"Romanda Minger Adası’na adım attığımız andan itibaren, vebanın ölümle yaşamı ayrılmaz kılan belirsizleştirici ortamında herkesin sanki bir ayağı boşa basıyor. Ne yapsalar, ne düşünseler bir tarafı açıkta kalıyor, yapmasalar olmuyor. Bu dengesizleştirici (barok) unsur bence romanın yapıtaşı."
20 Ocak 2022 10:11
Orhan Pamuk’un piyasaya çıkar çıkmaz yerden yere vurulan son romanı Veba Geceleri’ni ben çok beğendim. Belki romanları, “bunu çeviren kalem neyin üzerine, ne kadar, nasıl basmalı ki ayakta kalsın” gözüyle değerlendirdiğim için, bakış açım eleştirilerin genel çerçevesine uymuyor olabilir. Eleştirileri dikkate almıyor da değilim ama önceliğim olmuyorlar.
Bu romanın en görünür özelliği, yazarın kendinden önce 20. yüzyıla damga vurmuş kimi büyük yazarların romanlarında yarattığı türden bir kurmaca mekân (W. Faulkner’da Yoknapatawpha, G. Garcia Marquez’de Macondo gibi) yaratmış olması. Romanı okurken insanın ikide bir Minger Adası’nı haritada bulma isteğine kapıldığını söylersem, romanın nasıl bir “kusursuz yokluk” yarattığını belki anlatmış olurum.
Yine, romandaki karakterlerin hangisi gerçek, hangisi kurmaca, anlamak neredeyse imkânsız. Örneğin Pakize Sultan, Damat Doktor, Kolağası Kâmil, Bonkowski Paşa vd… gerçekten yaşadı mı, yoksa birer kurmacadan mı ibaretler? Bunun yanı sıra, romanın olaylar zincirinde yer tutan kimi gerçek olguların hangisi, nerede, ne kadar gerçek, nerede ne kadar kurmacayla karışık, onu da ayırt etmek olanaksız. Örneğin II. Abdülhamit gerçekten romanda anlatıldığı gibi bir kişilik mi, ya da romanda anlatılan saraya dair kimi hikâyeler ne kadar gerçek, vs., vs…
Böylece yazar gerçek bir tarih aralığında, gerçekte varolmayan bir adada, gerçek olup olmadıkları tam manasıyla belli olmayan karakterleri, gerçekliği belirsiz bir olaylar zinciri içinde öyle veya böyle ilişkilerle birbirine bağlayarak unutulmaz bir tarih yaratıyor.
Bu sadece kimi tarihsel olayların kurmacayla iç içe geçtiği bir tarihsel roman değil, her şeyin birbirine geçtiği, katmanlı bir roman. Minger Adası’nın olmayan gerçekliğinde, bir kenarından sanki bize dokunan, bu dünyadan bir yer, bir yaşammış gibi gün gün, sokak sokak işlenmiş bir tarih sunuluyor bize.
O tarihin işlenişinde gözüme takılan ilk şey şu oldu; romanda Minger Adası’na adım attığımız andan itibaren, vebanın ölümle yaşamı ayrılmaz kılan belirsizleştirici ortamında herkesin sanki bir ayağı boşa basıyor. Ne yapsalar, ne düşünseler bir tarafı açıkta kalıyor, yapmasalar olmuyor. Bu dengesizleştirici (barok) unsur bence romanın yapıtaşı. Zira her şeyin Pamuk ipliğine bağlı göründüğü bu ortamda okur da zamanla, romandaki karakterlerden ne bekleyeceğini –hayat deneyimi ölçüsünde– az çok kestirdiği ama yine de emin olamadığı bir belirsizlik ortamına sürükleniyor, bir ayağı boşa basar hale geliyor. Bu yapı ve okur-roman ilişkisi az çok kurulduğu an romana katılan polisiye gerilim işleri iyice karıştırıyor görünse de, aslında yazar ne yöne akacağı belirsiz bu nehirde sürüklenen roman karakterleri kadar okura da tutunacakları bir dal uzatıyor: Sherlock Holmes.
