Amerikan edebiyatının kenarda kişiliklerinden Cormac McCarthy'de yol artık keşif, özgürlük, umut sunmaz. Yolda ilerlemek, yer değiştirmek, yaşanacak bir gün daha kazanmaktan başka anlam taşımaz...
31 Ocak 2019 10:30
Acıttı değil mi? dedi oğlan.
Evet. Acıttı.
Sahiden cesur musun?
Orta karar.
Yaptığın en cesurca şey ne?
Yola kanlı bir balgam tükürdü. Sabahleyin kalkmak, dedi.[i]
Cormac McCarthy’nin Yol isimli romanı, yazılmış en hüzünlü kitaplardan. Görünürde, belirsiz bir felaket sonrası yok olan eski dünyanın kalıntıları arasında güneye, denize ulaşmaya çalışan baba oğulun öyküsünü anlatıyor. McCarthy, kıyamet sonrası dönemin atmosferini, anlatıda yaşananlar gibi soğumuş, tedirgin, umudunu tüketmiş bir üslûpla, kül tadıyla yansıtıyor. Romanın izleği olan ebeveynlerin çocuklarına dair temel korkusunun yanı sıra din, neo-liberalizm gibi meseleleri anlatının içine nasıl gömdüğünden, McCarthy’nin diğer kitapları arasında durduğu farklı yerden bahsetmeye çalışacağım.
Amerikan yazının kenarda kişiliklerinden biri McCarthy. Edebiyat çevrelerinden hep uzakta durmuş. Kitapları hiçbir zaman çok satmasa da niteliğiyle hemen tüm çağdaşı yazarlar kendisini sıklıkla referans gösteriyor. Üslûbu, olabildiğince az noktalama işareti kullanması, diyaloglarını anlatının gövdesinden ayırmadan yazması alametifarikası. Türkçede belirmiş kitapları O Güzel Atlar,[1] Yol,[2] İhtiyarlara Yer Yok[3] düşünüldüğünde, başyapıtları denebilecek Blood Meridian, Suttree ve Sınır Üçlemesi hâlâ sırasını bekliyor. Nadir söyleşilerinden birinde, McCarthy bu kitabın fikrinin, oğluyla yerleştiği otelin penceresinden dışarı bakarken, izlediği kentin birden alevler içinde kaldığı görüsüyle aklında beliren soruların sonucunda çıktığını söylüyor. Kitabı yazarken nereye doğru ilerlediği hakkında en ufak bir fikri olmadığı, fakat kitabın tam olarak nereden geldiğini gayet iyi bildiğini vurguluyor. Hepimizi etkilemekte olan, buna rağmen çok az sayıda kişinin üzerine eğildiği kriz hâller. Yeryüzünün bildiğimiz biçiminin bozulmuş olması, giderek bükülmesi, eğilmesi, artık işlevini yerine getirmediğini apaçık alametleri. Yerel gözükse de evrensel bir mesele olan etik çıkmazlar, iyi ile kötünün anlamlarının birbirine karışması, aralarındaki sınırın saydamlaşması. Son olarak tüm bunların altında o ilkel, kişisel korkularımız, bir çıkar yol arayışımız.
Kıyamet sonrası dünyaya dair bir anlatı, evet. Ötesinde, basit bir baba oğul ilişkisinin çetrefilleşen, gelgitli, çokça hüzünlü, çatışmalı, zaman zaman mutlu, gülümseten anların belirdiği yoldaki dönüşümü. Baki kalan yine hesaplaşmalar, geleceğe dair beslenen inatçı umut. Henüz kaybetmediklerimizin, kaybettiklerimizin, ikame edemeyeceklerimizin değerlendirmesi. İnancın kalmadığı bir dünyada umuda hacılığın hikâyesi.
