Yürümek... Ayhan Geçgin'le, Joshua Ferris'le, Werner Herzog'la yürümek... Bazen bir bilinmeze, bazen buzun üzerinde, sokakta, zihinde, rüyada yürümek üzerine bir deneme...
19 Mayıs 2016 13:55
Ben çimenlere yaslamışım ömrümü
Birhan Keskin, Çimenlerin efendisi
Bir umut, bir dilek, bir özlemdir yürümek. Bacaklarda, ayaklarda bazen sessiz bazen gümbür gümbür bir istek. Dünyayı sürdürmek, sürümek, sürmek.
Gitmesi olan dönmesi olmayan bir yoldur bazen yürümek. Hüsranla ve tatminle ilintilidir basbayağı alıp başını gitmek. Yaşanmayan ya da belli kısıtlamalar içine tıkılan hayata kafa tutmak yahut boyun eğmek. Çok vahim bir durumun tek çözümünü, hatta kaçınmamız gereken bir ayartıyı temsil ettiğinden1 deliliktir bazen yürümek. Otlar, topraklar, çiçekler, asfaltlar, binalar, buzlar arasında bir yalnızlık.
Üstüne su üstüne dağ2
Gövdenin durup durup çekilmesidir yürümek. Bir kahır, bir zulüm. Yahut düpedüz sağaltıcı, sere serpe karanlığı, bunaltıyı silkeleyici bir dürtü.
Fakat, her ne kadar aslen “iki nokta arasında düşünmeden yapılan bir ulaşım hareketi”3 olsa da, “her şeyden önce duygusal bir öykü, bedensel bir deneyimdir”4 yürümek. “Yürüme sayesinde bedenimizde ve dünyada var olur ancak onlar tarafından meşgul edilmeyiz,”5 der Rebecca Solnit.
Özellikle yakın dönem edebiyatımızda yürüyüşle var olan, yaşamın peşine yürüyüşle düşen karakterler yaratan Ayhan Geçgin’in eserlerinde, anlatıcı bilmese ya da hatırlamasa da sebebini, yapılabilecek tek şeydir yürümek. Sorunun kendisi olduğu kadar çözümüdür de ayaklara kulak vermek. İnsanı “bir kabuk gibi sınırlayan gövdeden çıkmak için gövdeyi zorlamak.” Hayata “süreğen bir gölge” olarak tutunmak ve hayattan ancak bu şekilde silinebilmek.
Gitmektir Geçgin’in kahramanlarının içinden yükselen, sökülen, dökülen ve nihayetinde bir cümle haline gelen sözcük. “Ev özlenen sıla değildir” Geçgin romanlarında.
Bir “kent yürüyüşü” olan, duyum ve duyularla süslenen Kenarda’nın kahramanı “günü geceye, geceyi güne taşıyarak, ayakları altında dönen boşluğu çevirerek, işsiz, bütünüyle güçsüz” dolanıp durur. Gövdesini rüzgâra karışan kum taneleri misali oradan oraya taşır. Nedeni olsun olmasın, bir kez ruha kök saldıktan sonra yürümek ve gitmek, mümkün değildir artık durmak. Böylece kokular, renkler ve seslerle, kentle yürür adımların sahibi. “Yamalar gibi kendine yapışarak büyüyen, kendi üzerine eklenen, kendi üzerine yığılan, kendi kenarına biriken kent” insanın dışında değil, içindedir çünkü; “gözlerinin, kulaklarının ve öteki duyularının içindedir."6 Ondandır insanın burnuna gelen deri fabrikalarının kokusu, kulağa dolan trafiğin çığlıkları, gözlere yansıyan pavyon ışıkları, herkesin acelesi olan bir diyarda adımların keyfi ritminin yürekte çarpması, ondandır “kalabalıkların göğse saplanması.” Sahiplenilen yahut büsbütün yadsınan, insana yüzlerden ve binalardan oluşan bir orman sunan, kişiyi görülebilir olmaya mahkûm eden kent ancak bu şekilde, atılan adımlarla, var olabilir ya da yokluğa itilebilir. Zira yürümek yaşama olduğu kadar unutma arzusunu da içinde barındırır. Geçgin, bu kez “kent dışına” adımlanan bir yolu kaleme aldığı Uzun Yürüyüş’te bunu bir basamak ileri götürerek kahramanın “insan olduğunu unutma” arzusu beslediğini dillendirir. Mümkündür çünkü yürüyerek “geçmişi ve zamanı hareket ettirmek.” Canlıdır çünkü yol. “Yere kazınmış bir bellektir.” 7 Müşterek bir yalnızlıkla yaratılan bu belleği, ardında bir yenisinin arayışıyla belki, silmektir Uzun Yürüyüş’ün niyeti çünkü kendine bir yer aramak, kendinin farkına varmaktır, hatta en geniş anlamıyla bir farkındalık halidir yürümek; kendini ifade etme biçimidir: “İnsan çoğu zaman kendi dışına atıldıktan sonra yeni bir çekim merkezi bulabilmek için yürür,” 8 der David le Breton. Solnit ise, “Tek başına yürüyen kişi, yaşamın hem içinde hem de dışındadır; çevresine bir işçi, yerleşik biri, bir grubun üyesi gibi bağlanmaktansa, bir gezgin gibi mesafeli durandır,” der ve bunu, “Yalnızca yürürken derin düşüncelere dalabiliyorum,” diyen Jean-Jacques Rousseau üzerinden açıklar: “Yürüme Rousseau’nun tercih ettiği varoluş biçimidir çünkü yürürken düşüncelere ve hayallere dalıp gidebiliyor, kendi kendine yetebiliyor ve dolayısıyla ona ihanet ettiğini düşündüğü bu dünyada hayatta kalabiliyordur.” 9
Ne yalnız Geçgin’in kahramanlarıdır bu dünyada yürüyerek hayatta kalabilenler ne de yalnız Rousseau’dur filozoflar arasından yürümeye sığınan; Kierkegaard, Thoreau, Kant, Nietzsche ve daha sayısız isim sokaklara adım attığında duyar içlerinde aradıkları sesi.
