Kazınır deriye ve belleğe

Ucube rejimler dünya savaşları ikliminde türediler, umut tacirliğiyle insanlık suçlarını birleştirerek yabancılaşmanın toprağında ölüm çiçekleri büyüttüler

28 Kasım 2019 11:30

Yaşamanın acılarından ne kalır geriye. Ödülü nedir bunca şiddete maruz kalan insanın, zorlanma karşısında nasıl davrandığı bilgisini elde etmek mi? Isırılmasa daha hayırlı olacak meyvedir bu ama kaçınılmazları vardır varoluşun. Bir organizmanın iradesi diğerine çatar, birbirimizi yokuşa sürerek kanırtırız yaraları, sonra gruplaşır felaketlere sürükleriz coğrafyaları. Kırılarak hevesler, özgürce davranma kabiliyeti sınırlanarak, yalana iftira katılarak nefret dallandırılır, böylelikle hepimiz gaddarlaşırız, hepimiz çalarız insanlık haysiyetinden bir parça, gulaglarda ya da karanlık dönemlerin sumenaltı zorbalıklarında.

Hikâyeler kalır elimizde evet, fakat zihin sisi bulanık ve zulmetlidir, telafisiz his uçurumlarından çekilemeyecek kadar derine itilmiştir anılar, hafıza içine kapanarak kaydetmiştir deneyimleri, unutmamak için; ki bu bir arazdır başlı başına, geçen zamanla savaş hâlinde bilince işlemek her şeyi, tutunmak, geçip gitmesi gerekene belki de, tutunmak hiç yaşanmamış olması gerekenlere, örtüleni açmak için iç deniz misali bir iç tarih inşa etmek.

Geçmişi Kullanma Kılavuzu adlı kitapta geçmişin şeyleşmesi sürecinden bahsediliyor. Bellek kategorisi yaratılarak tarihin objektifliği azaltılıyor. Bu iyi de olabilir kötü de çünkü konular verisel soğukluktan uzaklaştırılarak insanîleştiriliyor. Sonuçta hem iyi oluyor hem de kötü, bellek yalanları canlı kılmak için de kullanılıyor, insanlık dramlarına içeriden bakabilmek için de diyor kitap. İnşa edilen bu yeni kategoriyi anlamamızı sağlıyor. Toplumsal bellek derken neden bahsediyoruz? Kişisel belleği model alan bu söylemin altında hangi eğilimler yer bulmaya çabalıyor kendine? Var mı tarih, var mı gelenek, var mı bellek diye soruyor kitap, yoksa bu şimdideki meşruiyetini arttırmaya odaklanmış toplulukların işine yarayan bir araç mı yalnızca? Soruyor kitap, öğretiyor mu geçmiş bize yoksa esir mi kılıyoruz onu kirli niyetlerimize. Bellek bir hakikat arayışında mı bir güç mücadelesinde mi yarar sağlıyor?

Walter Benjamin'den bahsediyor kitap, büyük dönüşüm zamanının o yalnız gözlemcisinden: “Benjamin'e göre modernite, özellikle aktarılan deneyimin çöküşüyle nitelenir; bu çöküş, sembolik ifadesini Birinci Dünya Savaşı'nda bulur. Avrupa'nın yaşadığı bu önemli travma sırasında, milyarlarca insan, özellikle de doğanın ritmine uygun bir biçimde ve kırsal dünyanın kodlarına göre yaşamayı atalarından öğrenmiş olan genç köylüler, toplumsal ve zihinsel evrenlerinden zorla kopartılmıştı.” (1)

Yaşantı işte bu savruluşla kırıldı, modern insan sahneye çıkıp savaştı feodal insanla, kardeşlik akdini feshettiler, kanla boyandı yeryüzü, senin ve benim kanımla, birbirimizin yüzüne bakamayacağımız vahşetlere sebep olduk, ne için, bir avuç kırık dökük, ham fikir için, bir avuç uydurmaca.

