Sevan Nişanyan’ın son çıkan Sürgün Yazıları adlı kitabı, kendi blogunda ve diğer mecralarda 2017’den bugüne yayınlanmış makalelerinin bir derlemesi ve aslında birbirini izleyen daha önceki üç ayrı derlemenin devamı ve sonuncusu. Adnan Ekşigil sadece bu kitabı ele almakla kalmıyor, bütün eserleri ve eksantrik kişiliğiyle ayrıntılı bir Nişanyan portresi çiziyor...
14 Nisan 2020 16:31
Koronavirüs salgını çoğumuzu evlere hapsetmekle kalmadı, hemen hepimizi ekranlara mıhladı. İster televizyon ister sosyal medya olsun, virüs ve hastalık muhabbetinden gayrı ekrandan gözümüze ve kulağımıza yansıyan hiçbir şey yok. Bu sinir bozucu döngüden kurtulmanın başlıca yollarından biri kitaplara sığınmak. Ben de öyle yaptım, bir zaman önce alıp da okumaya fırsat bulamadığım yayınları raftan indirmeye başladım. Nasıl yaz tatillerinde okunacak bir kitaplar kategorisi varsa, ev hapsinde okumaya gelecek kitaplar da olmalı – çok ağır değil, ama sabun köpüğü kadar hafif olmaları da gerekmiyor. Yeter ki eğlenceli olsunlar, ama biraz da insanı ince uzun düşüncelere sevkedebilsinler.
Sevan Nişanyan’ın son çıkan Sürgün Yazıları adlı kitabı, elimdekiler arasında bu niteliklere en yakın yayın gibi göründü bana. Kendi blogunda ve diğer mecralarda yayınlanmış makalelerinin bir derlemesi olan bu kitap, aslında birbirini izleyen daha önceki üç ayrı derlemenin devamı ve sonuncusu. Bu her üç derlemenin de içeriğine kısmen aşina olduğumu tahmin ediyorum, fakat hiçbirine ulaşma fırsatı bulamadığım için, ‘Toplu Makaleler’ dizisinin yalnızca bu dördüncü cildi üzerinde duracağım.
Sürgün Yazıları’nın tartışmasız en önemli tarafı, bir müjdenin habercisi olmasıdır. O müjde, Nişanyan’ın Yer Adları Sözlüğü adı altında epeydir hazırlamakta olduğu büyük projenin duyurusudur. Nişanyan’ın bundan on yıl kadar önce Adını Unutan Ülke adlı bir çalışması yayınlanmıştı; yanılmıyorsam bu proje, o çalışmanın genişletilmiş bir versiyonu olacak – ama ‘çok katmanlı’, hayli genişletilmiş versiyonu (Ancak maddi sebeplerden, ne zaman yayınlanacağı şimdilik meçhul).
İlk uygulamaları İttihat ve Terakki hatta Abdülhamit dönemine kadar uzanmakla beraber, Türkiye’de köy/mevki/kasaba/şehir adlarını değiştirme girişimlerinin esasen Cumhuriyet döneminde yoğunlaştığını biliyoruz. Bu girişimleri ele alan bir çalışmanın, ulus inşası, milliyetçilik ve genel olarak Cumhuriyet rejiminin nitelikleri gibi olgulara güçlü bir ışık tutacağı muhakkak. Ama sadece bu kadar değil. Yeterince derinleştirildiği takdirde böyle bir çalışma, Osmanlı’nın daha erken dönemlerine, hatta Bizans’a ve daha da gerisine kadar uzanıp, pekâlâ türlü nüfus ve göç hareketleri, yerleşme ve şehirleşme dinamikleri ve vergi düzenlemeleri gibi daha ırak ve battal alanlara dahi ışık tutabilir. Sürgün Yazıları’ndaki açıklamalardan (s.359 – 376), bunun mümkün olduğunu, hatta hedeflendiğini anlıyoruz.