Bunun anlamına döneceğim, ama önce bir noktayı daha eklemem gerek: Pamuk polisiye gerilimi romana soktuktan hemen sonra başka bir şey daha yapıyor: O andan sonra romanda olup bitecek bazı şeyleri, kim ölecek, kim kalacak açıkça söylüyor! Romanın heyecanına adeta limon sıkan bir hamle. Gerçi edebi olarak Marquez’in neredeyse tüm romanlarında en iyi örneklerini gördüğümüz böyle bir büyülü gerçekçi teknik var: Daha en baştan sonunda neler olacağını söyledikten sonra, okuru adeta büyüleyerek ilk söylediğini unutturup romanın peşinden sürüklüyor. Ama bu romanda öyle büyü falan yok. Sınırlar net. Veba yüzünden gemiler de gelip gitmeyi kesince, aşılmaz denizin ortasında yapayalnız kalmış adadakilerin kaderleriyle yüzleşme ânı. Çaresizlik. Roman karakterlerinin de, okurun da “bir mucize olur mu?” dalına sarılacağı türde bir çaresizlik. Dolayısıyla yazarın olacakları söyleme hamlesi belki de hem karakterlerin hem de okurun çaresizlik hissini artırmak için hazırlanmış bir “gayya kuyusu” (belki de romanın ipuçlarını yakalamak için bazen Sherlock Holmes gibi düşünmek gerek).
Dönüp dolaşıp yine Sherlock Holmes’a geldim. Ricardo Piglia onun polisiye romandaki işlevini, çevirisini yaptığım Eleştiri ve Kurmaca’da şöyle açıklar: “Klasik polisiyenin kuralları, özellikle pür akıl fetişini vitrine çıkarması bakımından kabul görür... ulu rasyonalist... bir soruşturmacı figürü üzerine inşa edilmiş... İngiliz polisiyesinde sakin ve analitik düşünen dedektifin... çıkarsamalar, hipotezler, mantıklı varsayımlar dizisiyle her şeyin ardı çorap söküğü gibi gelir...”
Bu anlamda Sherlock Holmes, Veba Geceleri’nde aklın, rasyonalizmin sembolüdür, diyebiliriz. Yazarın romanda ayağı boşa basan karakterlerine de, okura da kurtuluş imkânı olarak uzattığı dal.
Piglia polisiyeyi türün kurucusu Edgar Allan Poe üzerinden “gerçek olguları...saf cebir...le birbirinden ayırıp...görünen gerçeğin...izleri üzerine tümdengelim yoluyla bir olaylar dizisi inşa ederek gerçekliği yeniden oluşturduğu bir anlatının önünü açar” diye anlatır. Orhan Pamuk da rasyonalizm seçeneğini sunarken bunu öneriyor. Yani, katil aslında gözünüzün önünde ama elinizdeki puzzle’da yerini bulmak size düşüyor. Aklınızı kullanarak puzzle’ı yeniden inşa etmeniz gerek. Böylece katili bulmakla kalmaz, belki romandaki belirsizlik perdesini de aralarsınız demeye getiriyor. Hatta –diyor– II. Abdülhamit de Sherlock Holmes’u çok sever, tüm romanlarını okurdu!
