Colson Whitehead’le ırkçılığa odaklanan romanlarını, dünyamızın hâllerini, yazarın sorumluluğunu, içimizdeki kötülüğü, değişen dil tercihlerini, sürü zihniyetinden korunmanın yollarını, zombileri, Toni Morrison’ı, Peter Handke’yi ve başka birkaç şeyi daha konuştuk
28 Kasım 2019 11:00
1969 New York doğumlu, Harvard Üniversitesi mezunu Amerikalı romancı Colson Whitehead’in ilk romanı The Intutionist (Sezgici) yayımlanalı tam yirmi yıl oldu. Gerçi kitapları ABD’de hep ilgi çekiyor, eleştirmenlerden çoğunlukla iyi tepki alıyor, ödüllere aday oluyordu ve 2011’de çıkardığı Bölge Bir romanı da New York Times’ın “en çok satanlar” listesine girmişti ama Whitehead’in edebiyat dünyasında yıldızlaşmasının yolu 2016’da Yeraltı Demiryolu ile açıldı. Pulitzer’i, Ulusal Kitap Ödülü’nü, Arthur Clarke Ödülü’nü ve Andrew Carnegie Madalyası’nı kazanan, Man Booker’ın uzun listesine giren bu roman, kölelik düzenini fantastik bir kurgu yardımıyla anlatıyordu; kölelikle ilgili daha önce ne kadar çok belge, kitap okumuş ne kadar çok film izlemiş olursanız olun, bu romanı okurken bazı şeyleri ilk kez kavradığınız hissine kapılıyordunuz. (1)
Benzer bir şey, Whitehead’in yeni romanı, Amazon tarafından ABD’de "2019’un en iyi yirmi kitabı” listesine alınan Nickel Çocukları için de söylenebilir: yirminci yüzyıldaki kurumsal ırk ayrımcılığı düzenini gerçek bir olaya dayanarak hikâyeleştiren yazar, bize bir yandan siyahları beyazlardan ayıran keskin resmî, fizikî ve ruhsal sınırları anlatırken, bir yandan da zulmün aynasında siyahla beyazın, geçmişle bugünün birbirine karıştığı bir toplumsal portre sunuyor. Siren Yayınları’nın Begüm Kovulmaz’ın titiz Türkçesiyle bize ulaştırdığı Nickel Çocukları, yazarını 2019 yazında “Amerika’nın Hikâye Anlatıcısı” başlığıylaTime dergisinin kapağına taşırken, dünyanın yaşayan edebiyat ikonları arasına da yerleştirmiş oldu.
Bu söyleşiyi (2), Whitehead’le 22 Kasım 2019’da, kendisinin tercihine uygun olarak telefonda gerçekleştirdik. Whitehead’in Manhattan’da, Upper West Side’daki evini aradığımda, İstanbul’da saat 19, New York’ta sabahın 11’iydi. Söyleşimiz Whitehead’in aradaki kahkahaları haricinde hiç kesintisiz elli dakika sürdü. Sorularımı bitirip teşekkür ederken, Whitehead’e Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde yaptıklarımızı da kısaca anlatma fırsatı buldum, kendisini “Misafir Yazar” programımız kapsamında İstanbul’a davet ettim, olumlu cevap verdi, en uygun tarihi belirlemek üzere sözleştik.
Genel bir soruyla başlamak istiyorum: Neden yazıyorsunuz? Ve neden kurmaca yazıyorsunuz?
Başka bir şey yapabilseydim yapardım. Yazmaktan daha kolay işler var hayatta, tabii çok daha zor işler de var. Çalışmanızın iyi gittiği zamanlarda yazmak kadar tatmin edici, yazmak kadar insana mutluluk veren başka bir iş olduğunu bilsem onu yapmayı denerim ama böyle bir iş gelmiyor aklıma; ben de yazıyorum.
Kurmacaya gelince, hikâyeler uydurmayı seviyorum. Yazma isteğim erken yaşlardan beri hep vardı, küçükken çok çizgiroman okurdum, Marvel’ın mizahî çizgiromanlarını, aynı zamanda Stephen King’i ve çokça da bilimkurgu okurdum. Hayatımı bir şeyler uydurarak, mesela robotlar ve vampirler hakkında yazarak kazanmanın iyi bir meslek olabileceğine karar verdim.
Son iki romanınızı okuyunca politik bir saikle yazdığınız da düşünülebilir. Yeraltı Demiryolu ve Nickel Çocukları aralarındaki bütün biçim ve dil farklılığına rağmen birbirini devam ettirdiği hissini veren çok sarsıcı iki ırkçılık anlatısı. Eleştirmenlerin her iki kitap için kullandığı ortak övgü kelimesi “kahredici.” Niye okurları “kahretmek” istediniz?