Böylece bozuldu maya, bugün de hissettiğimiz o burukluk işledi içimize. Artık ayrışmıştık modernler vesaire diye, eve giden yol kapanmıştı, fırtınada göz gözü görmez, gömüldük zihnimize, daha haklı olduk ve daha emin, çünkü boşalmıştı varlığımız, sünmüştü duygularımız, tırpanlanmıştı vicdan. Ucube rejimler dünya savaşları ikliminde türediler, umut tacirliğiyle insanlık suçlarını birleştirerek yabancılaşmanın toprağında ölüm çiçekleri büyüttüler.

“Nazizm ve komünizm Batı'nın iflah olmaz düşmanları ilan edildi ve Batı artık bunların beşiği olmaya son vererek kurban rolüne büründü; kurtarıcısı ise liberalizmdi.” (2) Geçmiş revize edilerek yeni bir bellek oluşturuldu, bağlantılar göz ardı edilmeye başlandı, medeniyetin göbeğinde tesadüfen pıtraklanmıştı musibetler, şimdi ise tüm sorunlar çözülecekti, aynı vaatler bambaşka bir ideolojiyle etiketlendi.

Belki de sorun geçmişi temize çekerken doğru/yanlış yaftalarını böylesine inceliksiz kullanmamızdı. Hayalî kurtarıcılar yaratma eğilimimizdi hastalığı taşıyan, belki de tarih değildi hasta olan; tarihi insan doğamızdan ayrıştırarak pürüzsüz kılma uğraşımızdı. Ders çıkarmıyorduk. Bir uçtan diğerine aşırılıkların arasında yeni anlatılar örüyor, her seferinde mazlumları unutmayı başarıyorduk. Derken dünya savaşlarının kıyısında insan kalmaya çabalayan yazarlara meylediyor düşünceler, azınlığın azınlığı olan o huzursuz cüretkârlara.

Bir pasaj beliriyor zihinde. Evet, Kolıma Öyküleri adlı kitaptan: “Böyle durumlarda hemen sıcak basar ve insanın canı hiçbir yere gitmek istemez, sadece yatmak isterdi. Ama artık giyinmemiz gerekiyordu. Aynı zamanda battaniye yerine de geçen yırtık pırtık montlarımızı üzerimize geçirmemiz, yastık olarak kullandığımız çizmelerimizin yırtık tabanlarını oradan buradan çekiştirdiğimiz iplerle bağlamamız ve acele etmemiz gerekiyordu, zira kapılar tekrar açıldığında avlunun dikenli tellerle çevrili çitlerinin ardında muhafızlar ve köpekler bizi bekliyor olurdu.” (3)

Kolıma Öyküleri'nin yazarı Varlam Şalamov'un memleketine uzanıyor akıl. Doktor Jivago romanı ülkesinde yayımlatılmayan, 1958’de layık görüldüğü Nobel Edebiyat Ödülü’nü Sovyet Rusya hükümetinin baskısıyla geri çevirmek zorunda kalan Boris Pasternak'a. Sovyet ordusunda yüzbaşı rütbesiyle İkinci Dünya Savaşı’na katılan, cepheden yazdığı mektuplardaki görüşleri nedeniyle sekiz yıl hapis cezasına çarptırılan, 1970 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen ve 1974 yılında Sovyet hükümeti tarafından vatandaşlıktan çıkarılan Aleksander Soljenitsin'e. 1933 yılında Nobel Edebiyat Ödüllü ilk Rus yazar olmayı başaran ama 1917 Devrimi'ni onaylamadığı için ömrünün sonuna dek Fransa'da yaşayan, aristokratik köklerine hürmetle, devrimi Rusya'nın en düşük tarafının zaferi olarak niteleyen ama yine de siyaseten angaje bir isim olmayı reddeden, hayatından kesitlerle geçmişinin Rusya'sını anlatmayı sürdüren İvan Bunin'e.