Baba oğulun izlemeleri gereken bir yol var. Bir çift mermisi kalmış bir tabanca, bir market arabası, ayaklarında lime lime olmuş pabuçları hariç pek bir eşyaları yok. Beslenmek, barınmak için bazen yoldan uzaklaşmalılar. Her adımın bin bir zorlukla atılması bir yana, tarifsiz tehlikelere, bilinmezliğe doğru, yaşamı itmeyi sürdürmek için, parçalanmayı biraz olsun duraklatmak için. Anlamsızlıkları düşünecek halleri de zamanları da yok. Baba yine de her fırsatta bir anlamlandırma çabasına girişiyor. Ayağa kalkıp ilerlemek zorundalar, bu yüzden sıklıkla yola dönüyorlar. Oysa, yolun nereye götürdüğü uzun zaman önce belirsizleşmiş. Manzara insana devam etmeye, yolu takip etmeye, yolun sonunda hacıların amaçladığı gibi güneye, denize, biraz olsun ılıman insanlara ulaşmaya imkân verecek olanak sunmuyor. Kentler yıkılmış, araçlar, bedenler yanmış, evlerin camları bir pastanın üzerindeki krema gibi erimiş, akmış. Kalan tek tük insan, sözcüğün yerinde kullanımıyla birbirini yiyor. Ağaçlar devriliyor. Yeryüzü tutunamıyor. Geceleri kimi zaman, dünyada daha önce duyulmamış, bu yüzden tarifi, tanımı imkânsız gürültüler duyuluyor. Soğumakta olan yeryüzü sünüyor, kabuğu çatlıyor. Üzerinde, bildiğimiz dünyadan çoktan gitmiş canlıların kokularını, hissettirdiklerini kısacık uykulardaki rüyalarda bile göstermeden. Ne olduğunu bile anlamamış insanın elinden her şeyi alınmış. Yolda tek tük karşımıza çıkan karakterlerin tamamının kafası karışık. Çünkü bir yol olsa dahi, gidecek bir yer yok. Yön anlamını yitirmiş. Haritalara dahi güvenilmiyor, çünkü toprak altımızda kayıyor. İnsanlar daireler çizerek yürüyorlar. İsimlerini hiç öğrenemediğimiz oğlan ile babası, bu kaybolmuşlukta bir amaca tutunup ilerlemeye çalışıyorlar. Yine, eski dünyanın alışkanlıkları, varlığımızdan gelen o çelişkiler, dilsizlikte ısrar eden yeni düzenin dehşetine rağmen ortaya çıkan benzer sorular baba ile oğlanı zaman zaman, sıklıkla farklı ruh hâllerine, düşüncelere sürüklüyor. Zamanın bile çok anlamlı olmadığı, günlerin akıl almaz biçimde kısaldığı bu doğal olmayan yolculukta, baba oğlanın sözcüklerini duymak için büyük çaba gösteriyor. Yalvarıyor, şaka yapıyor, kendisiyle konuşması için ikna etmeye çalışıyor. Yol boyunca tarifi zor anlar yaşanıyor. Bu yüzden yine sözcüklere dönüyorlar, çünkü yeryüzünün nicedir kendisi olmayan bu kalıntısında dahi, gördüklerimizi, hissettiklerimizi anlatmak için en son âna dek sözcükler ya da sözcüklere benzer sesler dışında bir yol yok.
Semavi dinlerin hikâyesinde tek anlatıcı, iki kahraman var. İyi ile kötü. Anlatıda nihai biçimde çatışmaları zirveye ulaşacak. Bu kaçınılmaz, bir şekilde anlatının kendini sürekli, görünür, inandırıcı kılmasının dayanağı. Bu çatışmadan kıyamet kopacak. Felaketin ne olduğu belirsiz. Hava kirli, havada, karada, suda yaşam belirtisi yok. Yağmur güçlü, rüzgâr soğuk. Her şeyin üzerinde bir kül tabakası. Zehir soluyor olabilirler, baba sürekli öksürüp kan tükürüyor. Bir yerde biyolojik korunma kıyafetleri giymiş biri de beliriyor. Okur da, baba oğul sağ kalmaya çalışırken, çaresizce kıyamete neyin yol açtığını anlamaya çalışıyor. Yersizleşmiş, yurtsuzlaşmış karakterler bir yerlerde kamp yapmaya çalışırken, sürekli kendilerine alan açmaya çalışıyorlar. Toprakta bir parça kazıp yerleşmeye, bedenlerinin bir kısmını oraya gömmeye. İnatla dünyaya saplanıp kalmaya çalışıyorlar. Artık dostane bir yanı kalmamış doğanın zihinlerinde kalmış hatırasında anlam bulma çabaları. Gerçeklikle ilişkinin tehlikeli anlar haricinde zayıflaması, ucunda ölüm olmadıkça görünen bir şeyin öneminin artık kalmaması. Düşüncelerin bu yüzden kalın bir ip gibi sarması, hatırlananların dahi gerçekliğinin giderek silik mırıltılara dönüşmesi.