(Gülüyor…) Kitaplarımın bazıları komedidir, esprilerle doludur; bazıları ise öyle değil. Kitaplarım hayatın birer temsili. Birçok insanın hayatı kısacık bir zaman diliminde, aynı günün içinde, komediden trajediye kayabiliyor; hayatın ve varoluşun bu iki çehresi de bence önemli ve gerçek. Amerikan tarihi ve ırkçılık üzerine peş peşe iki kitap yazmama gelince, aslında ben genellikle farklı tondaki kitapları birbiri ardından yazmayı tercih ediyorum ama 2017’de Yeraltı Demiryolu’ndan sonra anlatmak istediğim hikâyenin Nickel Çocukları olduğuna karar verdim. Yoksa genelde ciddi bir kitabın ardından mizahî bir kitabın gelmesini severim. Bence insanın yazarken kendine böyle kurallar koyması, hayatını ya da çalışmasını bu kurallara göre sürdürmesi önemli. Fakat bu kuralları bazen ihlal edebilmek de aynı şekilde önemli.
Bu romanlardaki amacım okuru kahretmek değildi ama köleliği anlatıyorsanız bu kahredicidir, ayrımcılığı anlatıyorsanız bu kahredicidir, kurumsal ırkçılığın insanlar üzerindeki etkisi kahredicidir. Bu etkiyi azaltacak bir şey yapmak, gerçekten uzaklaşmak anlamına gelirdi ve yanlış olurdu.
Sadece bu iki kitabınıza bakarak hakkınızda bir yargıya varılsa, yazarlığınıza özel bir misyon biçilmesi pekâlâ mümkün. Yazarken benimsediğiniz özel bir hedef, edebiyata karşı sorumluluğunuz dışında politik bir misyonunuz var mı? Yoksa bu ikisi sizin için bir bütün mü?
Benim misyonum, kendime biçtiğim tek görev, hayatımın belli bir döneminde hangi tür kitabı yazmak bana en çetin ve en anlamlı iş gibi görünüyorsa o tür bir kitap yazmaktır. 2015’te Yeraltı Demiryolu’nu yazdım çünkü o sırada bir yazar olarak bana en çok hitap eden iş buydu. İki yıl sonra da Nickel Çocukları yapabileceğim en çetin, en cazip işti.
Benim hayattaki misyonum yazabileceğim en iyi kitabı yazmak; bu bazen komik bir kitap olabilir bazen de o kadar komik olmayabilir. Şu anda üzerinde çalıştığım kitap, 1960’ların Harlem’inde geçen bir suç romanı. Yeraltı Demiryolu ve Nickel Çocukları ile çok fazla tematik bağlantısı yok. Mesela Bölge Bir’in teması da Yeraltı Demiryolu’yla pek bağlantılı değildi. Eğer çalışmayı sürdürebilirsem, birbirinden farklı tipte kitaplar yazacağım. Bu işi zevkli kılan yönlerden biri de bu zaten: Dünyanın farklı meselelerinin keşfine çıkmak ve anlatacak farklı hikâyeler bulmak.
Dünyanın gidişatına bakıp toplumsal bir sorumluluk hissiyle yazmakla mükemmel kurmaca eserler üretme misyonunuz arasında çelişki yok ve siz hiç ikilemde kalmıyorsunuz, öyle mi?
Hayır, çünkü benim esas sorumluluğum kötü kitaplar yazmamak, kâğıda geçirmeye çalıştığım bir fikri berbat etmemek.
Bence insan bahçe işleriyle ilgili kitaplar yazmak istiyorsa bahçe işleriyle ilgili kitaplar yazmalı, sosyal adaletsizlikle ilgili kitaplar yazmak istiyorsa da bunu yapmalı. Ben de bazen günümüz toplumuyla ya da siyasi meselelerle hiç ilgisi olmayan kitaplar yazıyorum. Kendimi herhangi bir şey yapmak zorunda hissetmiyorum, zira hayat çok kısa ve ben sadece bana o sırada en ilginç gelen işi yapmak istiyorum.
Yeraltı Demiryolu bir yanıyla Alice’in tavşan deliğine düşüp harikalar diyarını keşfetmesindekine benzer bir duygu verdi bana. Yeraltı trenine binip kaçabilmek, başka bir düzene nakil, çıkış ve iyileşme ihtimalini çağrıştırıyor. Siz bu romanı yazarken Obama başkandı; onun seçilmesi ve Beyaz Ev’deki sekiz yılı, sizi gerçek bir değişim ihtimaline inandırmış mıydı?
Bazı açılardan evet, bazı açılardan hayır. Doğrusu ben çocukken, hayatım boyunca bu ülkede siyah bir başkan görebileceğimi hiç düşünmezdim. Ve bu oldu. Benim şimdi büyümekte olan kızımın bildiği, algıladığı ilk başkanın Barack Obama olması muhteşem bir şey.
Fakat tabii, Donald Trump’la geçen son üç yıl da bize şunu gösterdi: Bazen bir parçacık ilerleme kaydedebiliyorsunuz, sonra hemen ardından yeniden ve kolaylıkla ilkel bir nefretin, bölünmüşlüğün, kavganın içine düşüyorsunuz. Obama seçmenin yüzde 51’inin oyunu almıştı, Trump da yüzde 49’unun oyunu aldı. Bu iki grup da Amerikan toplumunun parçası. Donald Trump’a oy veren muhafazakâr ırkçı kesimler öyle yakın zamanda ortadan kaybolacak değiller. Onlar her zaman Amerika’nın parçası olageldiler, nüfuzları ise inişli çıkışlı seyretti. Hem ilerleme potansiyeli hem gerileme potansiyeli her zaman içimizde.