İlk bakışta koca bir imparatorluğun devlet aygıtını takıntılı ruh halini rahatlatmanın hizmetine koşmuş bir adamın rasyonalizme duyduğu ilgi saçma geliyor. Romanda çizilen II. Abdülhamit portresi ya da devlet yönetmekte baştan aşağı ceberrut bir Devlet-i Osmaniye’de cinayetlerin burjuva akılcı ilkelere dayalı bir yöntemle çözülmesini istemeler falan, iler tutar yanı olmayan şeyler gibi. Yazar bunları romana göre biçip uydurmuş deyip geçmek mümkün. Ama ötesi var. Bu bir kurmacaysa bile öylesine seçilmiş değil. Çünkü II. Abdülhamit’in gerçek yaşamındaki kuruntuları, geleceğini belirsiz, bir ayağı boşa basıyor görmesinden kaynaklıydı. Yani padişahın Sherlock Holmes tutkunluğu eğer bir çelişkiyse, romanın değil, Aldülhamit’in kendi gerçekliğini görme biçiminin çelişkisi. Sadece onun mu? Abdülhamid’i koyalım bir kenara, bugün bile, örneğin bürokrasi çarkında kıvranmaya başlayınca kaçımız içimizden “gerizekâlılar” diye haykırarak aslında olmayacak duaya âmin der gibi devlet kapısını rasyonalizme davet etmekle rasyonel düşünce tarzıyla çelişmiyoruz? Bu anlamda yazar sadece Abdülhamit’in değil, zaman zaman hepimizin içine düştüğü, neredeyse “evrensel” bir çelişki seçmiş. Sanki romanda yarattığı o gayya kuyusuna düşmemek için ne romanın ne gerçeğin dünyasında, ne karakterlerin ne de okurun sarılmakta bir an bile tereddüt etmeyeceği o dalı, akıl-dışılığı, yani çaresizlik içindekinin irrasyonalizmini sembolize eden mucize arayışını göstermek istiyor…
Bir yandan aklı, diğer yandan mucize arayışını sinsi sinsi önümüze süren yazar, adeta kumar masasını saatlerdir gözleyip parasını adı gibi kazanacağını bildiği yere süren masum görünüşlü kumarbaz gibi. Sanki veba gecelerinde belirsizliğin hükmü altında kıvranan karakterlerine de, okura da masumca iki dal uzatıyor: Rasyonel veya irrasyonel düşünerek ayakta (hayatta) kalma fırsatı. Ama başöğretmen gibi “şu iyi, şu kötü” diye ayrım gözetmiyor. İster birine, ister ötekine ya da işine nasıl gelirse, (günlük hayatta “yanar döner” deyişine uygun olarak) bir ona, bir öbürüne, ikisine birden tutun. Gerçi seçenekleri böyle kullanmanın belirsizliği artırma ihtimali de var ama elde avuçta olan bu. Bu yüzden ister istemez okur her ne kadar romanda kimin ne yöne adım atacağına dair tahminleri olsa da, o âna dek bu karakterlerin alışıldık tavırları yerine bazen tam aksi yönde adımlar atabilecek kırılganlıkları olduğunu artık öğrendiği için, kim diğer adımını hangi dala uzanarak atacak, dalını neye göre seçecek, bunları kesin olarak bilemiyor. O da tıpkı karakterlerin karşı karşıya olduğu türden, tıpkı hayat gibi, bir sorunlar yumağıyla karşı karşıya.
Benim gördüğüm kadarıyla buraya dek olup biten sadece zeki bir yazarın romanını çeşit çeşit ipliklerle örmesi değil. Özellikle insanlığın, yirmi asırdan fazla zamandır sorunlarını çözmenin yordamı diye gördüğü iki yolun, rasyonalizm ve irrasyonalizmin (sadeleştirirsek, akıl ve imanın) insanlığın elinde bazen işleri daha da içinden çıkılmaz hale getiren kusurlu iki alet olduğunu, ama elde avuçta bundan başka da bir şey olmadığını gözler önüne sermesidir.
Öyleyse romandaki düğüm bir kez daha ya bir cebir problemi gibi ya da inanç yoluyla çözülecek demektir. Ama önce, belirsizliğin hükmü altındaki o minicik adada herkes, biri boşa basıyor gibi duran adımını, o ölümüne adımı ya Allah bismillah diyerek atmak zorunda. İşte o an artık Minger Adası’nın geleceği sadece şansa, tesadüflere bağlı. Tesadüf ise böyle ete kemiğe bürünüp ayrı bir kişilik kazandığı bir gerçeklik durumuna terfi edişiyle birlikte, artık karşımıza, bugüne dek insani gelişime damgasını vurmuş o iki dal kadar güçlü ve denge bozucu (barok) bir unsur olarak çıkıyor.