Yer Adları Sözlüğü’nün bu genişletilmiş versiyonunun, Nişanyan’ın internet ortamında geliştirdiği Index Anatolicus üzerinden daha verimli okumalara imkân vermesi de beklenebilir. Ayrıca, yeni Adlar Sözlüğü’ nün bazı yerleşik varsayımlarımıza iyice aykırı düşen sürprizli tespitlerle dolu olması kuvvetle muhtemel. Hemen bir örnek vermek gerekirse, Anadolu’daki Rumca kökenli (Andifli, Ayas, Adala, Apolyont vs. gibi) bazı yerleşim adlarından bahsederken Nişanyan’ın şu söyledikleri ilginçtir:
“Saydığımız yerlerin hemen hepsi en az 15. yy’dan beri nüfus ağırlığı Müslüman/Türk olan yerlerdir. Yani ‘Rum köyleri/kasabaları’ dediğimiz yerler değildir. Birçoğunda son 500 yılda, belki münferit bireyler dışında, Rum nüfusun izine rastlanmaz. Hatta rahatlıkla diyebiliriz ki Anadolu’da bir yerin adı Rum kökenli ise o yerin (Cumhuriyet’ten hemen önceki) nüfusunun Rum olmaması baskın ihtimaldir.” (s. 360)
Nişanyan’ın adlandırma pratiğiyle yerel nüfus arasında doğru orantılı bir bağlantı veya ‘korelasyon’ olmadığına dair başka benzer gözlemleri de var. Bunlar kuşkusuz ‘ezber bozacak’ türden tespitlerdir, ama tam da bu nedenle tartışmaya çok açıktırlar. Her halükârda şu bir gerçek ki, Nişanyan’ın yeni Sözlük projesi hakkında konuşurken duyduğu heyecanı konuya merak duyanların paylaşmaması güç.
Malûm, böyle geniş kapsamlı bir proje normal şartlarda üniversiteler veya düşünce kuruluşları gibi kurumların girişebileceği işlerdendir. Nişanyan’ın tek başına bu işin altından nasıl kalktığı, doğrusu bir muamma. Aynı şey, Etimoloji sözlüğü için de söylenebilir. Fakat siyaseten hassas noktalara dokunduğu için, Yer Adları Sözlüğü’nün ilave zorlukları olduğu aşikâr. (Bu arada hemen belirteyim: Nişanyan Etimoloji sözlüğünün de peşini bırakmış değil; onun da güncellenmiş bir yeni baskısı üzerinde bir yandan çalıştığının haberi var kitapta.)
Nişanyan koğuş ağası
Asıl muamma, Nişanyan’ın bütün bu işleri Türkiye’deki hapishane ortamında nasıl kotarabilmiş olduğudur. Sözlük araştırmaları boyunca defalarca hapse girdiğini ve uzun süreler içerde kaldığını biliyoruz. Koğuşlardaki her türlü çile ve yoksunluğa karşın ortaya bir şeyler koyabilmiş olmasını, herhalde direnç, inat ve çılgınca bir azim açıklayabilir ancak. Ve tabii önceden edinilmiş zengin bir dil ve bilgi dağarcığı.
Yeterince meşakkatli değilmiş gibi, Nişanyan’ın hapishanede sadece yazmakla ve not tutmakla yetinmediği, bulunduğu koğuşları sıkı bir eğitimden geçirdiği de anlaşılıyor. Kitapta anlattıklarına bakılırsa, mahpusluk hayatında hocalığının yazarlığının bile önüne geçtiği söylenebilir. Belli ki, uyuşturucu ticareti, suç örgütü kurma, gasp, cinayete azmettirme, arazi ihtilafından toplu katliam yapma gibi suçlardan pek de kendi dengi olmayanların yattığı koğuşlara düşmüş sıklıkla. Bu kadar ‘azılı’ hükümlünün istiflendiği bir mekânda sesini duyurmak için direnç veya azimden gayrı başka vasıflar da gerekir – öncelikle de baskın bir kişilik. Onun da Nişanyan’da hiç eksik olmadığını, tasvir ettiği şu manzaradan kestirmek zor değil:
“Tümü Kürt arkadaşlardan oluşan güzel bir koğuşa düştüm. Sevgili… (koğuş) başkanımızın kararlı ve deneyimli idaresi altında iyi bir düzen kurduk… Kürt arkadaşlar (hep) dostluk ve sevgi gösterdiler. Elimi sıcak sudan soğuk suya değdirmediler. İllaki kelimei şehadet getirtmeyi ümit ettiler. Ama ben anti-islamcı ve anti-allahçı pozisyonu çatır çatır savundukça sevgi ve saygıları azalmadı, arttı. ‘Ne konuşuyo la bu gavur’ diye çıkıntılık yapanları derhal susturdular ve dışladılar.” (s. 15, 19)