Yine de içlerinde bir yerde, saklı kalmış bir virüs gibi, anlatma isteği, yaşadıklarını, silinip giden dünyayı anlatma isteği sönmüyor. Baba ısrarla anlatacak, dinleyecek bir hikâye peşine düşüyor, en zor anda, yarı donmuş hâlde geceyi atlatmaya çalışırlarken. Çünkü hikâye anlatmak, dili kullanmak hâlâ insana dair elde kalmış son varoluş biçimi. Hikâyelerimizi dinleyecek kimse olmasa da oğlan kimi zaman dinlemeyi, anlatmayı reddediyor, kimi zaman uyuyakalmış oluyor. O zaman kendimize anlatırız, bir yerlerde dinlediğini düşündüğümüz Tanrı’ya. Tanrı ise, dünyadan çekilmiştir. O zaman tekrar bir Tanrı yaratırız, en yakınımızda gördüğümüzden. Oğlumuzdan bir Tanrı fikri yaratır, onu yine hissederiz, eski alışkanlıkları sürdürür, yalan söylemeye devam ederiz. Ona nefes verip yarat ve sevgi sözcükleriyle devam etsin diye kandır. Tanrıyı dahi ikame edebiliriz, hikâyelerle oğullarımız hariç her şeyin yerine başkasını getirebiliriz.
Adam da böyle yapıyor. Sıklıkla oğluna ateşi hatırlatıyor. Oğluna, anlamını kavrayamasa da, ateşi taşıyanlar olduklarına ikna ediyor. Tekrarlamasın istiyor. Bir peygambere inen vahiy gibi, ateşi taşıdığını yüksek sesle tekrarla, böylece buna inan. Kitapta ateş belirleyici bir imge. Yeryüzü alevler içinde, ateş her yerde, hangisinin iyi, hangisini kötü olduğu arasındaki anlamı çoktan yitirmişiz. Baba bu bağlamda Prometheus, ateş hırsızı mıdır? Oğluna karşı öyle görünse de, kendisiyle, yine oğlu yüzünden, sıklıkla doğruyu tartışır. Derin inançsızlığını acıyla kabullenir yer yer. Çünkü oğlu sıklıkla kendisini sorgular. Nasıl iyi insanlar sadece onlardır? Bu nasıl mümkündür? Oğlu kuşkusuz ilahi kanon dışında, kendilerini iyi olarak tanımlarken, nasıl kimi zaman gayet kötülerden farksız davrandıklarını sorgular. Aralarındaki çatışma körüklenir. Uzun suskunluklar belirir, hikâyelerin, sözcüklerin yetersizlikleri görünür.
Ateşi çalıp oğluna vermiştir, evet. Belki de bu yüzden yolun sonuna doğru mücadele ivmesi bir noktaya dek artar babanın. Oğlu yeni bir dinin ilk temsilcisidir, yamyamlara barbarlara karşı, çökmüş gitmiş, işlevini yitirmiş inançların arasında bir etik pusula. Bu yüzden kir pas içindeki oğlunun saçlarını okşarken, ne denli güzel olduğunu düşünür, Dedi ki: oğlan Tanrının sözü değilse, Tanrı hiç konuşmamış demektir. Baba yekten analojiyle oğlunu tanrı yerine koymuyor, Tanrı’nın anlatısından elde kalmış ne varsa, sözcükler hâlinde oğlunda belirdiğini, varlığını sürdürdüğünü vurguluyor. İnsan, semavi dinlere göre konuşan değildir ne de de olsa, daha çok dinleyen, kendisine konuşulan, kimi zaman konuşmanın kendisi şeklinde mevcuttur.
