Dağılıp giden kişiler, kesişen hikâyeler

"Onetti’nin romanlarına aşina oldukça anlatılanların sahihliğinin pek bir önemi olmadığına kani oluruz; anlatılan hikâyeler parçalara ayrılabildikleri gibi, olmadık şekilde birleşebilirler de. Hikâyelerin birleşmesinden kastettiğim, başta bize alakasız gelen yapboz parçalarının sayfalar ilerledikçe yerlerini bulmaları değil, farklı bir teknik..."

20 Ocak 2022 19:00

 
Türkçede son on yılda hiç de azımsanmayacak bir Onetti birikimi oluştu. İlk olarak Kitap-lık’ın Temmuz-Ağustos 2011 tarihli 155. sayısında hayli geniş bir Onetti dosyası yayımlandı. Münir H. Göle’nin hazırladığı bu dosyada, Göle’nin yanı sıra Antonio Muňoz Molina, Noé Jitrik, Jean-François Fogel ve Mario Vargas Llosa’nın yazıları yer almıştı. 2016’dan itibaren de Alef Yayınları, Santa María üçlemesini Tersane’den başlayarak yayımlamaya başladı. Tersane’nin sonunda yer alan Hortensia Campanella’nın makalesi Onetti’nin hayat hikâyesi, romanları ve birçok romanının geçtiği hayalî, mitsel Santa María şehri konusunda hayli bilgilendiricidir. Sonraki yıllarda Alef’in yanı sıra Alakarga Yayınları da iki roman ve bir öykü kitabını yayımladı Onetti’nin – bu romanlardan biri, Artık Fark Etmediğinde de Santa María’da geçiyor. Münir H. Göle’nin Kitap-lık’taki yazısının farklı bir versiyonu da Yarın Başka Bir Gün Olacak’ın sonsözü olarak yer alıyor. Şimdilik Türkçede yayımlanan son Onetti kitabıysa, 2021’in sonbaharında yayımlanan Ceset Toplayıcı.
 
Saydığım Onetti birikimine dahil etmemiz gereken, onun yapıtlarını ve sürdürücüsü olduğu ileri sürülebilecek edebi geleneğin (sadece Latin Amerika ve İspanyol edebiyatında değil, kuzeyden Faulkner’ı da katarak) nerede ve hangi anda ortaya çıkıp hangi koşullarda nasıl geliştiğini etraflıca anlattığı K24'teki yazısında Orhan Koçak, “Onetti’yi sevmek, ondan zevk almak bugün özellikle yazarlardan oluşan dar bir izlerçevre içinde bir ayrıcalık haline gelmiştir, bir mecburiyet değilse eğer,” demişti. Aynı yazının bir başka yerinde de Onetti’nin kitapları için, “çıldırtıcı, sık sık yorucu, hemen her zaman hazine-benzeri” saptamasını yapmıştı.

Gerçekten de Onetti’nin cümlelerinin kimi zaman çıldırtıcı olabilecek, baş döndürücü bir yanı var. Üstelik bu dönüşlerin, döngülerin benzerlerini romanların kurgularında görmek de mümkün. Adeta döne döne uzayan cümleleri hakkını vererek okumak okuyucunun hızını kesiyor, belki yoruyor, ama aynı zamanda büyük bir edebi haz sunuyor. Cümlelerin birbirine eklenişi, bağlanışı ve aynı cümlenin içindeki dönüş hareketleri de keza. Hazzın yanı sıra hayli esin verici olduğunu düşünüyorum – “yazarlardan oluşan izlerçevre”ye cazip gelen yanlardan biri bu olabilir. Ama sanırım romanlarında hikâyelerin nasıl belirdiğine, ortaya çıkıp nasıl ilerlediğine dair hem izler bırakıp hem bir şeyleri muğlak bırakması daha etkili olsa gerek bunda. Hikâyelerin oluşumu da döne dolaşa gerçekleşiyor; bir hikâyeden öbürüne gidip dönerek, yeniden giderek, dönerek ya da orada kalarak, yahut kimi zaman da hikâyelerin kendi üzerinde dönenip durmasına tanık oluyoruz.

Kısa Hayat’ın girişine yakından bakarsak bunun bir örneğini tespit edebiliriz.

Adının Brausen olacağını öğreneceğimiz anlatıcı, romanın başlarında bir yandan göğüs ampütasyonu geçiren karısı Gertrudis’in hastaneden eve dönmesini beklemekte, bir yandan da duvarların inceliği nedeniyle yan odadan gelen konuşmalara kulak vermektedir. Zihni bundan sonra karısına karşı nasıl davranacağı, bedenindeki eksikliğe ve kadının acısına nasıl tepkiler vereceğiyle meşgulken, aynı zamanda, işittiği kadarıyla yan dairedeki kadının hayatının ayrıntılarını da gözünde canlandırmaya çalışmaktadır. Bunların yanı sıra zihnini vermesi gereken bir konu daha vardır, iş arkadaşı Stein ondan bir senaryo istemiştir. Ne ki bunu yürütmesi, ilerletmesi de çok mümkün değildir, odağında karısının “kesik göğsü” bulunmaktadır.