Nickel Çocukları yakın zamana dek ABD’de faaliyet gösteren gerçek bir “ıslah evindeki” korkunç zulmü anlatıyor. Roman, dramatize edilmiş bir belgesel gibi de okunabilir. Bu kadar gerçek, bu kadar taze, bu kadar korkunç olaylardan bir roman çıkartmak yazı sesinizi değiştirdi mi?
Kurmaca yazmaya başlayalı yirmi dört yıl oldu ve tabii ümit edilen odur ki zaman içinde insan bu işte giderek iyileşsin, farklı anlatım biçimleri geliştirsin. Kuşkusuz zaman seni de değiştiriyor, 27 yaşında sana ilginç gelen bir şey 40 yaşında o kadar da ilginç gelmeyebiliyor.
Bununla birlikte ben her zaman kitabın gerektirdiği özel biçimi önemsiyorum.Yeraltı Çocukları ve kıyamet sonrasını anlattığım Bölge Bir’de olduğu gibi bazen fantezi kurmak doğru geliyor bana, bazen de gerçekçilik. Kimi zaman gayet karmaşık, gösterişli post-modern cümlelerle yazmak uygun görünüyor, kimi zaman da süslerinden arınmış, dolaysız bir anlatım elimdeki iş için en doğru araç oluyor. Yazmaya başlamadan önce yazacağım kitabın ana hatlarını içeren bir taslak oluşturuyorum. Aynı zamanda bu iş için en doğru anlatıcıyı ve retoriksel araçları belirlemeye çalışıyorum.
Sonuç olarak, Nickel Çocukları’ndaki dil çıplak ve dolaysız, çünkü bu bana Elwood ve Turner’ı anlatmak için en uygun dil olarak göründü. Burada Yeraltı Demiryolu’ndaki gibi fantastik bir aygıta ihtiyaç duymadım, John Henry Days veya Apex Hides the Hurt kitaplarında kullandığım türden post-modern araçlara da ihtiyaç yoktu. Bu oğlan çocuklarının hikâyesini anlatırken doğru anlatıcı sesi bulabildiğimi ümit ediyorum.
Bu çıplak ses gazeteciliği hatırlatıyor. Kurmaca yazmaya başlamadan önce Village Voice için yazıyordunuz. Gazetecilik edebiyatçılığınızı nasıl etkiledi?
Çizgiroman ve bilimkurgu okumanın bana ilham verdiğini söylemiştim. Village Voice gibi mecralarda yapılan sol-kanat sanat eleştirmenliği de beni lise yıllarında ve üniversitenin başlarında etkilemişti. Bir gün kitaplar hakkında, ertesi gün de film, televizyon ya da müzik hakkında yazabilen eleştirmenlere hayranlık duyuyordum. Bu eleştirmenlerin yaptığı şey benim için bir ilham kaynağıydı.
İçerik düzeyinde konuşacak olursak, romanlarımda bazen anlatıcılar geri çekilir ve olup biteni analiz ederler. Mesela Yeraltı Demiryolu’nda anlatıcıların ara sıra kısa süreler için Cora’nın hikâyesinden kopup kapitalizm ve kölelik üzerine okura kendi perspektiflerini aktardıkları yerler vardır. Bunun çıkış noktasının bir bakıma kendi eleştirmenlik günlerim olduğunu söyleyebilirim.
Gazeteciliğin daha önemli etkisi ise şuydu: Oturup makaleni bitirmek zorundasın, bu disipline kavuşacaksın ki kiranı ödeyebilesin. Ve tabii, farklı editörlerle çalışmayı öğreniyorsun, editörlerle çalışırken fazla müşkülpesent olmamayı öğreniyorsun. Ayrıca bir bakıma daha kamusal bir şey yazıyorsun, boktan bir makale yazdığında da, okurun hemen kavrayabildiği sahici bir makale yazdığında da bunun karşılığını hemen görüyorsun. Velhâsıl, bir gazetede çalışarak hem yazma disiplini anlamında hem de yazma sürecindeki işbirlikleri anlamında çıraklığımı tamamladım diyebilirim.
Nickel Çocukları’nı en yakın arkadaşımın yeniden tutuklanması, binlerce insanın hapiste olması, soykırım inkârcılığı, Kürt siyasetçilerin gördüğü zulüm gibi günlük gerçeklerin kıyısında okurken, “Turner haklı” diyordum, “karamsar olmamak için hiç neden yok.” Ama sonunda yine Elwood’um ben; hep aptalca iyimser bir yanım var. Siz hangisisiniz? Elwood mu, Turner mı?
Elwood’da da Turner’da da benden bir şeyler var. Çoğumuzun kişiliğinde iyimserlik unsurları kötümserlikle ve sinizmle bir arada bulunuyor. Bu iki karakterin farklı perspektifleri bana hitap ediyor, benim de günlük bazda yaşadığım ikilemi anlatıyor: İyiye mi gidiyoruz, yoksa başa mı döndük? Geleceğe ümitle bakabilir miyim, yoksa bakmamalı mıyım?