Babanın karşılarına çıkan herkesi büyük bir tehlike görmesine rağmen, karşılarına çıkan, ismini öğrendiğimiz tek karakterle uzun denebilecek şekilde yaptığı konuşma ilginçtir. Ely, İlyas, isimli bu yaşlı ve neredeyse kör adam, ki adının sahte olduğunu da söyler laf arasında, dünyanın üzerindekilerle silinmesi gerektiğini söyleyen bir felaket tellalıdır. Zaten kıyamet kopmuşken, baba bu böylesi şüpheci bir adama dahi umut aşılamaya çalışır. Oğlunda ilahi bazı şeyler olduğunu iddia edince, yaşlı adamın cevabı kapkara komiktir. Çünkü bu yolda hele de yanında tanrıyla yürüyorsan, yolun sonunun iyi bir yere varmayacağı aşikârdır. Çünkü tanrıya yer yoktur artık, ama biz onun peygamberleriyiz, burası kesindir. Baba da bu gerçeği bir yerde isyankâr bir hâlde kabullenir, kıyamet kopmuştur, iyi ile kötü evet, çarpışmıştır, işte şimdi iyiler burada, böyle acı çekerken, o kadar sözü olan Tanrı neden suskundur? Onun yeri tam olarak bu kıyametin neresindedir? Analitik düşünceden mücadele boyunca hiç sapmayan baba, yumruklarını çaresizce gökyüzüne bir soru işareti gibi yöneltir. Distopik imgelemin olanaksızlığının yanında, ütopik bir geleceğe dair az da olsa bir umudu barındıran hâlde bile değildir baba. Yine de oğluna ateşi taşıdığından bahseder, kendi düşüncelerinde ise gelecek kavramı silinmiş gitmiştir. İyinin, kötünün ötesine geçmiş, orada ortadan kalkmıştır.
Cormac McCarthy’ye göre dil bilinçsizdir.[ii] Bir kalbin atışındaki kasa dayalı refleksif otonomi gibi değil, tam anlamıyla bilinçsizdir. Parazit gibi beynimize yayılmış, işgal etmiştir. Dil, üzerine düşünen birçok insanın ortaya koyduğu üzere, evrimsel bir süreçtir. Bir şekilde beynimizde bir yerlerde ortaya çıkmış, bir görü gibi belirmiştir. Hızla gelişmiş, yayılmıştır. Birçok hayvanda evrimleşen işaret dili ya da farklı sesler, her ne kadar bir nevi öncül-dil gibi düşünülse de, dil bir tek insanda, neden bilinmez, tarihin bir ânında kendisini göstermiş, ardından insanın evrimsel hızını katbekat aşıp yayılmış, gelişmiştir. Başka başka bir şeyler hâline gelmiştir.
Dile gerçekten ihtiyacımız var mı? Dili olmayan birçok canlı mutlu mesut yaşarlarken. İşaretlerimiz dil değildir, hayvanların işaretleri, kuşların sesleri, balinaların çağrısı, bir şeyleri ifade ederler, doğru. Tehlikeyi, açlığı, üremeyi. Oysa sadece işaret ettiklerimiz, isimlendirebildiklerimizle dilden bahsedebiliriz. Yol’da baba böylesi bir çıkmazda, karşısında belirmiş dünyadaki felaketleri isimlendirmekte zorluk çektikçe, oğlanın sözcüklerine, onunla konuşmaya dönmeye çalışıyor. Oğlan ise, başlarda paylaşmakta hevesli olduğu rüyalarını dahi, yolda ilerledikçe anlatmaktan vazgeçiyor. Rüyalar dahi, insanın dilinden uzaklaşıyor, kendilerine kapanıyor, sözcükleri kullanmaktan uzaklaştıkça, insan hızla kültüre dair bilgisini unutuyor, farklı, çirkin, dünyada artık yeri kalmamış bir varlığa dönüyor.