Anlaşılan o ki, Nişanyan ‘koğuş başkanı’nın ya da eski tabiriyle, ‘dam ağası’nın koruması altında arzuladığı şekilde hareket edebilmiş. Lâkin sazı bir kere eline aldıktan sonra, koğuş üzerinde adamakıllı bir otorite kurduğunu ve bu anlamda bizzat kendisinin bir ‘dam ağası’ haline geldiğini düşünmek yanlış olmaz. Öyle bir ‘ağa’ ki, zavallı bir hücre arkadaşına “haftada bir Mezzo’dan opera seyrettirip eziyet etmek”ten bile geri durmamış! (s. 13)
Koğuş arkadaşları şüphesiz eğitimsiz insanlardı, fakat onlar kadar dinlemeye hazır, öğrenmeye aç, motive öğrencileri herhalde değme üniversitede bulamazdı Nişanyan. Nitekim Halim ve Selim adlı kitabını, koğuşta her akşam düzenli olarak kurulan sohbet meclislerinde hararetle konuşulanlardan esinlenerek yazdığını belirtiyor. (s. 15) Belli ki, koğuş arkadaşlarına cömertçe verdiği feyze karşılık, onlardan da epey bir enerji almış. Dahası, fazla ‘aşağılara’ inmeden, onları olabildiğince kendi seviyesine çekmeyi bilmiş – ki bu büyük bir maharettir. Ama bunu yaparken, ağalığını da iyice konuşturmuş. Sürgün Yazıları’nda da ağalığının güçlü izleri var. Kitapta, sayısız gözlem ve analizin yanısıra, ancak ağalığa yaraşır tarz ve keskinlikte hüküm ve öğütler hiç az değil.
Turşuculuk bilim sayılır mı
Nişanyan’ın skolastik gelenekle ilgili söyledikleri dikkat çekici. Belki oradan başlamak en iyisi. Şöyle diyor:
“Skolastik disiplini lütfen küçümsemeyiniz, insan evladının tarihteki müthiş keşiflerinden biridir. Akla ve zekâya geniş kapılar açar. Belirli tartışma normlarına uymak şartıyla, yaratıcılığa ve orijinaliteye mecra verir. Bilginin kuşaklar ve yüzyıllar boyunca birikmesini sağlayan mekanizmalara sahiptir.” (s. 97)
Bu sözlerin, skolastik uslüp ve adaba hiç uymayan ve uyması da herhalde pek mümkün olmayan Nişanyan gibi birinin kaleminden çıkması ilginç.
Bu bağlamda, bilim olgusu ile ilgili tanımı da dikkat çekici. Bilimin gözlem ve deneye dayanan öğrenme metodu olduğuna dair yaygın inanışın yanlışlığına işaret ederek, şöyle diyor:
“Asri turşuculuk da gözlem ve deneye dayanan bir öğrenme sürecidir ama ‘bilim’ sayılmaz… Hiçbir öğrenme metodu sadece gözlem ve deneye dayanamaz, aktarım da gerekir. Lavoisier’nin her deneyini baştan yapamazsın, herkesi Beagle’la dünya turuna çıkaramazsın. Dolayısıyla bir süre sonra bilgi aktarım zincirinin normları (güvenlik kriterleri) bilimsel disiplinin önemli bir konusu, hatta başlıca konusu haline gelecektir… Bu bilgiler manzumesinin bilim adını alabilmesi için ilk şart sanırım yazılı bir aktarım disiplinine ve o disiplin çerçevesinde üretilmiş bir bilgi korpus’una (müktesebata) sahip olmasıdır.” (s. 96)
Bilimin tarihsel/kurumsal gerçekliğine işaret eden, yerinde bir tespit bu. Bir yönüyle, bilim olgusunun tarifinde sosyolojik yaklaşımı epistemoloji-ağırlıklı yaklaşımın önüne geçiren, realist hatta ‘hiper-realist’ bir görüşün zemini sayılabilir (Pozitivistlere karşı Feyerabend’in içgörülerini de çağrıştıran biçimde, diyelim). Lâkin Nişanyan sözü burada bırakmayıp, mantıki sonucuna kadar taşımaktan geri durmuyor, ama maalesef saçmalığın sınırına dayanan bir sonuç bu. Tespitinin devamı şöyle:
“[Söz konusu müktesebat üzerine] bir sürü insan kitap ve makale yazmış, bunlardan hangilerinin muteber hangilerinin çöp olduğuna dair birtakım normlar oluşmuşsa elindeki şey bilimdir; değilse değildir. Tanıma buradan başlayınca turşuculuğu vb. baştan elemiş oluyoruz. Onların da kitapları yazılsın, o kitapları cerh veya şerh eden başka kitaplar yazılsın, ilmi dergilerde eleştirileri çıksın, namlı hocalar bu yüzden birbirine küssün, onların hiziplerine dair ağır analizler yapılsın, seminerler sempozyumlar toplansın, doktora tezleri yazılıp bozulsun, o zaman onlar da bilim olur. Nitekim buyur, oenoloji—şarabiyat ilmi—bilimdir diyorlar. Oysa şarap dediğin şey üzümün turşusu değil mi bir çeşit?”