Roman sadece Brausen’in işittiklerini nakletmesiyle başlar; karısıyla geçirdiği operasyonla ilgili zihninden geçenler ve yan odadaki kadından işittikleri ardışık olarak ifade edilirken, metin ilerledikçe artacak döngülerin habercisi olabilecek bir şey çıkar karşımıza. Santa Rosa fırtınası beklenmektedir. Fırtınanın hortumlar, girdaplar da barındırdığını düşünmek mümkün elbette. Ardışık sıralanan cümleleri de savuracaktır. Nasıl mı?

“Ayrıca herkes –yan daireye taşınan tanımadığım hayat kadını, tıraş köpüğü kokulu havada dönüp duran böcek, Buenos Aires’te yaşayan herkes– bu Santa Rosa gününde benimle beklemeye mahkûm olmuştu; ister bilsinler, ister bilmesinler, tehditkâr ve uğursuz sıcakta ahmaklar gibi açılmış ağızlarıyla, eli kulağında baharı ve kıyıdan bir geçit açıp şehri mutluluğun tıpkı bir hatırlama eylemi gibi apansız ve eksiksiz boy gösterdiği, bereketli bir ülkeye dönüştürecek kısa süreli, muhteşem fırtınayı bir an için görmeye uğraşarak bekleşmekteydiler.” (s. 15-16)

Bu cümleye kayıtsız kalmak, anaforuna kapılmamak, kendi “hatırlama eylem”lerimizden uzak durabilmek mümkün değil; romanın içine çekiliveriyor, atmosferini soluyoruz “ahmaklar gibi açılmış” ağzımızla. “Herkes”e bizi de dahil etmiştir bu cümleyle Onetti. Beri yandan benzer cümleleri peş peşe sıralayarak bizi girdap içinde girdaplara çekmez; anlatı, olay örgüsü (Brausen’in zihninin akışı) devam eder ve duvarın öte yanından gelen konuşmaların nötr aktarıcısı olmaktan vazgeçip tahmin kipine geçer. “Olmuştur”, “bakıyordur”, “kayıyordur.”

Gelgelelim, bu “tahmin kipi” sadece şimdiye ve yan dairedeki kadına değil, geleceğe de uygulanacaktır. Gertrudis henüz gelmemiştir hastaneden, ama anlatıcı o geldiğinde neler olacağını tahmin etmeye çalışmaktan geri durmaz; hatta buna tahmin de dememek gerekir, kesinlikli ifadelerle öngörülerini sıralar. Görüsü sadece olaylar, konuşmalar üzerine değildir, dürbününü kendi iç dünyasına da salmıştır. En acıtıcı olabilecek (hayır, böyle değil, “olacak” demek lazım; artık tahmin değil, kehanet kipi söz konusu, anlatmak kelimesi artık “kurmak” eyleminin öbür anlamını, gerçekleştirmeyi de içeriyor) ânı görmekten, anlatmaktan sakınmadan.

“O gülümseyecek, sorular soracak, kendini daha iyi hissedecek ve eve dönecek. Ve o zaman sıra sağ elime, dudağıma ve tüm vücuduma gelecek; vazife, acıma ve aşağılama dehşeti ânı. Çünkü ona sunabileceğim tek inandırıcı kanıt, tek saadet ve güven kaynağı, apaydınlık bir ışıkta şehvetten gençleşmiş yüzümü kaldırıp onu kesilmiş göğsünün üzerine yatırmak, öpmek ve orada aklıma kaybetmek olacak.” (s. 18-19)

Peşi sıra tahmin/kehanet kipinden nötr aktarıcılığa döndüğünde, yan komşusunun “artık hiçbir şeyin fayda etmeyeceğine” dair sözlerine dikkat kesilecektir. Kadının bunu ne bağlamda söylediğini bilemeyiz, buna dair bir tahminde de bulunmaz Brausen, ama zaten mesele o değildir! Olayların, mekânların, zamanların girdaplanmasına alışmaya başladığımız için meselenin ne olduğunu tahmin etmek bizim için çok zor olmaz.

Kısa Hayat’ın ikinci bölümüyle birlikte Onetti’nin efsanevi Santa María’sıyla tanışırız. Gertrudis gelmiştir, hastadır, kederlidir; Brausen’in zihninin, içinde bulunduğu an ve mekândan uzaklaşması (daha doğrusu uzaklaşmayıp eşzamanlı işlemesi) yan daireden gelen seslerle, konuşmalarla değil, yazmayı düşündüğü senaryoyla ilgilidir. Bir adam belirmiştir zihninde, Díaz Grey isminde bir doktor, Santa María’da yaşamaktadır. Bir yandan Gertrudis’i, ilişkilerini, hayatındaki keskin yırtılmayı düşünürken, (“Bir meselenin sonlandığını, kaçınılmaz bir diğerinin başladığını, bu ikisinden hiçbirini düşünmemem gerektiğini, bunların hayatın sonuyla çürüme gibi tek bir şey olduğunu bilerek…”) bir yandan da daha önce sadece yirmi dört saat kaldığı Santa María’yı ve zihninde giderek belirginleşmeye başlayan doktoru gözünün önüne getirmektedir.