Tesadüflerin insan yaşamında ne kadar belirleyici olduğu konusuna döneceğim. Ama artık biliyoruz ki, kim hangi dalı tutarsa tutsun, belirsizlik yok olmayacak. Aksine, daha çetrefilli bir hal alacak, ama başka çare de yok. Demek belli koşullar altında belirsizlik baki kalıyor, tesadüf bile onun kaymağını almaya yetmiyor. Akılmış, imanmış, hangi alamete bindiğinin kıymeti yok. Hepsinin yolu bir. Öyleyse her şey yok olmamak, hayatta (ayakta) kalmak için. Kim önünde neyi bulursa ona, hatta atalarımızın dediği gibi denize düşerse yılana sarılacak.
Orhan Pamuk, Veba Geceleri’nde işte böylesi belirsizlik nehirlerinde sürüklenen insanlığın “yılana sarılma” hallerini anlatıyor. Belirsizliğin, durdurulamaz akışıyla önüne kattığı her şeyin formunu deforme edişini, ettikçe o her şeyin, onları ya bu yıkıcı akışa ayak uyduracakları ya da yok olacakları yepyeni biçimler almaya, birbirleriyle iç içe geçmeye zorlayan; “yılan”la ona sarılanın adeta akarak birbirlerine karışıp, ikisi gibi de olmayan, kendine has, yepyeni formlara bürünmeyi kabullenerek yaşama adapte olma hallerini anlatıyor. Bizler aslında bu hali tanıyoruz ama edebiyatta adını ilk kez Kafka’nın o çığır açan romanında duyduk: Metamorfoz. Bence Veba Geceleri kökleri öyle derinde bir metamorfoz anlatıyor ki, ümmet, millet, devlet… ötesinde insanlığa mal olmuş. Orhan Pamuk bizi ismini Kafka’yla yan yana koymaya zorluyor.
Metamorfoz bence romanda hep var olan, ama belirsizlik arttıkça daha çok göze batan bir unsur. Örneğin, II. Abdülhamit’in kapıldığı çelişkili çaresizliğinde tutundukça dalları, asıldıkça kendi fiziksel ve ruhsal kimliğini deforme ettiği, kendi kanından ümmetini kendi kanlarında boğdukça kendini yok ede ede onlara karışarak büründüğü kişilik belki. Bir ayağı boşa basan altı yüz yıllık Osmanlı’nın ve olmayan Minger Adası tebaasının o diğer adımı atarken tutunmaya çalıştıkları dalla kurdukları ilişkinin adı; bir yılanın, kuru dalın kurtarıcı olacağına ölümüne inanmanın getireceği gelecek; doğduğu günden beri dünyaya hep kafes ardından bakmaya mecbur edilmiş Pakize Sultan’ın hemcinsleriyle birlikte asırlardır, artık inanacakları yanı kalmayana dek inandıkları bir kurtuluş peşinde milyonlarca kez kabullenmek zorunda kaldıkları için en iyi anlatabilecekleri şey; yazarı bu romanın anlatıcısı olarak bir kadını seçmeye zorlayan gerçeklik; irrasyonaliteyi ve rasyonaliteyi Veba Geceleri’nin dünyasındaki görünümleriyle uç sınırlarına doğru çekiştirdikçe insanlığın en korkunç değişimlere uğrayan hallerini bile parodileştirerek komedi unsurunu daha da görünür kılan ve belki bana öyle göründüğü için eski romanları biraz daha yufka yürekli kalmış Orhan Pamuk bence metamorfoz.