Böylece, işte Nişanyan’ın vardığı nihai sonuç:
“Daha ileri gidip, ‘bilim’ dediğin şey üniversitede bir departmandır diyelim mi? Üniversite kurumunun bir fonksiyonudur. Departman ve kürsü var, bilim var; onlar yok, bilim yok.” (s. 97)
Üniversite ile bilim arasında organik bir bağ olduğu şüphe götürmez. Fakat bilmem hatırlatmaya gerek var mı: Üniversitenin her dönemde ve her yerde bilimin beşiği veya kurumsal kabuğu olduğunu savunmak kolay değildir. Bilimin üniversite dışında hatta bazen üniversiteye rağmen filizlendiğini ve geliştiğini gösteren sayısız örnek mevcut. Ama örneğe ne hacet, bizzat Nişanyan’ın çalışmaları bizim bağlamımızda bunun en açık kanıtı değil midir? ‘Nişanyan sözlükleri’ Türk diliyle ilgili bilimsel müktesebata ciddi bir katkıysa, ki öyledir, üniversitenin bu katkıda yeri ve rolü nedir sormak gerekir. Herhalde hiç. Nişanyan’ın da bu soruya olumlu yanıt vereceğini sanmam, velev ki kalkıp üniversitenin bizzat kendisi olduğunu söylemesin!
Nişanyan’ın ‘beğendiği’ bilim tarifine göre, bilgi birikiminin ana katmanlarını oluşturan kuramlar veya bilimciler, işlevselliklerini ampirik planda kaybetseler dahi, paradigma planında kalıcılıklarını uzun zaman koruyabilirler, yeni hipotezlere esin kaynağı olmayı sürdürürler. Bu ‘köşe taşları’nın bilgi piradiminin altından sökülüp atılması yahut oynatılması o bakımdan kolay değildir, doğru da değildir. ‘Müktesebat’ denen şey nihayetinde, kuşaklar boyu birbirinin omuzu üzerinde yükselen bilim insanlarından müteşekkil bir yapıdır.
Ne var ki, bu modeli benimsemesine rağmen, Nişanyan’ın piramidin altından istediği taşı çekip çıkarmakta fazla serbest davrandığı görülüyor. Örneğin, aynı yazıda Freud’un psikolojiyi “aksiyomatik bir temele oturtmayı” denediğinden ancak “fena çuvalladığı”ndan dem vuruyor. Öyleyse çöpe atılsın mı? O kadarını söylemiyor, ama iyice gözden çıkardığı, her halükârda Freud’dan fazla bir şey beklenemeyeceğini düşündüğü belli.
Freud konusunda uzun zamandır siperler kazılmış, taraflar çoktan tutulmuş durumda. Bu mayınlı alanda bir yorumda bulunmak abes, ancak şu kadarını söylemeden geçmek olmaz: Yarım asrı aşkın bir süredir psikanalizin terapi pratikleri arasında yaygınlığını yitirdiği ve genel olarak psikoloji düzleminde marjinalleştiği muhakkak. Başından beri iddia edildiği gibi, test edilir (yahut yanlışlanabilir) bir nitelik kazanamaması, kendine ampirik bir zemin bulamaması vb. gibi zaafları bu gerileyişinin başlıca nedeni olabilir. Nişanyan’ın bahsettiği “aksiyomatik bir temele oturtma” çabası farklı bir yöne işaret ediyor, fakat sonuçta her iki zafiyet de aynı kapıya çıkmaktadır herhalde. Ne var ki, günümüzde ‘aşılmış’ yahut önemli ölçüde terkedilmiş bir pratik olmasına rağmen, psikanalizin veya en azından ana hatlarıyla Freud’un teorik mirasının psikolojinin vazgeçilmez referans sistemlerinden biri olarak varlığını koruduğu, alanın uzmanları tarafından genel kabul gören bir görüştür.