Şu anda ben kesinlikle Elwood’dan ziyade Turner’ım. İnsan türünün yoldan çıktığını ve olmamız gereken yere dönmemiz için çok çabalamamız gerektiğini gösteren birçok şey var. Çevrenize baktığınızda, bu sağcı devlet başkanlarını, bu demagogları, muhafazakâr yönetimlerin güç kazanışını görüyorsunuz. Fakat tabii, sonuçta gerileyecekler. Ben tarihin döngüsel bir şekilde ilerlediğini düşünüyorum, ilerleme sağladığımız dönemleri muhafazakârlaşma devirleri izliyor. Yine de bugün iktidarda olan bütün bu kötü insanlar yarın devrilseler bile, hâlâ çevre meselesi var, hâlâ yoksulluk var, hâlâ kapitalizm var.
Evet, tabii.
Dolayısıyla, devam edebilmek için kısa vadede iyimser olmak mecburiyetinde olsak bile, şunu biliyoruz ki biraz daha uzun vadede bizi epeyce zorlu bir gelecek bekliyor.
Bütün bunları mümkün kılan içkin bir kötülüğümüz olabilir mi? Nefret, şiddet, şer insan yaradılışının parçası mı sizce? Ve eğer öyle ise, bunu nasıl aşacağız?
Evet, bence kötülük içkin bir özelliğimiz ve içkin olduğu için de aşamayacağımız bir şey. Tabiatımızın bir parçası. Diğer insanlardan nefret etmek için çeşitli sebepler uyduruyoruz, ırk gibi, din gibi, kültür gibi… Ve bazen de komşu köy aynı doğal su kaynağına sahip olmak için sizinle rekabet ediyor ve bu yüzden onlardan nefret etmeniz gerekiyor. Bence bu hep böyleydi ve hep böyle olacak. Bu işin bir yanı.
Bir de işin Nickel Çocukları’ndaki diğer yanı, güçsüzlerin güçsüzleri suistimal etmesi var. Bunun da insanlarda çelişkili duygulara yol açması, kafalarını başka yöne çevirip olup biteni görmezden gelmeleri var. Doğru tavrın ne olduğunu bilenlerin, devreye girip kötülüğe dur demesi gerekenlerin bunu yapmaması var.
Gücü elinde tutanların daha az güçlü olanlar üzerinde baskı kurması, onları taciz etmesi maalesef yaradılışımızın bir parçası. Bunu nasıl düzelteceğiz? Bu konuda çözümün ne olabileceğini hâlâ bilmiyorum.
Edebiyatın bu konuda oynayabileceği bir rol var mı?
Bence evet, bireyler bazında var. Sanat, ister kitaplar olsun, ister müzik veya film, tabii ki dönüştürücü bir etkiye sahip. Şu anda yaptığımız söyleşinin de böyle bir etkiye sahip olduğunu hissediyorum. Fakat iş kanun yapmaya, toplumsal düzeni yeniden kurmaya geldiğinde, bunu yapacak güce sahip olan insanların çok fazla kitap okuduklarını sanmıyorum.
Amerikan tarihine bakarsanız, Tom Amca’nın Kulübesi on dokuzuncu yüzyılda kölelik konusundaki tartışmanın yönünü değiştirmiştir; Upton Sinclair’in The Jungle (Türkçeye Şikago Mezbahaları adıyla çevrildi -YÇ) kitabı ise et üretim endüstrisindeki yolsuzluğu gün ışığına çıkarmış ve tarıma, çiftçiliğe, gıda güvenliğine yeni kurallar getirilmesini sağlamıştır. Ama bunlar dışında bir kitabın yasamayı etkilemesi, kanunların yeniden düzenlenmesinin yolunu açması çok enderdir.
Ben de daha ziyade edebiyatın zihinleri değiştirmesi anlamında sormuştum…
Bireysel düzeyde, evet, bu mümkün. Ne yazık ki kitlesel düzeyde değil, kitaplar kültürümüzde o kadar merkezî bir role sahip değil.
Dün Twitter’da The Atlantic’ten Adam Serwer’ın bir zincirine denk geldim, bir yerinde “Bu konuda sıfır sayıda kitap okumuş olanlar İç Savaş ve kölelik üzerine fikir beyan ederken, yirminci yüzyılın ortasına kadar bütün bu olayların istisnasız biçimde beyaz ırkın üstünlüğüne inananların bakışıyla anlatıldığından habersizler” diyordu. Köleliğin ve Jim Crow döneminin (3) anlatımı artık beyazların tekelinde değil, üniversitelerin yanı sıra Amerikan edebiyatı ve sineması bunda büyük rol oynuyor, sizin son iki romanınızın da böyle bir işlevi var. Peki, romanlarınızın bugün beyaz bir ırkçı tarafından okunması, onun zihnini değiştirmesi ihtimali var mı? Yoksa herkes kendi mahallesine mi yazıyor?
Benim kitaplarımın bugünkü gibi bir okur seviyesine ulaşabilmesinde bundan kırk-elli yıl önce “siyah çalışmaları” bölümlerinin (4) açılmasının ve Afrika kökenli Amerikalı hocaların Amerika tarihini farklı biçimde anlatmaya başlamasının büyük payı var. Bu hocalar Toni Morrison’ın, Alice Walker’ın ve Ralph Ellison’ın kitaplarını okuttular öğrencilerine. Ve o öğrenciler de şimdi tarih kitapları yazıyor, kendi sınıflarında ders veriyor, kendi romanlarını çıkartıyorlar. Yani son elli yılda bir değişim yaşanıyor, hem siyah hem beyaz okurlar Afrika kökenli Amerikalıların tarihine ve edebiyatına bugün artık daha fazla aşina. Tabii ki bu bir ilerleme.