Piglia, Eleştiri ve Kurmaca’da “edebiyat bir görme biçimidir” diyordu. Orhan Pamuk da Veba Geceleri’nde gerçekliği görme biçimini ortaya koyuyor. Hem de mükemmel biçimde… Yine de benim anlatmak istediğim sadece o kadarı değil. Çünkü bana göre gerçekliği ele alış tarzıyla da tarih yazıyor. Açayım:
Edebiyatın gerçeklikle ilişkisi hiçbir zaman bilim ve toplumsal yaşamın gerçeklikle ilişkisinden bağımsız gelişmedi (romanın evrimini bu yanıyla incelemek eğlenceli, öğretici ama konudan sapmamak için kestirmeden gitmem gerek). Bu temelde ben romanın son iki yüzyılda gerçekliğe bakışında, özellikle fiziğin maddeyi ele alışına paralel bir gelişme görürüm. Fiziğin, 19. yüzyıl sonuna dek maddeyi salt ampirik gözleme dayalı olarak tanıyan Newton’cu anlayışından, 20. yüzyıl başından itibaren Einstein’ın yakaladığı göreli kavranışına doğru evrilen gelişimine paralel bir evrim.
Newton fiziğinde insan özne, dış dünya nesne, gerçek de öznenin nesneyi gözleminden doğan mutlak, değişmez bir sabitti. Sonra Einstein’in görelilik teorisi bu sabit, mutlak gerçeklik fikrini yerle bir etti. Çünkü o meşhur ışık hızında giden tren örneğiyle gerçeklik, ona nereden baktığına göre değişen bir kimliğe kavuşuyordu. Böylece insanlık 20. yüzyıl başında her şeyin göründüğü gibi olmayabileceği fikriyle tanıştı. Bütün bunların daldan dala atlar gibi bir çırpıda, sancısı sızısı olmadan gerçekleşmediği de belli. 19. yüzyıl sonundan beri toplumsal yaşamın her alanında bu temeldeki tartışmalar sürüyor ve gidip gelip sonunda“gerçek tek ve mutlak mı, yoksa kişiye göre değişen birden çok doğru ve gerçek mi var?” sorusuna dayanıyor.
İnsanın edebiyat aracılığıyla dünyayı ve kendi ruhunu keşfe çıkışında da bu gerilim önemli rol oynamış olsa gerek (böyle bakınca Ernesto Sabato’nun 19. yüzyıl romanını esasen dış dünyanın gerçekliğini, 20. yüzyıl romanını ise insanın kendi iç gerçekliğini keşfe çıktığı bir yolculuk olarak gören bakışı en genel hatlarıyla bana yakın gelir) Örneğin Alejo Carpentier romanlarında Sergei Eisenstein’ın kamera tekniğiyle gerçekliğin her karakterin gözünde farklı algılanışını sergilemeyi seçerken, Borges gerçekliğin farklı görünümlerini uçlaştırdığı parodileştirme tekniğiyle “sırları”nı dökerek, hepsinin altından tek bir evrensel gerçek çıktığını göstermeye çalışmıştı. Yüzyılın ikinci yarısında da, örneğin Marquez gerçekliği prizmadan geçirir gibi kırma tekniğiyle farklı renklerine ayrıştırarak evrensel gerçek arayışlarına eleştirel bir pozisyon alıyordu. Örneklere devam etsem alır başını gider...
İşte bütün bir 20. yüzyıl kuşağı felsefeden tarihe, edebiyattan matematiğe, sinemadan modaya bu tartışmanın “ürünü”yken ve tartışma öyle veya böyle hâlâ sürerken, Orhan Pamuk’tan, hele artık ununu eleyip eleğini asacağı bir yaşta, gerçekliğe bu tartışmanın ekseni dışında bir yerden bakarak yazacağını beklemek, mucize olurdu. Üstelik 21. yüzyılda bilim, tüm kültürel gelişimini geçen yüzyılın bu temel tartışmasına borçlu olan –benim de içinde olduğum kuşağın– “dinozorlar”ını hiç beklemedikleri bir yerden vurmuştu. Biz hâlâ Aristo’nun “kapı ya açıktır ya kapalı” postulatıyla gerçekliğin mutlak mı, göreceli mi olduğunu tartışırken, birden ortaya kuantum fiziği diye bir şey çıkıp mikro evrende işlerin çoğu kez tesadüflerle yürüdüğünü kanıtlayıverdi. “Schrödinger’in kedisi” bize “kapı aynı anda hep kapalı hem de açık” diyordu: Sen onun konumunu sadece zihninde inşa edersin… Yani gerçeklik dediğimiz şey her an bozunup yeni formlara bürünebilen bir tür akışkan gerçeklik, biz onu gördüğümüz an bile dönüşüm –hadi ben buna metamorfoz diyeyim– halinde olduğu için sadece bir görme biçimi, bir tasavvurdan ibaretti. Günümüz edebiyatında sık kullanılmaya başlanan gerçekliğin yeniden inşası, katmanlı roman kavramları da edebiyata sanırım bu yeni bilimsel gelişimin yol açtığı yeni bir toplumsal tartışmayla girdi: Gerçek nedir? Öyle görünüyor ki, 21. yüzyılda temel toplumsal tartışmanın ekseni bu.