Doktorun hastası bir kadın da belirir bu arada, kısa bir an doktora göğüslerini gösterir bu kadın. Anlatı yeniden Gertrudis’e döner yüzünü, uyuyordur. Oradan kendisinden senaryo isteyen arkadaşının talimatvari önerilerine atlar. (“Tipik bir kadın dergisi hikâyesi olmasın. Ama çok iyi de olmasın. İnsanlara hikâyeyi kafalarına göre bozma fırsatı versin, yeter.”)

Düşünmekten, hayal etmekten, düşüncelerini nakletmekten öteye geçer Brausen. Yataktan kalkıp pencereye geldiğinde karşısında Santa María vardır artık. Bu arada komşu kadın da çıkardığı seslerle katılır anlatıya (“Komşu dairenin kapısını çarptığını, kadının banyoya girdiğini, sonra bir şarkı mırıldanarak dolaştığını duydum. Yalnızdı.”) Komşu daireden gelen sesleri bize aktarırken kip değişir, yan odadaymış, orada olanları görüyormuş gibi anlatmaya geçer. Daha doğrusu, hiç kuşkusuz görüyordur. Bir yandan da “hayalî” doktor Díaz’la Gertrudis’i ameliyat eden doktor arasında benzerlikler olduğunu düşünür, kurar, belirler, fark eder. Benzer biçimde Díaz’ın ne yaptığını tahmine kalkışır, daha önce komşu kadının yaptıklarını, hissettiklerini tahmin ettiği gibi. Díaz kâh Gertrudis’in doktorunu andırıyordur, kâh Brausen’in kendisini. Onetti’nin cümleleri de çift yönlüdür, bir yandan Brausen’in o anda ne yaptığını saptıyordur, ama aynı zamanda bu saptama Díaz Grey hakkında da bir şeyler söyler bize.

“Karşı terasta sallanan çamaşırların gürültüsünü, Gertrudis’in horultularının düzensiz temposunu, komşu dairedeki kadının başının etrafındaki sessizliği dinlerken nasılsam aynen öyle, aptallaşmış, anlamakta zorlanıyor olmalıydı.” (s. 26)

Bu “olmalıydı” kipini hemen bırakıp “bakıyordu”ya geçer. Bir bitişmeyi de cümle arasında sezdirir. Díaz’ın penceresinden gördüğü nehri anlatırken (Brausen de vaktiyle yirmi dört saatlik ziyaretine böyle bir tekneyle gitmiştir), “… pruvasını köpüksüz sulara batırıp yol alarak doktor Díaz Grey’le onun yaşadığı şehre sallana sallana yaklaşan, tekne dedikleri gemiler[den]” bahseder. Şehrin ve doktorun söylem düzeyinde bitiştiği tek örnek olmayacaktır – bilindiği üzere tek cümle ya da tek kitap da olmayacaktır, Onetti’nin Santa María’da geçen başka romanlarında da Díaz Grey çıkacaktır karşımıza ve çok zaman o metnin anlatıcısı için biraz karanlık, belirsizliklerle dolu biri olacaktır, şehir gibi. Brausen’i de ayrı tutmak ne mümkün şehirle doktordan! “Nehirle ve öğle uykusuna demir atmış teknesiyle birlikte şehir benimdir artık” der mesela.

Bitiştirdiği gibi öteler de Onetti bu “birim”leri. Yahut birini alıp yerine öbürünü koyar. İç içe geçirerek anlatır kişileri, zamanları, hikâyeleri. Brausen bunları yaparken, birinden öbürüne atlarken çok rahattır. Bazen göstere göstere yapar. “Bir hikâye filizlenmeye başladı içimde,” der mesela, kurmakta olduğunu belirtmekte beis görmez. Stein’in kadın arkadaşı Mami’yi seyrediyordur “hikâye filizlenmeye” başladığında.

“Sertçe gerilmiş iki parmağının arasındaki sigarasını içiyordu. Bir süre sonra, birisi arka taraftaki kapıların aydınlık camlarının ardından güldü; geceye dair bir serinlik, bir teslimiyet süzülerek geçti, ardından insansız salonda asılı kaldı; gölgelerin içinde sigarasını içen şişman, yaşlı kadından nostaljik bir hikâye filizlenmeye başladı içimde. Kadının etrafındaki gölgenin ona dokunmadan, onu kaplamaktan âciz, en karanlık gecenin bile tuhaf süslü şapkasını ya da şişkin bebek yüzünün yumuşamış beyazlığını yok edecek güçlere sahip olmadığını kanıtlarcasına indiğini gördüm.” (s. 34-35)

Uzun uzadıya cümleyi neden alıntıladığım tahmin ediliyordur. Onetti’nin baş döndürücü cümlelerinden biri. Bize Mami’yi de çiziyor, geceyi de, gecedeki gölgeyi de; serinliğin teslimiyeti andırışını araya katarak – salt bu sonuncusunun nasıl bir çağrışımlar alanına insanı çekeceği açıktır sanırım. Seçtiği fiiller de değişkenlik gösterir Brausen’in. Mami hakkında da bir şeyler tahmin eder, ama “keşfettim” der önce. Peşinden “hayal ettim” diyecektir. Mami’ye bir şeyler yakıştırması salt gecedeki görüntüsünün neden olduğu intibaların sonucu değildir, Stein’in vaktiyle kendisine anlattıklarından esinlendiğini de gizlemez. Dolayısıyla hayal ve bellekte yapılan keşif birlikte iş görmektedirler. Art arda iki cümlenin bir biriyle, bir öbürüyle sona ermesini yadırgamayız. Burada da kalmaz, az sonra “keşfettim” fiiline “hatırladım” eşlik eder, üstelik önceki gibi art arda iki cümlede değil, aynı eylemi ifade edecektir bu ikisi. “… çıplak delikanlıya nasıl baktığını keşfettim, hatırladım.”

