Tokarzcuk’un romanını belirli bir kategoriye yerleştirmek mümkün değil. Bir yandan bir dizi cinayet çözülmeye çalışıldığı için bir nevi polisiye. Ama doğada hayvanlarla beraber tek başına yaşama arzusu duyan, bezelye deneyini yeniden yapıp kendi gözlemlerini not alan kadının hikâyesi içinden cinayetlere bakılınca bir nevi masal, tabii yetişkinler için.
20 Şubat 2020 17:01
“Dünya acıyla dolu bir hapishanedir, öyle inşa edilmiştir ki yaşamak için insanın diğerlerine acı çektirmesi gerekir. Beni işitiyor musunuz?”
(s. 123)
2018 yılında Nobel Ödülü’nü alarak adından bahsettiren Olga Tokarczuk’un 2009 yılında yayınlanan romanı, Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde adıyla Türkçeleştirildi. Timaş Yayınları tarafından Şubat ayının ilk günlerinde raflarda yerini alan romanın çevirisi Neşe Taluy Yüce’ye ait. Yüce 2006 ve 2016 yıllarında Leh dilindeki çevirilerinde gösterdiği başarıyla Polonya’dan iki ayrı ödül almıştı.
Olga Tokarczuk, 1962 yılında doğdu. Yazarlık hayatına başlamadan önce Varşova Üniversitesi’nde psikolog olarak çalışmış ve Carl Jung hakkında araştırmalar yapmış. Dokuz romanı ve üç kısa hikâye derlemesi olan yazar Koşucular romanıyla 2018 Man Booker International ödülünü kazanmış, Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde ile de 2019 ödülünün finalistleri arasına girmiş. Tokarczuk, halen Polonya Yeşiller Partisi üyesi ve çevre aktivisti.
İnsanların yalnız kalınca doğadan korkmalarını hep manidar bulmuşumdur. Yalnızlıktan, sessizlikten, hayvanlardan en çok da bilinmezlikten korkarız. Birkaç yıl öne aylarımı geçirdiğim bir yayla evindeki günlerimi, gecelerimi hatırlattı bana Olga Tokarczuk’un romanı. Yazları hayvanları ve göçleriyle gelen yaylacılar, kışa yakın kasabaya inerler. Yayla da böylece biraz daha yalnız kalmak isteyenlere kalır. Kar yağar, telaş başlar, kasabaya inen yollar kapanmadan inilir. Olmadı dağ yolundan yürüyerek aşağıya… Doğa insanı her şeyiyle şaşkına çevirir; renkler, kokular, sesler… Her şey ilham vericidir. Koca yeryüzünde insan olarak ne kadar önemsiz olduğunuzu anlarsınız, doğa size bunu her fırsatta söyler.
“Yaylanın siyah beyaz manzarasını izlerken, kederin dünyayı tanımlamak için önemli bir sözcük olduğunu anlamıştım. Her şeyin temelinde bu yatıyordu, beşinci elementti, özün özüydü.”
(s. 58)
Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde, Polonya’nın uzak bir köyünde yaşayan kimilerince deli kadın olan Janina’nın hikâyesi. Eskiden köprüler yapan bir mühendis olan Janina, kendisine dağların eteklerindeki bir yaylada bir hayat kurar. Yazın biraz kalabalık olan yayla, kışın birkaç kişinin birbirleriyle çok fazla iletişim kurmadan yaşadığı bir yerdir. Janina, birkaç yazlıkçının evine bakarak, bir okulda İngilizce dersleri vererek ve William Blake şiirleri çevirerek hayatını geçirir. Yıldızların gökyüzündeki hareketlerini takip eder. Astrolojiye ilgisi vardır. Sık sık hastalanır ve kendi kendini iyileştirmek zorunda kalır. Hayvanlara insanlardan daha çok değer verir. Ve tam da bu yüzden başka insanlar onu deli ya da kaçık gibi kelimelerle tarif eder. Bir gün komşusu Koca Ayak gizemli bir şekilde ölür ve akabinde olaylar gelişir…
“Tanıdık birinin ölümü, insanı özgüvenden mahrum bırakır. Hepsinin yüzünde aynı bakış vardı -törensel bir ciddiyet ve resmî bir seremoni kederi.”
(s. 46)
Tokarzcuk’un romanını belirli bir kategoriye yerleştirmek mümkün değil. Bir yandan bir dizi cinayet çözülmeye çalışıldığı için bir nevi polisiye. Ama doğada hayvanlarla beraber tek başına yaşama arzusu duyan, bezelye deneyini yeniden yapıp kendi gözlemlerini not alan kadının hikâyesi içinden cinayetlere bakılınca bir nevi masal, tabii yetişkinler için.
“Hayvanlara olan yaklaşım yani. İnsanlar hayvanlara vahşice davrandıklarında, hiçbir demokrasi biçimi onlara yardımcı olamaz, aslında hiçbir şey yardımcı olamaz.”