Sonra bir cümle: "Bizler tifüs karantinasındaydık ama yine de boş durmamız yasaktı. Bizi işe sürerlerdi." (4)

Varlam Şalamov gulaglarda yirmi yıl esaret çekmiş bir yazar, sırf Ivan Bunin kitapları Rus klasiğidir dediği için on yıl ceza almış. Kolıma öyküleri 1954-1973 yılları arasında yazılmış, 1978 yılında Londra'da ilk Rusça baskı yayımlandığında SSCB'de satışı yasaklanmış, kitap yazarın memleketinde ancak yazarın ölümünden beş yıl sonra 1987 yılında yayımlanabilmiş. Şalamov yılların yıkımıyla oluşan sağlık sorunları nedeniyle 1979'da huzurevine yerleştirilmiş, 1982 yılı başında görme ve duyma yetisini yitirmesinin ardından haksızlıkla damgalanan bu dünya yaşamını terk etmiş. 

“Ekibimiz, kapının yanında hizaya girdi. Kışları hizaya dışarıda değil, barakadan çıkmadan dizilirdik. Buzlu gecede on iki saatlik çalışmaya çıkmadan önceki son dakikaları hatırlamak şimdi bile ızdırap veriyor. Buzlu sisin içeri sızdığı aralık kapıların önündeki bu kararsız itişip kakışmalardan herkesin karakteri ortaya çıkardı. Biri, titremesini bastırıp doğrudan karanlığa bir adım atar, bir diğeri nereden geldiği belli olmayan ve içinde ne tütün kokusu ne de tütün izi kalmış olan bir izmariti aceleyle emer, üçüncüsü yüzünü soğuk rüzgârdan korumaya çalışır, dördüncüsü sobanın önünde eldivenlerini açıp içlerine sıcak hava doldurmaya çalışırdı.” (5)

Resmî söylemlerin arkasına bakmaya meylettikçe yazarlar, şekillendirilmek için kenara çekilirler. Bu uyumsuzlar silsilesine tasarlanan toplumsal anlatı içinde yer bulmak mümkün görünememektedir. Onları iftiralarla gözden ve gönülden ırak kılmak herkesi memnun edecektir. Günün kabullerine katılmama haklarını kullanmak istediklerinde kara listelere sokulan, sürülen ve mahkûm edilen, travma dönemlerinde o ya da bu sebeple eziyete mâruz bırakılan farmakoslardır onlar. İdeolojiler değişse de yazarların sorun addedilmesi değişmez, bellek kurgusu peşindekiler hakikati arayanları sevmez.

“Devrimleri 'tarihin lokomotifleri' olarak tanımlayan Marx'tan farklı olarak Benjamin onları trenin sonsuzca yinelenen bir felakete doğru gidişini durdurabilecek ve tarihin sürekliliğini parçalayabilecek 'imdat freni' olarak yorumluyordu. Marx'ın metaforu ilerleme mitolojisinin tutsağıydı; bu mitolojide, sanayi toplumunun ifadesi, gücün ve hızın imgesi olan demiryolları, bütün 19. yüzyılın simgesiydi. Birkenau'nun raylarından, Sibirya gulaglarında zek'lerin (mahkûmların) inşa ettiği demiryollarından sonra, lokomotifler artık devrimi çağrıştırmıyor.” (6)

Günahsız ideoloji yoktur ve ideolojiler ölünce geriye sadece günahlar kalır, bir de asla tükenmeyecek olan utanç.

“Onbaşının kulübesindeki saate bakılırsa, gün sona ermişti. Beyaz sis, gece yarısı da gündüz de hiç dağılmadığı için biz mahkûmlar zamanı ayırt edemiyorduk. Ve sonunda bizi eve götürdüler. Yatıp uyuduğumda her zamanki klasik Kolıma rüyasını gördüm: havada uçuşan, bütün evleri, sokakları ve bütün yeryüzünü dolduran ekmek somunları...” (7)

 

Kaynakça


1. Geçmişi Kullanma Kılavuzu, Enzo Traverso, Çeviren: Işık Ergüden, İletişim Yayınları, sf. 12
2. A.g.e., sf. 100.
3. Kolıma Öyküleri, Varlam Şalamov, Çeviren: Gamze Öksüz, Jaguar Kitap, sf. 110.
4. A.g.e., sf. 110.
5. A.g.e., sf. 220.
6. Geçmişi Kullanma Kılavuzu, sf. 101-102.
7. Kolıma Öyküleri,  sf. 286.