Adam Serwer’ın bugün yazdığı gibi yazıyor olması da başlı başına bir ilerleme. Tarihi muzafferler yazıyor. İnsanın ait olduğu sosyal sınıf, ırk ve kültürel arkaplan o insanın perspektifini de belirliyor. Amerika’nın tarihini yazanlar hep beyazlar olduğunda, elbette yazılan tarih de bunun izini taşıyordu. Şimdi Adam Serwer gibi bir yazar, kendi hocalarına, üniversitede öğrendiklerine dayanarak ve araştırmacı gazeteciliğini de kullanarak bu yazdıklarını yazıyor. Bu da işlerin iyiye gidebildiğinin bir kanıtı. Söylemek istediğim şey şu, otuz yıl önce verilen kavgalar bugün Adam Serwer’ınki gibi bir söylemin oluşmasını da sağladı. Demek ki değişim mümkün.
Fakat, hayır, Iowa’da yaşayan, beyaz ırkın üstünlüğüne inanan insanlar Toni Morrison’ın kitaplarını okuyup, “Vay be, ben bunu hiç düşünmemiştim” demiyorlar.
Toni Morrison’la Princeton kampüsünde karşılaştığınızı, sizi kahve içmeye davet ettiğini ama çekinip gitmediğinizi okumuştum. Bu ne zaman oldu? Neden çekindiniz?
(Kahkaha atıyor…) Bu olay 2008’de, ben Princeton’da ders vermeye başladığımda oldu. O zaman kendisi hocalıktan emekli olmuştu ama hâlâ kampüste bir şeyler yapıyordu. Tanıştık ve bana çok tatlı davrandı, “Gel, bir gün kahve içelim ya da öğle yemeği yiyelim” dedi. Bense buna layık olduğumu düşünmüyordum. Onunla baş başa buluşma fikri utangaç kılmıştı beni. Daha sonra iki ayrı toplantıda bir araya gelip, birlikte bir şeyler yaptık ama hiç yemeğe çıkmadık.
Kahramanlaştırdığınız, örnek aldığınız yazarlar var mı? Toni Morrison, Alice Walker, Ralph Ellison böyle yazarlar mı? Beğendiğiniz yazarlar kimler?
Örnek almak, kahramanlaştırmak gibi bir şey değil ama mesela yakın zamanda Richard Powers’ın Overstory romanını okudum. Powers’ı okumaya yirmili yaşlarda başlamıştım. Onu okuyor ve ne kadar iyi, ne kadar zeki olduğunu hayretle farkediyordum. Sonra yıllarca onu okumadım ve şimdi bu kitabını alıp okuyunca, kırk yıl boyunca böyle yazabilmenin, istikrarlı bir şekilde muazzam eserler ortaya koyabilmenin nasıl büyük bir yetenek işi, ne kadar hayranlık verici bir şey olduğunu gördüm. Bence işte bu, insanın öykünebileceği bir şey.
Bana model oluşturan yazarlara gelince, kitaptan kitaba değişen bir şey bu. New York hakkında yazdığım kitap, ilhamını Allen Ginsberg ve Walt Whitman’dan almıştı. Nickel Çocukları’nı yazarken Julie Otsuka, Mohsin Hamid ve Denis Johnson’ın gerçekten çok güzel ve derli toplu, kısa romanlarına göz attım. Bilimkurgu ve çizgiromanları zaten söylemiştim ama kurmaca ve kurmaca dışı kitapların yanı sıra, müzikten ve filmlerden ilham alıyorum. Aslında her şeye bakıyorum. Ne zaman iyi bir şeye rastlasam minnet duyuyorum ve şuradan ya da buradan öğrendiğim bir şeyi içimde tutmaya çalışıyorum.
Çizim: Andrew MacGregor
Farklı etkilenmelerden bahsetmişken, Türkçeye çevrilmiş diğer kitabınız Bölge Bir’i de biraz konuşalım. “Zombi romanı” olarak kategorize etmek istemem ama sonuçta zombileri anlatıyor. Sizi yaşayan ölüler hakkında yazmaya iten neydi?
Yazarlık ilhamını en başta 1970’lerin bilimkurgu filmlerini izleyerek, zombi filmlerini seyredip dehşet romanları okuyarak almış biri olduğum için, kariyerimin o noktasında bu konuda bir ikrarın, başlangıçtaki ilham kaynaklarımı kabullenmenin iyi bir şey olacağını düşündüm. Aynı zamanda bu janrın içinden neleri alıp kullanmak, janrı nasıl değiştirmek ve canlandırmak istediğimi de gösterebilecektim.