(s. 177)
Evrenin de bir adaleti olduğuna inananlar için Tokarczuk romanı bu adalet duygusunu destekleyecektir. Bakınca aslında bizden sonrası tufan diyerek tükettiğimiz bu yeryüzü, biz daha üstünde yaşarken ona neler yaptığımızı yüzümüze haykırıyor her vesileyle. Efendisi insan değil evrenin, efendi olan o. Janina hayvanları katleden insanlardan, hayvanların kendi öçlerini alacaklarını düşünüyor ve Koca Ayak’ın ölümünün ardından sırlarla dolu ölümlerin sırayla yaşanmasını hayvanlara bağlıyor. Bununla ilgili polise defalarca kez mektuplar yazıyor. Fakat mektupları cevapsız kalıyor. Onun inandıkları ve dile getirdikleri, insanların gözünde onun deliliğine kanıt olarak işlev görüyor. Kilisede düzenlenen bir törende papazın söylediklerine yüksek sesle karşı çıkması ise olayların alevlenmesini sağlıyor.
“Nasıl bir dünya bu? Birinin gövdesi ayakkabı, köfte, sosis veya yatağın önüne serilen halı oluyor, birinin kemikleri çorba yapmak için kaynatılıyor… Birinin karnından ayakkabılar, kanepeler, çantalar yapılıyor, birinin kürküyle ısınılıyor, birinin eti yeniyor, küçük parçalara bölünüp, yağda kızartılıyor. Dahice felsefelere ve teolojilere birçok düşünce uygulanmış olmasına rağmen, bu felaket, bu kitle katliamı, zalimce, ruhsuz, otomatik olarak, vicdanlar sızlamadan, bir an bile düşünmeden sahiden de gerçekleşiyor mu? Öldürmenin ve acının ilke olduğu nasıl bir dünya bu? Bizim neyimiz var?”
(s. 123)
Tokarzcuk işlediği evrenin adaleti konusunun ağırlığından ötürü olsa gerek, romanın dilini ve anlatım biçimini hafif tutmaya gayret etmiş. Doğa bilimlerini, tabiatın kendi dilini, astrolojiyi ve gerçeği görmekten uzak olan bürokrasinin yerlerini romanda anlaşılır biçimde konumlandırmış. Astrolojiye ilgisi ya da astrolojiye dair bir bilgisi olmayan okuru da Janina sayesinde etkilemeyi başarmış. Janina’ya göre bütün sırlar doğada ve onun sırrı ise gökyüzünde saklı. Sonsuz kötülük ve acımasızlık ise insanın içinde.
“Gazeteler, duygularımızı gerçekten bizim için önemli olan şeylerden saptırıyorlar ve bizi sürekli bir tedirginlik halinde tutmaya çalışıyorlar. Neden onların gücüne teslim olayım ve bize ne düşünmemiz gerektiğini söylemelerine izin vereyim?”
(s. 299)
Git gide çürüyen insanlığa bir ağıt olarak okunabilir bu roman. Janina’nın dünyadan kaçma arzusu, doğada her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğuna duyduğu sağlam inanç size ayaklarının yere basmadığı hissiyatını verebilir. O çok titizlendiğimiz siyasi sınırların hayvanlar için geçerli olmadığını ve özgürlüğün insana özgü bir ayrıcalık olmadığını hatırlatıyor onun bakış açısı. Biz insanlar işlerimizle, evlerimizle, eşyalarımızla bu dünyaya sımsıkı bağlanıyor ve özgürlüğün bu bağlardan ibaret olduğunu sanıyoruz. Sevdiklerimizle temasın temel ihtiyaçlarımız arasında kaçıncı sırada olduğunu düşünmüyoruz bile. Evren hızla ciddi uyarılarda bulunuyor ve onu ciddiye almıyoruz. Sonumuz yakın, sebebi de biziz.
“Teorilerimden biriyle örtüşüyordu – insan ruhunun, gerçeğin görülmesine karşı bizi korumak üzere evrimleştiğine dair inancımla. Mekanizmayı fark etmemizi önlemek için. Ruh bizim savunma sistemimizdir -etrafımızda olup biteni asla anlamamızı sağlar. Beynimiz çok yetenekli olsa da onun temel görevi bilgileri süzmektir. Bilginin ağırlığını taşımak imkânsızdır. Zira dünyanın en küçük parçası bile ıstıraptan yapılmıştır.”
(s. 250-251)
Evreni ezeli düşmanı insan ile anlatıyor Tokarzcuk. “Öyle değil de ne?” sorusu ise tamamen okurun ne kadar umutlu ya da umutsuz olduğuyla alakalı. Kimine göre iç karartıcı bir roman olabilir Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde. Kimine göre ise yazarın aslında evrenin özü olarak tanımladığı kederin ve ıstırabın romanı.
•