Roman boyunca bu gelgitin, bu yinelenen hareketlerin benzerleri çıkar karşımıza. Hayal, keşif, hatırlama… Bir sahneden öbürüne aniden geçişler, bir zamandan öbürüne, kişilerden kişilere atlamalar. Brausen’in yazısına değilse de, yazma sürecine eşlik ederiz; yazmayı da önceleyen zihin eylemlerine, kurmasına, kafasında canlandırmasına, gözünün önüne getirmesine. Zihin tek boyutlu, dümdüz ilerlemez; Brausen’in hatıraları, düşleri de girer devreye, tam o anda yapıp ettikleri de. Birbirine yakın ve uzak hikâyelerden biri öne çıkar, öbürü çekilir. Birinden öbürüne bir duygu sıçrar, bir ruh hali taşar, çekişmeler itişmeler az değildir aralarında. Esin dediğimiz şey sözlük anlamıyla da alabileceğimiz, esintili bir şeyse, esiyorsa, yukarıda saydıklarım, düş, hatıra, aynı anda farklı düzlemlerde olup bitenler, “cereyan” yaparlar, kuranderler oluşur aralarında. Roman bu esintili koridorlarda oluşur, ortaya çıkar.

Başka roman kişilerini anlatırken onların ne yaptığına dair cümleleri “Hayal ettim”, “gözümün önüne getirdim” gibi kalıplarla ifade eden bir başka anlatıcı Veda Ederken’de çıkar karşımıza. Sanatoryumu olan bir köydeki barın sahibidir bize romanı aktaran, şehre gelen hasta bir adam ve onun iki kadın ziyaretçisinin hikâyesidir anlattığı. Anlatıcı bardan pek seyrek çıkar, çıktığında bile o adamın neler yaptığını doğrudan görmediği, gözlemlemediği için ya işittiklerini anlatır ya da kurduklarını – tahminlerini, öngördüklerini, öyle olduğundan emin olduklarını, tıpkı Brausen gibi.

Anlatıcının hayatı hakkında çok şey öğrenmeyiz bu kısa roman boyunca. Anlattıklarının arasından bir şeyler parıldar ancak.

“Ben, yanıldığım için, ikimizin zayıf olanıydım; on beş yıldır köyde yaşıyor olmanın acımasız talihsizliğinin, karşılığında elde ettiğim pişmanlığın bilincine varıyordum birdenbire: yalnızlık, bar, hiç olmanın bu şekli… Minicik, anlamsız, ölüydüm. Genç kız geliyor ve gidiyordu, buraya acı çekmeye, başarısızlığa uğramaya, sezdiği halde dert etmediği başka bir acıya, başarısızlığa gidiyordu.” (s. 58)

Tahmin etmektir yaptığı, “Daha sonra düşündüğüm gibi” der mesela; bu üç kişi arasındaki bağların, birlikte ve ayrı hikâyelerin anlatıcıyı bir hayli meşgul ettiğini anlarız. Anlatma çabasıyla anlama çabası iç içedir ve kendi hikâyesi de belli belirsiz sızmaktadır aralarına.

Onetti Kısa Hayat’ı tamamladıktan sonra Ceset Toplayıcı’yı yazmaya başlamış. Tam o sıralarda metruk bir tersanede bir başına çalışan bir adamı tanıyınca, yazmakta olduğu romanı bırakıp Tersane’ye girişmiş. Bu nedenle üçlemenin sıralamasının tartışmalı olduğu belirtiliyor, Tersane’de yer alan Campanella’nın yazısına düşülen editör notunda. Üçlemeyi herhangi birinden başlayıp herhangi bir sırayla okumakta sorun yok, farklı romanlarda aynı isimde karakterler varsa bile mutlak anlamda aynı kişiler olduklarını söylemek zor – Díaz Grey dahil. Hatta Doktor, Ceset Toplayıcı’da bunun teorisini de yapar. Sabit bir insandan söz edilemez ona göre, kişi anlıktır, devamlılık gösterdiğimizse yanılsamadan başka bir şey değildir. İnsanı bütün geçmiş versiyonlarıyla derli toplu bir bütünlük olarak değil, “dağılıp gitmelerle” anmak, anlamak gerekir.

“Her kişinin birer his ve an olduğunu, görünürdeki devamlılığın baskılarla, rutinlerle, ataletle, bizi özgürlüğe değmeme haline getiren acizlik ve ödleklikle denetlediğini göstermeyi kabul etti. İnsanın dağılıp gitme olduğunu, dağılıp gitmeye karşı duyduğu korku olduğunu ileri sürdü.” (s. 105 – Vurgular metinde.)