Night of the Dead (Ölülerin Gecesi), Dorm of the Dead (Ölülerin Yatakhanesi) benzeri filmleri seyrederek yetişmiş biri olarak zombiler hep psikolojimin bir parçasıydı benim. Benim kafamda zombi, “mış” gibi yapmaktan, olduğundan farklı görünmeye çalışmaktan vazgeçmiş birisidir. Bir gece uyuyorsunuz ve uyandığınızda bir de bakıyorsunuz ki komşularınız, sevdikleriniz aslında her zaman oldukları canavar hâllerini gizlemekten vazgeçmişler. Zombi kavramındaki dehşet, tanıdık olanın canavarlaşmasıdır, aslında her zaman canavar olagelmiştir ama siz onun bir canavar olduğunu ilk kez görüyorsunuzdur. Zombilere ilişkin bu yorumum (gülüyor…) benim insanlarla başa çıkmak konusundaki acınası psikolojimin önemli bir parçası. Dolayısıyla hem bu özel yorumu merkeze alarak hem de ilham kaynaklarımı kabullenmiş olmak adına Bölge Bir’i yazdım.
Kitaptan kitaba diliniz neredeyse tamamen değişebiliyor. Ben Yeraltı Demiryolu’nda dilin çok katmanlılığını, metaforların zenginliğini sevdim. Ama Nickel Çocukları’ndaki yalın, iktisatlı dili de sevdim. İzin verirseniz burada okurlar için iki alıntı yapacağım.
İlk alıntıda Yeraltı Demiryolu’nda kölelikten kurtulmaya çalışan Cora’yı yakalamayı aklına koymuş, vahşeti içselleştirmiş bir beyaz ırkçı olan Ridgeway’in babasıyla tanıştırıyorsunuz bizi:
Arnold Ridgeway’in babası demirci ustasıydı. Eriyen demirin günbatımını andıran ışıltısı büyülerdi onu; tezgâhta dövülen demir parçası önce yavaşça, sonra hızla renklenir, renkler adeta duygular gibi demire yayılır, amacına kavuşmayı bekleyen dövülmüş demir aniden esnekleşir ve huzursuzca kıvranmaya başlardı. Adamın demir ocağı dünyanın ilkel kuvvetlerine açılan bir pencereydi.
Dükkânında Tom Bird adlı bir ortağı vardı, viski içince duygusallaşan bir melezdi bu adam. Hayatının amacından uzaklaştığını hissettiği gecelerde Yüce Ruh’la ilgili hikâyeler anlatırdı Tom Bird. Ulu Manitu her yerde, toprakta, gökyüzünde, hayvanlarda ve ormanlarda yaşar, her şeyin içinden akarak bütün varlıkları ilahi bir bağla birleştirirdi. Ridgeway’in babası din konusunda söylev verenleri küçümserdi ama Tom Bird’ün Yüce Ruh hakkında anlattıkları, onun demir hakkında düşündüklerine benziyordu. Tav ocağında dövdüğü ışıldayan demirden başka tanrının önünde eğilmezdi Ridgeway’in babası. (5)
Ve şimdi Nickel Çocukları’ndan bir bölüm. Burada da Clayton Smith'in ismini ilk kez duyuyoruz; iki buçuk paragrafta benzersiz bir aile portresi çıkıyor karşımıza:
Yıl 1952’ydi. Clayton’ın kaçacağını kimse tahmin etmiyordu. Ne zeki ve kurnaz bir tipti, ne cüretkâr ve coşkulu. Dayanacak iradeye sahip değildi yalnızca. Okula gelmeden önce epey eziyet görmüştü ama Nickel dünyanın zalimliğini arıtıp büyütmüş, çocuğun gözlerini daha kasvetli dalga boylarına açmıştı. On beş yılda bunca acı çektiyse onu başka neler bekliyordu kim bilir?
Clayton’ın ailesindeki erkekler birbirlerine benzerdi. Şahin gibi profilleri, açık kahverengi rengi gözleri, konuşurken çırpınan elleri ve ağızları hep aynıydı. Benzerlikler yalnızca fiziksel değildi, Smith ailesinin erkekleri ne şanslıydı ne uzun yaşardı. Clayton’ın onlardan biri olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu.
Clayton dört yaşındayken babası kalp krizi geçirmişti. Sol eli çarşafı pençe gibi kavramış, ağzı ve gözleri ardına kadar açılmıştı. Clayton on yaşında okulu bırakıp üç abisi ve iki ablası gibi Manchester portakal bahçelerinde çalışmaya başlamıştı. Ailenin en küçüğü de aile bütçesine katkıda bulunmak istiyordu. Annesi zatürreye yakalanıp ölünce çocukların velayeti Florida eyaletine geçti. Kardeşleri ayırdılar. (6)
Dili farklı kullanarak benzer bir etkiyi yakalayabilmişsiniz. Sırf dil için yazdığınız veya bazı kitapları sırf dili için okuduğunuz oluyor mu?
Dil ve biçim, anlattığım konuya uygun dili ve biçimi bulmak yazarken benim için muazzam önem taşıyor. Ancak bazı durumlarda olay örgüsü dilin önüne geçebiliyor. Mesela şimdi bir suç romanı yazıyorum ve bu türdeki romanları ben daha ziyade olay örgüsü için okurum. Gerilim romanlarında, polisiye romanlarda olaylar, hikâyenin kendisi, olayların nasıl dile geldiğinden daha büyük önem taşıyabiliyor. Fakat bazen de sadece nefis cümleleri içime doya doya sindirebilmek için bir metni alıp okuduğum olur. Bence her ikisi de çok kıymetli. Hızlı akan, gerilimini koruyan bir anlatıya verdiğiniz zamana değer ama içinde hiçbir olay örgüsü olmayan, ya sadece anlatıcının algısıyla ya da yazarın sesiyle sizi sürükleyen bir metni okuduğunuza da değer. Her iki roman türü de boş zamanınızı geçirmenin iyi bir yoludur.