Kıyametten sonra dahi elimizde kalan yine hikâyeler oluyor, bir de kapitalizm. Anlatıdaki adam bir kaynak avcısı. Kıyamet sonrasında elde kalan ne kaynak varsa, kimi zaman yoktan var edip, kimi zaman nesneleri dönüştürüp, tamir ederek, işlerini görecek alet edevat yaratmakta mahir. Bir tohum tanesinden besin değeri hesaplayıp, oğluna çorba niyetine çay içiriyor. Eksik iskambillerle oyun, terk edilmiş bir nalburdan aldıkları çelik conta ile yola atılan halkalar. Yerdeki kumları eşeliyorlar. Kapitalizmin, yok ettiğini bile telafi eden o gücü beliriyor. Kötü insanlar, ateşi taşımayanlar, insan yiyenler. İyi insanlar ateşi taşıyanlar, ancak onlar da bir yere kadar iyiler. Yeri gelecek bir hırsızı buz gibi soğukta çıplak bırakacak, yeri gelecek tek başına bir ihtiyara bir öğünlük yiyecek vermekle sözde iyiliğini gösterecek.
Kaynakların, gıda üretiminin, paylaşmanın yönetiminin ne olduğu, sistemin tam olarak nasıl çöktüğü muamma. Piyasayı yönlendiren bir devlet garantisi artık mevcut değil. Amerikan yazınında yaygın kıyamet sonrası yapıtların aksine, o eski güzel devlet hâkimiyeti günlerine özlem üzerinden kurulmuyor anlatı. Nüfusun çok ama çok azaldığı aşikâr. Orada burada birtakım komünler, kolektifler var. Kalan az sayıda insan, kimi kanlı amaçlarla, kimi ise dağlara çekilmiş, bir başka tüketim mücadelesi içine girmişler. Yoldaki anlatı sırasında bu kolektifler dahi yok olmuş gitmişler, orada burada kalıntılarına rastlanıyor, arkalarından kalan artık bir işe yaramayan çuvallar, darı taneleri.
Simon Schleusener, romanın neo-liberalizmin nasıl sona erdirilemediğini okuduğu yazısında[iii] Slavoj Žižek ile Fredric Jameson’ın öne sürdüğü “kapitalizmin sonunu düşlemektense, dünyanın sonunu düşlemek daha kolaydır” fikri etrafında dolaşıyor. Denilebilir ki, Amerikan edebiyatı yol motifine sıklıkla tutunur. Yirminci yüzyıl başında Jack London Yol isimli romanında bir avareyi anlatır, uçsuz bucaksız ülkede dolaşır, izler. Ondan 50 yıl sonra, Jack Kerouac Yolda isimli anıt romanında bu kez başıbozuk bir Beat anlatısı oluşturmuştur. Yine yoldayızdır, ama bu kez ülkeyi baştan başa dolaşırken arayış daha özgür, daha keyif odaklıdır. Kaybedilen ev duygusundan ziyade, hareketin coşkusu yazılma hızına hâkimdir. Yine ondan 50 yıl sonra, bu kez McCarthy motifi değiştirmiş, kahramanı dönüştüren, geliştiren kurgudan sapmış, sadece hayatta kalmaya odaklanmış. Yol artık keşif, özgürlük, umut sunmaz. Kültürel bir dönüşüm, bir gelişim getirmez. Yolda ilerlemek, yer değiştirmek, yaşanacak bir gün daha kazanmaktan başka anlam taşımaz. Yol’da tenis ayakkabıları giymiş, sessizce yürüyen bir göçmenler ordusunun geçişinin dehşeti yaşanır.