Aslında bilim alanında bu gelişmenin kökleri çok daha geriye gidiyor olsa da, biz fanileri avcunun içine alışı sanırım nano-teknoloji dediğimiz sıçramanın gündemimize oturmasıyla oldu. Yoksa fizik alanında atomaltı parçacıkları ilk keşfeden kişi Einstein’dı. Ama bu parçacıkların düzensiz, tesadüfi hareketi onu bir ikilemle karşı karşıya bırakmıştı: Evren tesadüflere bağlı bir gerçeklik miydi, yoksa her şeyde bir düzen olması gerektiği yönünde o güne dek insanlığın gelişiminde motor işlevi görmüş olan gerçekliği mi esas almak gerekirdi?
Einstein ikinci seçenekten yana çıkıp, tesadüfi olanı görmezden gelmeyi seçti! Bu yüzden ışığın “kafasına göre” bazen dalga, bazen de fotonlar halinde yayıldığını keşfederek artık hayatımızın vazgeçilmez bir parçasına dönüşmüş nano-teknolojiyle bizi buluşturan bilimin bu yöndeki gelişimi büyük ölçüde onun etkin katkısından bağımsız gelişti.
Bence 21. yüzyıl edebiyatı da büyük ölçüde aynı nedenle, yani gerçekliğin öyle veya böyle illaki bir ucundan tutulabilir (somut) olması gerektiğini düşünerek bize onu şu veya bu edebi biçim altında göstermekle sınırlı dünyalarından çıkamayan geçen yüzyıl edebiyatının büyük isimlerinin sırtında değil, yeni yüzyıla ayak uydurabilenlerin kaleminden geleceğe taşınmakta. Fakat Orhan Pamuk bu genellemeyi bozuyor. Kuantum fiziğinin gözünü diktiği mikro evrenin tıpatıp benzerini o minicik Minger Adası’nın hiç var olmamış gerçekliğinde inşa eden ve tıpkı o evrendeki gibi, belirsizliğin hâkimiyeti altında yaşamın büyük ölçüde tesadüflerle şekillendiği Veba Geceleri bana öyle söylüyor. O “kusursuz yokluk”un önüme serdiği görme biçimi, edebiyatta ezber bozucu geleneği 21. yüzyıla taşıyan 20. yüzyılın nadir romancılarından biri olarak da Orhan Pamuk’un unutulmaz bir tarih yarattığını fısıldıyor kulağıma…
Bu kadar yazdıktan sonra son paragrafları elbette kısa yoldan çöpe atacağım eleştirilere ayırdım. Hepsi üç başlıkta toplanabilir. Çoğunluğu romanın Türk milletini, Osmanlı devletini ve Müslümanlığı aşağıladığı eleştirisi oluşturuyor. Romanın pandemiye denk gelişini tesadüf değil de pazarlama stratejisi diye görüp, aceleye gelmiş bulanlar da hatırı sayılır ağırlıkta. Son olarak, spekülatif yorumlarla sazı hep kendi elinde tutmak isteyenlerin oluşturduğu, daha küçük üçüncü grubu da, ekstrem örneğini romandaki karakterlerden Kolağası Kâmil’in Mustafa Kemal olduğunu ileri süren türdeki eleştiriler olarak sayalım. İlk bakışta birinci grup devletçi, milletçi, ümmetçi; ikinci grup da kapitalist ruhun edebiyata sızmasına karşı muhalif birer duruş olarak görünüyor. Üçüncü grup ise zamanın faşist İspanyol rejiminden provokatif rolüyle simbiyoz beslendiği için adı akıllarda beşinci kol olarak yer etmiş basın faaliyetinin parçası olarak duruyor.