Bu nedenle geçmişteki bütün Díaz Grey’leri aynı kişi sanmak hatadır. “Mümkün olmuş bütün Díaz Grey’ler”den söz eder, tek bir Díaz Grey yoktur; değil ki başka romanlardaki Díaz Grey’i aynı kişi olarak görelim, değerlendirelim. Brausen’in Kısa Hayat’ın başlarındaki tutumunu anıştıran bir yan yok mu burada, bir nev’i “tahmin kipi” söz konusu değil mi, muhtemel Díaz Grey’leri tahmin?

Ceset Toplayıcı’nın öne çıkan kişilerinden 16-17 yaşlarındaki Jorge’de de var benzer bir tutum. Romanın iki anlatıcısından biridir Jorge, öbürü dış anlatıcıdır, romanda kişilerin iç sesleri zaman zaman italik olarak ifade edilir, ama baştan sona roman kişilerinden birinin anlattığı bölümler sadece Jorge’nin ağzından olanlardır – unutmadan, bir de anonim bir anlatıcı var, “biz” diyerek aktarır olayları, kimdir bilmeyiz, kişiselleşmez. Santa Maríalılardan biridir, olan bitenleri hayli zaman geçtikten sonra kulağına o zaman ve sonrasında gelenleri aktarır. Jorge de olabilir, bir başkası da.

“Ceset Toplayıcı’nın hareketsiz duruşuna bakıyorum, bir sonuca ulaşamadan nasıl olduğunu tahmin etmeye, ona bir geçmiş uydurmaya, babamdan kiraladığı kıyıdaki evin en yaşlı kadınıyla, Güzel María’yla birlikte hayal ediyorum.” (s. 115)

Jorge’nin bu cümlesindeki “bir sonuca ulaşamadan” vurgusu önemli. Yaptığı vurgunun bir benzeri kendisine farklı bir geçmiş hayal ettiğini anlattığı sırada da çıkar karşımıza. O yaptığını da “işe yaramaz” bulur. Bir fayda, işe yarama, bir anlam bulma ve serdetme beklentisi yoktur, bu yanıyla tipik Onetti kişilerinden biridir. Çoğunda olduğu gibi onda da “teselli” ve “beklenti” ya yoktur ya da görüldükleri yerde imha edilirler; başkalarında gördüğünde de tadı kaçar, yapacak çok şey olmadığını, bunlardan insanın kendi başına ve zamanla kurtulabileceğini –o da mümkün olabilirse tabii– gencecik yaşında öğrenmiştir.

Onetti’nin romanlarına aşina oldukça anlatılanların sahihliğinin pek bir önemi olmadığına kani oluruz; anlatılan hikâyeler parçalara ayrılabildikleri gibi, olmadık şekilde birleşebilirler de. Hikâyelerin birleşmesinden kastettiğim, başta bize alakasız gelen yapboz parçalarının sayfalar ilerledikçe yerlerini bulmaları değil, farklı bir teknik. Anlatıcının kendi hikâyesiyle anlattığı kişinin hikâyesi arasında paralel yanlar olduğunu sezeriz, ama bu öyle adı konacak bir benzerlik değildir, yahut bu benzerlikten yola çıkarak genel geçer bir şeyler söyleme cüretine kapılmayız; hikâyeler halen apayrıdırlar ama birbirlerine seslenirler sanki – ne duyduklarını söylemek kolay olmasa da. Aslında bir şey söylemeleri de gerekmiyor sanırım. Onetti, ders çıkarılsın, hisse alınsın diye anlatmıyor hikâyeleri. Campanella, Onetti’nin Tersane’nin ülkenin eski başkanına yapılan bir atıf olarak yorumlanmasına karşı çıkarak, “Niyetim kesinlikle alegori yapmak değildi, ayrıca edebiyattan anladığım mesaj vermek değildir” dediğini, peşinden de, “Mesaj göndermek istersem Western Union kullanırım” diyerek dalga geçtiğini aktarıyor.

Santa María da başka şehirleri anıştırarak onlara dair bir şeyler söylemek, bir şeylerin anlamını ortaya koymak için yaratılmış olmasa gerek – yahut bir yerde dediği gibi “açıklanamaz bir anlam” söz konusudur belki de. Anlamın yokluğunu ya da açıklanamazlığını hatırlatmak için? Belki, belki bunlar için olabilir. Onetti’nin kişilerinde şunu da hissederiz. Bir anlam arayışına girmişlerse bile pek de uzun olmayan bir zaman diliminde püskürtülmüşlerdir bu çabadan, bu elde var birdir ve başkalarına ya da kendilerine bakarlarken bunu zihinlerinin bir köşesinde tutmaktadırlar. Beri yandan anlatıcı-roman kişileri, halen anlamın varlığına aklı kesen birinden söz ettiklerinde o inanca kendileri de kapılmak ister gibidirler – çok derinlerde bunun mümkün olmadığını bilmelerine rağmen; hikâye ve kişiler kurmanın, kurgulamanın, aynı zamanda “kurgucu” için kendisini de kurmak gibi bir anlamı, sonucu olmasın! Hatta anlatma edimine, “hayal” “keşif” “gözünde canlandırma” “icat” gibi işlere de bu yüzden kalkışıyorlar belki de, anlamın var olabileceğine dair kendilerini ikna etmek, buna inanmak ancak kurmacalar, hikâyeler vasıtasıyla mümkün olabilirmiş gibi. Dikkat çekerim, anlam olsun diye değil, anlamın olabileceğine inanabilmek için.