Öte yandan, tıpta ve psikoloji bölümlerinde daha az ve o da giderek sadece tarihi bir fasıl olarak okutulmakla beraber, Freud’un beşeri bilimler ve edebiyat fakültelerinin müfredatında daha geniş yer tuttuğunu, eleştiri geleneğine ve genel anlamda hümanist kültüre esin kaynağı olmaya devam ettiğini unutmayalım. Tabiri caizse Freud, bugün bilincimizde pek yer tutmuyorsa da, bilinçaltımıza çoktan yerleşmiş vaziyette. Bu durumun kanımca Nişanyan’ı ilgilendirebilecek bir yönü olmalı, zira kendisi de sonuçta çağımızın öğütücü uygarlığı içinde ‘hümanist’ bir vaha yaratma işini dert edinmiş biri. Nişanyan’ın ‘şiir’ dediği şey her ne ise, o şeye fanatikçe düzdüğü övgüyü (s. 141-151) ben hümanizme bir çağrı olarak anladım. ‘Hümanizm’ kelimesinin çağrışımları fazla karmaşıksa, hadi onun yerine düpedüz ‘daha insancıl ya da insan-ölçekli bir dünya arayışı’ diyelim.
Nişanyan’ın Freud’dan başka elinin tersiyle ittiği başka büyük figürler de var. Bunlardan biri de Wittgenstein. Örneğin dilin ‘dışlayıcı’ işlevine değindiği bir yazısında, Avusturyalı filozofa “bir sürü boş laf arasında dolaşıp durduğu” için kenardan bir taş atıyor. (s.74) Nişanyan burada, dilin aslında iletişimin değil iletişimsizliğin bir aracı olduğuna ve toplulukların ayırdedici özelliklerinin oluşumunda dilin tam da bu dışlayıcı işlevinin hayati bir rol oynadığına işaret ediyor. Bu eğer Nişanyan’ın da kastettiği şekilde dil hakkındaki genelgeçer kabule aykırı bir görüşse, kanımca bu görüş, diğer pek çok ‘aykırı görüş’ gibi, Wittgenstein’ın perspektifine hiç de yabancı değildir.
Wittgenstein’dan Nişanyan’a ne kadar ekmek çıkar bilemem, ama hissiyatım o ki, epeyce çıkar. Kitaptaki başka bir yazıda anlattığına göre, gençliğinde Sartre’ın Varlık ve Hiçlik adlı eserini “Türkçeye çevirmek gibi deli saçması bir işe” girişmiş, fakat o kadar bunalmış ki, yarı yolda “‘yeter lan’ deyip hepsini çöpe” atmış. (s.78) Eminim ki eğer Sartre yerine Wittgenstein’ı çevirseydi, herhalde o kadar bunalmayacak, üstelik dil konusuna ilişkin her türlü egzersizi zamanında yapmış olacaktı. Konu dil olunca, Nişanyan’ın kafasındakilerle Wittgenstein’in söylediklerinin bir yerlerde kesişmemesi zor. Mizaçları, yaşantı biçimleri, hatta hobilerinde dahi (mimarlık) ortak yönleri az değil. Gene de fazla abartmamak lazım. Belki de bu filozofların hiçbiri Nişanyan’a yaramayacaktı; kafayı sağlam tutması açısından onlardan uzak durması hayırlı oldu belki, kimbilir. Yolcu yolunda gerek.