Toprağın içinde yuvarlandı ve kolunun altından gözleyerek yattı. Tenis ayakkabılı, çiğneyip geçen bir ordu. Deri kılıflarla yaklaşık birer metrelik borular taşıyorlar. Bileklerde borular. Boruların bazılarının uçlarına zincirlerle her tür çöp takılıydı. Kurulmuş oyuncaklar gibi sallanan bir yürüyüşle, tangur tungur geçtiler. Sakallı, maskelerinin arasından nefesleri duman gibi tüterek. Sişşşt, dedi. Şişşşt. Arkadan gelen savaş birliği kurdelelerle süslü mızraklar ya da kargılar taşıyordu, uzun keskin yanları iç kesimlerde ilkel bir demir ocağında kamyon yayları dövülerek yapılmıştı. Oğlan yüzü kollarında, dehşet içinde yatıyordu. Altmış metre kadar öteden geçtiler, toprak ayaklarının altında hafifçe sarsıldı. Yeri çiğneyerek. Ardları sıra koşumlu ve sırtlarına savaş ganimeti yüklenmiş kölelerin çektiği arabalar geldi ve onun arkasından da kadınlar, belki bir düzine kadar, bazıları hamile ve en sonda da soğuktan korunacak şekilde giyinmemiş, köpek tasmaları takılmış ve birbirine boyundurukla bağlanmış tamamlayıcı bir ibne refakatçi grubu. Hepsi geçti. Yattıkları yerde dinlediler.
İçlerinde savaşçılar, hamile kadınlar, kölelerle yürüyen bu ordu, romanın yayımlanmasından 11 yıl sonra başta ABD Başkanı olmak üzere, toplumun belirli kesiminde korku yarattı. Yolculuk bu kez tersinden, ABD’nin Meksika sınırına, kuzeye doğru yola çıkmış Orta ve Güney Amerikalı fakirler ordusunun, mülteci karavanlarının sınıra dayanması, açlıktan kırılan insanların üzerine ateş açılmasıyla yaşandı. Başkanları kendi iyi insanlarını korumak için, bu dışarıdan gelen barbarlara, vahşi göçmen sürülerine karşı duvar dikme kararına onay verilmezse olağanüstü hâl ilan edeceğini söyledi. Piyasalara göre küçük bir kıyamet yaşandı. McCarthy’nin kıyameti neo-liberal düzenin çöküşü olarak gördüğünü söyleyemeyiz kuşkusuz. Ancak eyaletlerarası yol, insanın felaket sonrasında tutunacak tek dalı artık.
Niye eyalet yolları oluyorlar?
Çünkü vaktiyle eyaletlere aitlerdi. Eyalet denen şeylere.
Ama artık eyalet yok mu?
Hayır.
Ne oldu onlara?
Tam olarak bilmiyorum. İyi soru.
Ama yollar hala burada.
Evet. Bir süreliğine.
Ne kadar uzun bir süre?
Bilmiyorum. Belki hayli uzun süre. Onları yerinden sökecek
bir şey yok, demek ki bir süre daha idare ederler.
Kapitalist devletin hatırası, bir sekansta oğlanın Coca Cola ile tanışmasında tekrarlanır. Ürünün yarattığı rahatlama duygusu, reklamı yapılsa bu kadar etkileyici olabilirdi herhalde. Oğlan da tadının güzelliğini onaylar. Kendisini hayli uzak bir mesafede konumlandırmış anlatıcının baba karakterinin kafasının içinde dolandığı yerlerde neoliberal özlemleri dillendirdiğini böylece görüyoruz. Coğrafyanın, insanların, köylerin, eyaletlerin, yolların, dağların, denizin isimsiz olduğu dünyada, gücünü, geçmişini yitirmemiş bir tüketim imgesi olarak, bu içecek adıyla sanıyla varlığını korumaktadır, yıkımdan kurtulan tek metadır. Bu pasajda belki de yeryüzünde son kez kola içtiklerini düşünürler. Kıyameti, şeylerin sonunun gelmesini hatırlatırlar sanki. Oysa ilerleyen sayfalarda, bir depoda bu kez bol miktarda bulacaklar, şaşırtıcı ama bu kez şaşırmayacaklardır. Dünya yok olsa dahi, tüketime dair nesneler sondan sonra dahi yolculuğuna devam eder. Onların kıyameti yoktur, bu denli şiddetli bir yıkım dahi onları yıkamaz. McCarthy dünyanın sonunu kapitalizmin sonuna işaret ederek anlatmıyor, hiç kuşkusuz. Yolculuğun yıkımın ardından sürdüğünü, kör topal ilerlerken dahi sağda solda yıkıntıların arasında, küllerin altında birçok neoliberal hayalin nesnelerinin kendini gösterdiğini hatırlatıyor. Bir zamanlar neleri düşlediğimizin odak envanterinden kesitler gösteriyor.