Onlardaki inançsızlığın nasıl bir şey olduğuna dair bir ipucuna Veda Ederken’de rastlarız. Romanın anlatıcısı romanın odağındaki, yukarıda değindiğim hasta (ve uzak olmayan gelecekte öleceğini kestirdikleri) kişiyi “inançsız” diye nitelendirir.

“‘İnançsız’ derdim hastabakıcıya, hastabakıcı ne demek istediğimi anlayabilecek olsaydı. O gece ‘inançsız’ diye kendi kendime defalarca tekrar ettim. İnançsız olmak böyle bir şey tam anlamıyla: Korkunç bir kararlılıkla asla kendine yalan söylemeyeceğine dair kendi başına yavaş yavaş kurduğu bir inanç eksikliği. Bu inançsızlığın içinde, fazla zorlanmadan bastırılmış bir umutsuzluk, doğallıkla, saflıkla sınırlandırılmış, sadece ürettiği ve beslediği nedene yönelik bir şey vardı; çoktan alıştığı, ezbere bildiği bir çaresizlik. İyileşmesinin imkânsız olduğuna inanmıyor değil, ama bu iyileşmenin anlamına, yüceliğine inanmıyordu.” (s. 9)

Daha yeni tanıdığı birine bunları yakıştırıvermesi tipik Onetti anlatıcısı işi. Sezgi gücünün yüksekliğinin, yaptığı saptamayı büyük bir özgüvenle aktarma cesaretinin o adama baktığında sadece o adamın hikâyesini değil, başka hikâyeleri de görmesinden, muhtemelen bize hiç anlatmadığı kendi hikâyesi dahil. Ayrıca birçok insanın gelip gittiği şehirden ya da sahibi olduğu bardan anlatmaya değer bu adamın hikâyesini seçmesi de belli ki boşuna değildir. Bir yakınlık söz konusudur. Kaldı ki bu adama yakıştırdığı inançsızlık ilk anda iyileşmeye dair bir inançsızlık gibi anlaşılmaya müsait, ancak inanmadığı şeyin iyileşmenin anlamı ve yüceliğine dair olduğuna yapılan vurguyla bu inançsızlık halinin çok daha geniş alanlara açıldığı da bir gerçek.

Bar sahibi anlatıcının, hikâyelerini bölük pörçük de olsa aktardığı üçlüye dair bilgi kaynağı hastanedeki hastabakıcıyla adamın kaldığı oteldeki oda hizmetçisidir, ancak onlardan gelen bilgilerin eksik olduğunu, eksik kaldığını ve kalacağını fırsat buldukça vurgular. Örneğin, hastabakıcıyla oda hizmetçisinin “evde olanların ‘sonsöz’ünü anlat[tıklarını]” belirttikten sonra ekler: “Bu tuhaf hikâyeye, şu ikisinin aklının erdiği kadarıyla bir son.” Az sonra bu “sonsöz”ü o ikisinin “anlatıp yeniden kur[duklarını]” da vurgulayacaktır. Kendi yaptığı da kuşkusuz roman boyunca anlatırken yeniden kurmaktır, ama o öbür ikisinden farklı olarak, “her birinin yenilgisinin çeşitli biçimlerini gördü[ğünü]” düşünmektedir, gene yukarıdaki bir başka alıntıyı hatırlarsak, kendisinin köydeki varlığından “hiç olmanın bu şekli” diye söz etmişti. Hikâyesini anlattıklarıyla kendisi ve hikâyesi arasında bir başka bağ vardır, öbür ikisinde, hastabakıcı ve oda hizmetçisinde olmadığını düşündüğü.

“Yenilgi günlükleri”, başarısızlıklar, ertelemeler, hiç olmanın farklı şekilleri… Onetti’nin romanlarının birbirini çağıran laytmotiflerindendir bunlar. Gene de varoluşu topyekûn mahkûm ettiği söylenemez. Varoluşa bir üst anlam biçilmesinin baştan yenilgiyi getirdiğini savunuyor gibidir daha çok. “Kısa hayat” sadece bir roman adı değildir bu yüzden. Farklı bir bakış çağrısıdır. Brausen’in söylediği gibi.

“İnsanlar ölene dek tek bir hayata mahkûm olduklarına inanıyorlar. Sadece bir ruha, bir varoluşa. Halbuki birçok kez, uzun denebilecek birçok hayat yaşanabilir.” (s. 213)

Gertrudis şu soruyla karşılar onu:

“'Öyleyse hayatlarından birinde öldün. […] Şimdi diğeriyle, yeni başlayanla ne yapacaksın?'