Deminki alıntıları seçmemin bir nedeni de karakter anlatımınızı örneklemekti. Cora’nın, Ridgeway’in, Turner ve Elwood’un çok uzun yıllar yaşayacak karakterler olduğunu düşünüyorum. Fakat onların, romanların konusu ve yüklendikleri rol itibariyle birer “temsilci” olma işlevleri de var. Karakterlerinizi birer stereotipe dönüşmekten, belli davranışların karikatürize birer timsali olmaktan nasıl koruyorsunuz?
Biliyorsunuz, bir yazarın yapması gereken ilk işlerden biri yarattığı karakterlerin inandırıcı olmasını, sayfada hayat bulmalarını sağlayabilmek. Nickel Çocukları’nda Elwood ve Turner’ı taciz eden okul görevlilerinin içsel hayatlarını uzun uzadıya anlatmadım ama Yeraltı Demiryolu’nda, kitabın harika yönlerinden biri, altmış sayfada bir yeni bir aşamaya geçip anlatının kendini adeta yeniden başlatmasıydı, bu da çok daha geniş bir karakter kadrosunu mümkün kıldı.
Kimse tek boyutlu bir kötü karakter görmek istemez. İşi köle yakalamak olan bir devriyenin nefes alıp veren, kanlı canlı bir varlık olmasını istersiniz, kötülüğün bir karikatüründen ibaret kalmasını değil. Bunu sağlamak işimin bir parçası. Ayrıca tam olarak oluşmuş, bütünlüklü bir karakter hikâyenin en önemli unsurlarından biridir, cılız karakterler yaratıp işi berbat etmek istemezsiniz. Ve de zamanla kafamdaki karakterleri sayfaya taşıma konusunda giderek daha iyi olduğumu düşünüyorum. Sanırım yaşlanmak, baba olmak, eskisinden daha az bencil ve kendi içine kapanık bir insan olmak bu konuda bana yardımcı. Karakterlerimin son yirmi yılda giderek iyileştiğini sanıyorum.
İki hafta önce elli yaşına girdiniz, işinizde çok başarılısınız, önemli ödüller aldınız, kitaplarınıza övgü, ilgi hayli arttı, kırk küsur dilde milyonlarca okura ulaşıyorsunuz, yazarak çok para kazanıyorsunuz, Time dergisine kapak bile oldunuz. Başarı sarhoşluğuna kapılmamayı, tabirimi bağışlayın ama şımarmamayı, yazarlığınızı korumayı nasıl başaracaksınız?
Bir kere ben yirmi küsur yıldır kitap yazıyorum. Yükselişlerim de düşüşlerim de oldu. Bazen insanlar sizin ne kadar iyi bir yazar olduğunuzu anlarlar bazen de anlamayabilirler. Anlamadıklarında yapacağınız tek iş devam etmektir. Bir sonraki aşamayı, bir sonraki kitabı daha iyi yapmaya uğraşırsınız. İşin kendisinin insanın ayaklarını yere bastıran bir niteliği var. Bazen işler çok iyi giderken bile, ertesi gün yazı masasının başına oturursunuz ve boktan şeyler yazabilirsiniz. İyi yazma mücadelesine devam etmeniz gerekir. İşin kendi zorluğu fazla havalanmanızı önler, sizi yerinize oturtur.
James Wood, John Henry Days’i yeren eleştirisinde, Don DeLillo’nun romanı Underworld’ün “Afrika kökenli bir Amerikalı tarafından yazılmış kopyası” demişti kitabınız için. Sizi, metaforlarınızı iyi seçememekle, kelimeleri yanlış kullanmakla suçlamıştı. Siz de Wood’un How Fiction Works? (Kurmaca Nasıl İşler?) kitabıyla dalga geçen, “Wow, fiction works!” (Vay be, kurmaca işliyor!) başlıklı bir yazıda, ünlü eleştirmenin parodisini yapıp yazarlara yazarlık, okurlara okurluk öğretmesiyle alay ettiniz. “İyi roman şöyledir, iyi cümle böyledir" misali yargılar dikte eden okurluk ve yazarlık gurularının etkisinden korunmalı mıyız? Edebiyatta sürü zihniyetine kapılmamanın yolu nedir?
