilerin, dil uzmanlarının akademik tartışmalarıdır.
Şunu unutmayalım, bir yazım kılavuzunda anlaşılmış olunsa bile o kılavuz günden güne, kuşaktan kuşağa yenilenmek, güncellenmek zorunda. Dilciler bilir ki kılavuzlar, eklemelerle, çıkarmalarla, kesinleştirmelerle, tutarlılıkla; uygulamada çıkacak sorunların üstesinden gelecek yöntemlerle; kolay anlaşılır ilkelerle, rahat benimsenir kurallarla; farklı eğilimlerin, kamuoyu desteğinin gözetilmesiyle; uzman görüşlerin, konuyla yakından ilgili kesimlerin, geniş toplulukların düşüncelerine, yargılarına olabildiğince dayanılarak hazırlanır. Kural-uygulama ilişkilerine dikkat edilerek; ileride ortaya çıkabilecek tartışmalar, öneriler önceden saptanarak; ikilemler, duraksatmalar, kargaşalar yaratacak kullanımlardan kaçınılarak; en önemlisi de kazanımlar gözetilerek hazırlanır.
Böyle hazırlanmış kılavuzlar el altında dursunlar, o ayrı, biz yazarlarımızı el üstünde tutalım.