‘Hiç,’ dedim, […] ‘Basitçe yaşayacağım. Başka bir başarısızlık; çünkü hayatta yapacak belli bir şey olduğuna, herkesin belli bir hedef için kendini gerçekleştirebileceğine inanabilir insan. O zaman ölümün bir anlamı kalmaz, en azından mutlak bir mahvoluş kadar, çünkü inançlı insan hayatın anlamını keşfedip ona itaat ettiğini sanabilir. Öte yandan, başlayan bu küçük hayat için ya da önceden sıfırdan başladıklarım olduysa onlar için bana faydası dokunacak hiçbir şey bilmiyorum, olası bir inanç var mı, göremiyorum. Elbette birçok oyuna katılabilir, az çok kendimi ikna ederek diğerleri için inançlı Brausen farsını oynayabilirim. Dikkatimizi dağıtabildiği, bizi bilinçsizliğe taşıyabildiği ölçüde herhangi bir tutku ya da inanç mutlu olmaya yarar.” (s. 214)

Bilince –belki başına sözümona nitelemesini getirmemiz gereken bilince– bir reddiyedir. Anlam, amaç gibi meseleleri tartışan bilincin karşısına bilinçsizliği koymaktadır, bu aslında yaşamaya ket vuran bilinç meseleleri yerine yaşamayı esas alma çağrısı olarak da okunabilir sanırım. Gene Kısa Hayat’ta uyumakta olan Gertrudis’in ağzının “yaşamanın bilinçsiz iradesini ifşa et[tiğini]” söylediğine dikkat çekmek isterim Brausen’in.

Onetti’nin romanları peş peşe okunduğunda birçok ortak ayrıntı olduğu kolayca fark edilir – belki de saplantı, tutku… Bunlardan biri de uyumakta olan bir kadındır, roman kişisi seyrediyor ya da tahayyül ediyor, gözünün önüne getiriyordur. Nitekim Ceset Toplayıcı'da da uyuyan bir kadın bahsi çıkar karşımıza.

“Toplayıcı, nefesin ritmiyle batıp çıkmaya zorunlu, ıslıklanan S’lerle yaralanmış, uyuyan kadının ağzının havada açtığı yuvarlak soğuran deliklere gömülürken, kendisinin ne düşündüğünü kadının asla bilemeyeceğini anladı, birisinin bir şeyleri prova etmek için kendisini kullandığını söyledi içinden. (s. 159)

Satır arasına sıkışmış “birisinin bir şeyleri prova etme”sine dikkat çekmekle yetineceğim. Kimdir kastedilen, bilmeyiz. Hikâyeci midir, Toplayıcı’yı genelev açmaya yönlendiren eczacı ya da Doktor Díaz Grey midir sözünü ettiği? Kaldı ki, önemli midir kim olduğu? Baştan itibaren anlatmaya çalıştığım gibi, hikâye anlatmak, kurgulamak birçok yanıyla Onetti’nin romanlarında önemli bir mesele olarak belirir. Konu ortaya böyle konduğunda “anlatıcı”ya da bir makam, mevki vehmedildiği çok açık, ama öyle midir, anlatıcısını yahut kişisini bulan hikâye olamaz mı? Ceset Toplayıcı’da Díaz Grey’in zihninden, vaktiyle doğumlarına yardım ettiği on beş yaşlarındaki gençleri düşünürken şunlar geçer:

“Şimdiyse on beşlerine vardılar, kendi yerlerini işgal etmeye ve değiştirmeye başlıyorlar; o eski bıktırıcı, heyecanlı maceranın, klişelerin o sonu gelmez tekrarının kendileriyle başladığına, onları adım adım kendilerinin keşfettiklerine ve yarattıklarına inanmaya başlıyorlar. Üstelik doğru da, kabul etmem gerek; müzmin bir hikâyenin bölümlerini hevesle, itaatle bir bir yazıyorlar ve hikâyenin önceden var olduğunu, onlarla kendini yeniden yarattığını ve delice inadını tüketmek için onları yarattığını bilmiyorlar.” (s. 262)

Bu mekanizmanın bir benzerine, bu kez “düşünceler” bağlamında Jorge’de rastlarız.

“Geçiyorum bahçeyi […] düşüncelerin bizden doğmadıklarını, orada kafamızın dışında herhangi bir yerde özgür ve dayanıklı durduklarını, düşünülmek için içimize süzüldüklerini, bıktıklarında da kaprisli ve değişmemiş olarak bizi terk ettiklerini düşünerek.” (s. 212)

Ceset Toplayıcısı’nda anlatılan olaylar Santa María’da bir genelev açılması karşısında yaşanan çatışmalar şeklinde özetlenebilir, ama hayli eksik kalacak bir özet olur bu. Onetti’nin romanlarındaki “hazine” bu gibi kaba özetlerde değil, satır aralarında, barındırdığı sayısız hikâyede, hikâyelerin akışında, dönüp durmasında, batıp çıkmasında. Ceset Toplayıcısı, üstelik en özet halinde bile bundan ibaret değil, Jorge’nin ölmüş abisinin eşi Julita’ya karşı hissettikleri, bu hislerin nasıl serpildiği, nereye vardığı da bir o kadar önemli, belki daha da önemli; romanda anlatılan hikâyeler arasında bir önem sıralaması yapmak da manasız gerçi. Brausen’in “kısa hayat” düsturundan Jorge’ye atlamam sebepsiz değil. Yetişme çağındaki Jorge’nin büyüklerin kendisine dayattığı hayat karşısında hissedip düşündükleri de yaşamayı esas alma çağrısıyla benzeşiyor.