Fukuyama Sovyet komünizminin yıkımını tarihin sonu diye kavramsallaştırdığında, dünya coşkulu, olumlu bir okuma yaptı, geleceğe dair umutlu, handiyse bir ütopya dillendirdi. McCarthy ise, belki içgüdüsel, belki romanın gerçekliğine uygun düşen bir şekilde, dünyanın sonunu kapitalist demokrasinin işlemez oluşunun yarattığı vahşet ile eşleştirmiş oldu. McCarthy ise has bir Amerikan yazarı. Amerikan kültürünün çöküşünün hüznünü, şiddetini bir üst izlek şeklinde tüm yapıtlarına yaymış. Yol’da bir yerde adamın su birikintilerinde bulduğu şişmiş kitapları evirip çevirirken yaşadığı üzüntü ile karışık öfkede de görülüyor.
Binlercesi sıra sıra düzenlenmiş yalanlarına yönelik bir öfke.[...] En küçük bir şeyin değerinin bile gelecek bir dünyayı doğrulayacağını düşünmemişti.
Kayıpların acısı o denli derindeyken, telafinin gücü devreye girecek, buna umut denebilirse. Romanın ilk taslağında son paragraf çok çok daha karanlık, bir yitimi doğrudan işaret ederken, atılan birkaç sözcükle, basılmış versiyonda belli belirsiz bir ümide kapı açılmış. Bir yazarlık maharetinden öte, inanılırlığı güçlendirme çabası sanki, telafinin gücü, kaynakların gerekli kullanımı meselesi.
McCarthy’nin tüm kitaplarına yayılan izlekleri şiddet, insanın çeşitli etmenlerle manipüle edilen temel etik mücadelesi, çoğunlukla anlamsız, tesadüfî anlar sonrası düşülen derin açmazlar, belalardan sonu kötüye giden kurtulma çabaları denebilir. İlk dört romanı, güney gotiği diye kategorilendirilmiş, bölgeye ait insanların hikâyeleriydi. Takip eden beş romanı, vahşi batıda suç hikâyelerini barındırıyordu. Sonraki Yol ise bunlardan biraz ayrı bir yerde duruyor. Daha genel bir görünüme, dünyanın kendisine bakıyor. Kitabın başında babanın manzarayı dürbünle izlerken gördüklerini aktarıyor. Dünya, kendisini anlamlı kılan kavramlarla karşımızda çözülüyor. Parçalara ayrılıyor. Geçmişin, şimdinin işlevini yitirmesi bir yana, geleceğin de işlevsizleşmesinin tahribatını, bunu anlamakta nasıl başarısız olacağımızı gösteriyor. Eğer yolda devam etmek isteyen olursa, gerekli olan etik refleksin ancak kayıplarla elde edilebileceğini hissettiriyor. Sığınacak evlerin, tanıdıkların, toplulukların, cemaatlerin, komünlerin, daha büyük örgütlenmelerin cevap olmadığı şartlarda, saçmalığın akıl almaz bir hâle geldiği dünyada bir varlık biçimi arayışının portresini çiziyor.
Bir şeylerin ne kadar güzel olduğuna, tüm bu güzelliğin bir gün elimizden yitip gideceğine, bir daha geri gelmeyecek değerlerimize, bu kesin kaderin ne denli acı verici, o denli muhteşem olduğuna, hepsinin bir arada, yaşanacak en şiddetli felaketin dahi bunları silemeyeceğine dair, umutsuzlara umutsuz bir metinle umut vaat eden bir roman.