Piglia, devlet ve edebiyatın aynı alanda çalıştıklarına, ikisinin de kurmaca inşa ettiklerine dikkat çekerek, devletin sırf ceberrutlukla yönetemeyeceği için inandırmaya da ihtiyacı olduğunu ve inandırma stratejisinin kurmaca inşasıyla yakından ilgili olduğuna işaret eder. Edebiyatçının ise devletçi kurmacanın evrenine aykırı bir evren inşa ettiğini belirtir: “Devlet’le roman arasında öyle bir gerilim var ki, bazı anlarda çok görünürdür ve görünür olmadığı zamanlarda da onu teşhir etmek gerekir.”
Vatan-millet-Sakarya hamasetinden bıkmamış olanlar için kurmaca üreten bir devlet karşısında diğerinin, görünüşüyle bile onun eleştirisi olacak bir evren inşa etmesi kaçınılmaz. Dolayısıyla Orhan Pamuk’un romanından keyif almak için önce ona devletçi kurmacanın argümanları dışından bakabilmek gerek. Piglia ile aynı görüşteyim: “Roman, devletçi gerçeklik manipülasyonu (çünkü politika ütopyayı değil, yapılamayacak olanı tanımlar) karşısında bu embesil pragmatizme hep karşı durdu. İnsanların başka bir gerçekliğin, başka bir yaşamın mümkün olabileceği düşüncesiyle roman okuması bu yüzden. Çağdaş roman geleneği bana buymuş gibi geliyor, belki de daha doğrusu, içinde yer almaktan hoşnut olacağım gelenek.”
İkinci grubun eleştirisi başta insanın kulağına, pazarlama stratejileriyle edebiyata sızarak onu zehirlemeye çalışan kapitalizme karşı bir “kuğu çığlığı” gibi geliyor. Ancak kapitalizmin istediği yere elini kolunu sallayarak girmesine kendisi gibi direnenler oldukça, o tür bir “sızma”nın ona ancak kapıyı içeriden açacak birileri varsa mümkün olabileceği rasyonalitesiyle taçlandırılmış çığlık, “hain”in sadece ve yazar ve yayıncılar olabileceğine inandığı için –dilime pelesenk olduğu üzere– bir ayağı boşa basıyor sanki. Çünkü kapıyı içeriden açacak başka unsurlar hep var: “Bu toplum edebiyatı eline doğmuş bulmayaydı, onu yaratmazdı. Toplumsal açıdan bu kadar verimsiz, bu kadar özel, ekonomik açıdan değerlendirmesi o kadar güç bir pratiği yaratmak kapitalist toplumun aklına gelmezdi. Nihayetinde ihtiyaç duyduğu tek şey kalem kâğıt olan bir öznenin bir başına kontrol edebildiği araçlarla gerçekleştirebildiği bir üretimin, toplumun en ifrit olacağı şey olduğunu söylüyorum... Kişi bu imkânların efendisi oldukça, toplum –tek tek öznelerden değil, toplumun genelgeçer mantığından söz ediyorum– ona karşı güvensizleşir. Bu yüzden edebiyatın ölümü ancak bu toplum onu hedeflerse olur. Edebiyatı tartışma konusu olmaktan da çıkarır” (Eleştiri ve Kurmaca, Ricardo Piglia). Bu durumda “hain”in kimliği şüphe götürür ama Türklerin şu dünyada kendilerine düşman yaratmakta üstlerine kimse olmadığı şüphe götürmez.
Üçüncü grubun, Kolağası görünce Mustafa Kemal’e bağlayan türden körleme eleştirileri, duran saatin günde iki kere doğruyu göstermesine bel bağlamışların cürmü olduğundan, doğru ya da yanlış olmasının bir önemi yok.
•