“Kayda değer olan büyüklerin hayatı ve benimle hiç alakası yok” dedikten sonra arada bir büyüklerin hayatından rahatsız olmamayı onları “taklit” ve “kopyalama” becerisi sayesinde başardığını belirtir. Peşi sıra Julita’yı öptüğünde böyle olmadığını söyler. Fark çok önemlidir. Şöyle devam eder:

“Ben yalnızca elle tutulur yenilikler, beni farklı kılacak saçmalıklar gibi şeyler istiyorum. Bana baksınlar istiyorum, skandal olmak istiyorum, beni kendileriyle karşılaştırmasınlar, kendileriyle eşit tutmasınlar, eşit düşünmesinler istiyorum. Bir geçmişe sahip olmak ilgimi çekmiyor, yarınsa daima yabancı bölge. Hep şimdi olmalı, her seferinde şimdi ve derhal olmalı. Sadece şeylere dönüştükleri zaman hoşlanıyorum kelimelerden.” (s. 115)

Daha sonra, sevişmelerinin ardından, “Julita’nın çılgınlığının bana dayattığı sonsuza uzanan bir şimdiki zaman” diyecektir Jorge. Müteveffa abisinin karısıyla yatması, (Santa María’ya genelev açılması gibi) düpedüz bir skandaldır, ama bunun yanı sıra, Jorge’nin şimdiki zamana yaptığı vurgu, yaşamayı ahlak, bilinç gibi meselelerin önüne aldığının, gerekliliklerin, zorunlulukların, anlam, vs. arayışlarının beyhudeliğinin altını çizme ihtiyacı duyduğunun da bir ifadesidir hiç kuşkusuz. Yepyeni bir anda (yeni, kısa bir hayatın başlangıcında belki) olmanın coşkunluğu içindedir. Ancak unutmayalım, bir Onetti romanındayız, daha yataktan çıkmamışken kendi kendine şunları söylemesi kaçınılmaz olacaktır Jorge’nin.

“İçtenliğinde, sere serpe, mutlu fizyolojisinde yeni hiçbir şey olmadığını hissediyorum. Daha önce hiç yapmadım elbette. Ama yıllar boyunca, kendimi bildim bileli hayal ettim, istedim, düşündüm.” (s. 236)

“Hani yaşamayı öne almak? Yaşamayı değil, hayal gücünü öne alıyor” denebilir. Orhan Koçak, başta değindiğim yazısında, Brausen’in başkalarına “ayrıntılı geçmişler ve gelecekler icat et[mesini] kendine (en azından hayal gücüne) bir tür ‘özgürlük’ veya genişleme alanı yarat[tığını]” belirtir. Bu özgürlük ne içindir, sadece kurucu bir eylem midir – kurulan bir hikâye ya da bir “kısa hayat” olsa dahi? Sanırım, bir yanıyla da anlama çabası, birisinin bir şeyleri “prova etmesi” ya da. Birçok başka şey daha. Teselli olabilir bunlardan biri, katlanma keza, yahut erteleme. Ceset Toplayıcı’dan uzunca bir alıntı yaparak bitireceğim. Kim olduğunu bilmediğimiz, anonim biridir konuşan – ama neden Jorge olmasın ki, Onetti’nin kendisi de. (Vurguları ben ekledim – BÇ)

“Santa María topraklarının kayda değer hiçbir yükseltisi yok. […] Arazi dikkat çekici bir yükseklikten mahrum, dümdüz ve engebesiz. Buna rağmen şehrin ve Colonia’nın işgal aylarındaki hikâyesini anlatırken, sırf kendim için, doğruluk ve edebiyat adına vaatlerde bulunmaksızın, kendimi oyalamak için anlatıyor olsam da, şimdi, şu anda, şehrin yanı başında bir tepe olduğunu, oradan evlere ve insanlara bakabileceğimi, gülüp kederlenebileceğimi hayal edebiliyorum. İstediğimi yapabilir, istediğimi hissedebilirim ama müdahale edip oranın düzenini bozmam imkânsız.

Alçakgönüllü yükseltimden […] o zaman pek az olan nüfusunu görüyor, geometrik şeklini, yüksekliklerini, dengesini kavrıyorum; hemen hemen değişmeyen tekrarlardan böceklerin tedirginliğinin sebeplerini anlıyorum. Ama bütün bunların varlığı konusunda şüpheye yer bırakmayacak bir anlam bulamıyorum, bunun üzerine şaşkınlığa uğruyor, sıkılıyor, hevesimi yitiriyorum. Hevessizlik yazma isteğimin gücünü zayıflattığında –üstelik bu yazma vazifesinde yükümlülükten, kefaretten bir şeyler olduğunu da düşünüyorum– bir Santa María’nın ya da o Colonia’nın, o nehrin asla var olmadıklarını varsayma oyununa başvurmayı yeğliyorum.

Böylece ben yazdığım her şeyi uydurduğumu hayal ederken, şeyler bir anlam kazanıyor, açıklanamaz bir anlam elbette, ancak bu anlamdan, aynı anda kendi varoluşumdan da şüphe duyarsam şüphelenebilirim.” (s. 187-188)

•