Dünyanın çevresini birkaç kez kat edebilecek kadar yürüyen pek çokları daha vardır elbet. Onlardan biridir Joshua Ferris’in Bilinmeyen’de kaleme aldığı Tim Farnsworth. Oysa, tıpkı Geçgin’in kahramanlarında olduğu gibi, “görünüşte” onun hayatında da her şey yolundadır. Evlidir, bir kızı vardır. Bağımlısı olduğu bir işi vardır. Sonra bir yürüme nöbetine tutulur. Yürür, yürür ve yürür. Durdurulamaz bir güç tarafından ele geçirilmişçesine yürür. Bir hastalık gibi yürür. Dışarıda bir deniz, bir orman, dışarıda arabalar, binalar, dışarıda kara kış ve sert rüzgârlar. Fark etmez. Her şeyin vazgeçilir olduğuna dair bir işarettir Ferris’te yürümek. İşkolik bir avukatken boyun eğmek zorunda kaldığı bu yürüme marazıyla, Ferris’in kendi tanımıyla, “İşin, ailenin, kimliğin, anlamın, akıl sağlığının bile vazgeçilir olduğunu gösterir bize Tim.” 10 Seçim yapabilmekten aciz bir hale gelir. Yürür, yürür ve yürür. Yorgunluktan baygın düşünceye dek yürür. O esnada nerede olduğunun, ne yaptığının bir önemi yoktur, ayakları bir kez yol ağına dolandığında yaşamın ipini de elinden kaçırır, geriye ise yüzleşmek kalır. Kişisel, hatta yer yer kitlesel bir eşiğin keşfidir bu, çünkü “yürüme, dünyada olmak kadar dünyayı yaratmanın da yöntemlerinden biridir.”11
Yani yürümek, “dünyayı beden aracılığıyla, bedeni de dünya aracılığıyla yeniden keşfetmektir; bedenin, kendisini yeryüzüne göre ölçüp biçmesidir”12 ve bu esnada, özellikle de Bilinmeyen’de tüm yalınlığıyla yüzümüze çarpıldığı üzere, bir tür doğa parçasına dönüşen beden (ve zihin), bazen, bir felaketin eşiğinde sendeleyip durur. Yalpalar, tökezler, düşer, kalkar, eksilir.
Ayak bu
Ama ne ayak ne ayak13
“Yeni anılar, anımsayacak yeni olaylar, sonradan anlatılacak yeni öyküler için yola düşmedim,” dese de Geçgin’in Uzun Yürüyüş’ünün kahramanı, bir söylemdir her yürüyüş, zihni kat etmenin bir yoludur ve Werner Herzog’un Buzda Yürüyüş’ü bunun en iyi örneklerinden biridir: Öte yandan Ferris’te nasıl ki bir hastalıksa yürümek, Herzog’da karşı koymak, başkaldırmaktır kişiyi ölüme taşıyacak bir hastalığa: Alman yapımcı, yazar ve yönetmen Werner Herzog ölümle yürümek üstünden bir anlaşma yapar. Yakın arkadaşı olan sinema eleştirmeni Lotte Eisner’in hastaneye kaldırıldığını, durumunun ağır olduğunu öğrenince Münih’ten Paris’e yürümeye karar verir. Yaya olarak Paris’e ulaştığı takdirde Eisner’in yaşayacağına dair sağlam bir inançla yola koyulur. Yaşamın ve insan bedeninin olanaklarına kafa tutarak ölüme karşı yürür. Yürüyerek ölüme meydan okur. Kararlı adımları altında yer sallanır. Hareket ettiğinde bir bizon hareket eder. Dinlediğinde bir dağ istirahate çekilir. “Derin ayak izleriyle delik deşik” bir kış yürüyüşüdür bu.Güneş ve ayın arasında dümdüz yürürken baldırlarından buhar tüter, “ölü taklidi yapan köyleri” geçer. Herzog’un sinematografik anlatımıyla gözlerin merakını büsbütün tatmin eden ve bir nevi “gezici ibadet biçimini” alan bu yürüme, dünyayla koskoca bir ömrü kapsayan bir uzlaşma yoluna dönüşür.
Yalnızca bir tema değildir yürümek; insanın kendisini gözlere, seslere, kokulara açmasıdır. Güneşe, kara, yağmura, çamura, aya, yıldızlara açmasıdır. Kızgın karanfillere, kuru dallara, buz kesmiş betona dokunmak, yıpranmış deriye, toprağa, göğe, asfalta, çimene, dağa, taşa karışmaktır.
Her şeyin içinden geçmek, coğrafyanın bedenine öykünmektir yürümek. Yürümek kuşlara öykünmektir.