Geçen baharda AWP (7) tarafından düzenlenmiş büyük bir yazarlar konferansında konuşma yapmam istenmişti. Genç yazarların, yazarlık hocalarının, romancıların ve şairlerin yılda bir kez bir yerde buluşup “yazma işi” üzerine konuştukları bir konferanstı. Yapmam gereken kırk dakikalık açış konuşması boyunca aslında söylemek istediğim tek şey vardı: “Neden buradasınız? Evinizde oturup çalışıyor olmanız gerekmiyor mu?” (Gülüyor…)
Başkalarının ne yaptığı hakkında atıp tutmak yerine, çenenizi kapatın ve yazın. Çenenizi kapatın ve aklınızdaki fikri berbat etmeden yazmaya çalışın. Mümkün olduğunca çok okuyun. Sevdiğiniz kitapların hangi yönleriyle sizi bu kadar etkilediğini anlamaya çalışın. Başkalarının ne okuduğu, başkalarının ne yazdığı, akranlarınızın kitaplarına verilen ve aslında size verilmesi gerektiğini düşündüğünüz ödüller, bunların hiçbiri ertesi gün masa başına geçtiğinizde sizin daha kolay mı yoksa daha da zorlanarak mı yazacağınızı belirlemiyor. Dolayısıyla, iş sizde bitiyor. Kurmacanın, başkaları için değil, sizin için nasıl işlediğine bakın ve çalışın.
Yeni romanınızın New York’ta geçtiğini söylediniz…
1960’ların New York’unda.
Geçmişi sizin için cazip kılan ne?
Bu bir bakıma bilinçli bir tercih. Bölge Bir, John Henry Days ve Apex Hides the Hurt’te günümüz toplumu üzerine söyleyeceğim kadarını söyledim sayılır, şu sıralarda bugün hakkında başka bir şey söylemeye pek niyetim yok. (Gülüyor…) Son kitaplarımda, kölelik dönemine bakarken veya oğlan çocuklarının başına gelenleri anlatırken, ya da şimdiki suç romanımda, geçmiş, bana dünya hakkında söz söylemenin yeni yollarını bulma imkânı sundu ve farklı bir ilham verdi. Eğer “bugün nasıl yaşamalı” konusunda bir şey söyleme ihtiyacı duyarsam, belki bunu da yazarım ama şu anda geçmişte daha zengin bir malzeme buluyorum.
Nasıl yazıyorsunuz? Yeni bir roman yazarken günlük rutininiz nasıl?
Sabah 10 buçuktan öğleden sonra 3 buçuğa kadar yazdığımda iyi bir iş günü geçirdiğimi düşünüyorum. Son on iki yılın deneyimi bana gösterdi ki toplam sekiz sayfa yazabilmişsem o benim için verimli bir hafta oluyor. Her gün yazmıyorum. Pazartesi, salı yazıp sonra ara verip cumartesi, pazar yazdığım, ya da perşembeden pazara kadar yazıp salı, çarşamba ara verdiğim oluyor. Ama bir haftada sekiz sayfa bitmiş olmalı. Yazarken hızlı ilerleyemediğimde ara vermeyi, kendime bir sandviç yapmayı ve uzanıp biraz kestirmeyi seviyorum. Günde birle üç sayfa arasında yazabiliyorum, bir kitabın sonuna doğru genellikle daha hızlı çalışıyorum.
Kitap yazarken sizi entelektüel açıdan her gün besleyen şeyler neler? Okumak mı, haberler mi, sokaktaki hayat mı, aileniz mi — neyle besleniyorsunuz?
Hep değişiyor. Yazarken bazen daha yoğun kurmaca, bazen de sadece kurmaca dışı kitaplar okuyorum. Beni zenginleştiren şeylerden biri ise yemek pişirmek. Yemek yapmayı seviyorum. Gidip alışveriş yapmak, sonra aldıklarımı getirip evde onlardan bir yemek hazırlamak çok kısa sürede tatmin olmamı sağlıyor, oysa malum bir roman yazıp bitirmek bir yılınızı ya da yıllarınızı alabiliyor. (Gülüyor…) Yani bence bir yemek tarifi keşfedip sonra onun üzerinde varyasyonlar yapmak yaratıcı bir iş, tarifler bulup, onları karşılaştırmak, farklı malzemeleri bir araya getirmek, bu benim için entelektüel bir beslenme yolu, tabii aynı zamanda da bedensel bir beslenme!
Nobel Edebiyat Ödüllerini ne kadar takip ediyorsunuz? Son iki yılın ödül sahipleri Olga Tokarczuk ile Peter Handke tanıdığınız yazarlar mı?
Tokarczuk’u çok az biliyorum, son kitabı Drive Your Plow Over the Bones of the Dead burada yazın yayımlandı ve ben de ancak dün gece sipariş verebildim. Bir süredir alıp okumak istiyordum, çok iyi bir kitap olduğu söyleniyor.
Handke’yi okudunuz mu? Nobel almasının yarattığı siyasi tepkiler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sadece Wim Wenders’ın filme çektiği Arzunun Kanatları’nı biliyorum. Genel olarak Nobel kazanan edebiyatçıları çok az tanıdığım söylenebilir, çünkü uluslararası çağdaş edebiyatı fazla okuyamıyorum, bu benim eksikliğim ama bu eksiklik, buradaki yayıncıların neleri basıp neleri basmadığı konusunda bir fikir verebilir size. Genellikle Nobel Edebiyat Ödülü açıklandığında şaşırıyorum ve sonrasında çok fazla düşünmüyorum yapılan tercih konusunda. Fakat tabii kitapların kutlanması beni her zaman sevindiriyor.
Peter Handke’nin siyasi tavırlarıyla kazandığı ünü ise kitaplarından daha çok biliyorum. Bana aşağılık herifin tekiymiş gibi görünüyor. Fakat radarımda olan biri değil, hakkında fazla düşünmüyorum.
Notlar