Türkçe ilk 10’a neden giremez
Nişanyan’ın dillerle ilgili ilginç tespitleri var. Başlıca ilgi nesnesi olan Türkçe hakkındaki dünya sıralaması hiç fena sayılmaz. Ona göre, Türkçe ilk 10’a girmez ama, ilk 30 içinde yeri garantidir. (s. 60, 412) Tabiatıyla bu sıralamada ölçüt, konuşma dilinin kelime ve kavram haznesi değildir; günlük konuşmada diller birbirine hayli yakındır. Önemli olan, dillerin yazıya dökülebilen kısmıdır, yani yazı dilinin kendisidir. Nişanyan’ın vurguladığı gibi, yazı dilinin zenginliği ise
“o dilde üretilmiş olan yazı hacmiyle doğru orantılıdır. Her yazılan yazı, farklı dil ve üslup özelliklerine, farklı kelime hazinelerine, farklı düşünce ve ifade düzlemlerine sahip aktörlerin toplumsal diyaloğa bir şeyler katmasını sağlar. Ne kadar yazı, o kadar dil malzemesi.” (s. 468-469)
O halde bir dilin önemi o dili konuşan nüfusla her zaman birebir orantılı olmayabilir. Örneğin Yunancanın önemi, dünyadaki toplam Yunan nüfusuna göre kat be kat fazladır. Öte yandan, sözgelimi Endonezya dilinin (‘Bahasa’) önemi Endonezya nüfusuna kıyasla dünya klasmanında hayli gerilere düşebilir.
Türkçe, Nişanyan’ın dediği gibi, “1300 yıllık yazılı geleneği olan zengin bir dildir” (s.412), üstelik dayandığı nüfus da azımsanamaz; ama yazılı üretimi ve dünya kültürüne etkisi hesaba katıldığında, bu üstünlükleri Türkçe’yi en ön sıralara taşımaya yetmeyebilir. Nihayetinde unutmamak gerekir ki Türkçe, matbaanın iki yüz yıl gecikmeyle girdiği bir coğrafyada ancak gelişme imkânı bulabilmiş bir dildir. Beğenmeyenler çıkabilir, ama Nişanyan’ın sıralaması gerçekçi bir değerlendirmedir. İlk otuz garanti, ‘belki’ de ilk yirmi diyor. (s. 412) Hadi ilk yirmiye girsin. Böylece ülkenin dünya ekonomisindeki ağırlığıyla da şık bir koşutluğu olur.
Nişanyan’ın bu derecelendirmesi iyi de, asıl şu sözleri ilginçtir:
“[Türkçe,] geçmişe baktığında önemli bir kültür dilidir. Modern çağdan önce dünyada Yunanca, Latince, İbranice, Arapça, Farsça, Hintçe, Çince, Japonca gibi yedi sekiz egemen dilin epey ardından da olsa, en çok yazılı eser üretmiş dillerden biridir. Ne yazık ki o eserlerin büyük bölümü halen yayınlanmadan durmaktadır. Başta ‘ecdat’ muhabbetiyle beyni efsunlanmış cühela takımı olmak üzere kimsenin umurunda değil.” (s.60)
Bayağı çarpıcı bir tespit bu. Osmanlı arşivleri için, koca bir üniversite bugün otursa hepsini baştan sona deşifre etmesi asırlar alır derler. Ama herhalde Nişanyan’ın kastettiği bu arşivler değil. Kastettiği herhalde, belirli fikir ve hissiyat muhtevasını haiz bir külliyat. Peki nerede bu külliyat? Böyle gizli bir define varsa, bunun envanterini çıkarmak da Nişanyan’ın başına kalabilir. Aslında, yazdıkları arasında böyle olası bir envanterin ipuçları yok değil. Örneğin, “Türkiye’nin 20. yüzyıldaki tek gerçek aristokratı” dediği, dahası, Türkçede “son yüz yılın en iyi yazarı” diye nitelediği (s. 333) İbnülemin Mahmut Kemal de, halen keşfedilmeyi bekleyen değerlerden biri olmasın? Lâkin İbnülemin kuytuda kalmış, nispeten az bilinen bir yazar olsa da, sonuçta gün yüzü görmüş, eserleri yayınlanmış biri. Ya halihazırda “yayınlanmadan duranlar”?
İbnülemin’den gerilere gitmek ve ‘ecdat’ın gizli hazinesinin kapısını aralamak için, tabiatıyla Osmanlıcaya bir miktar hakim olmak, daha da önemlisi Osmanlıcanın keyfine varacak ruh haline sahip olmak gerekir. Şu sözlerinden, Nişanyan’ın bunların hiçbirinden mahrum olmadığı belli:
“Klasik Osmanlıca çok güzel bir dildir. Anlayabildiğim kadarına ben bayılırım. Tazarruname yazarı Sinan Paşa veya Tacüttevarih yazarı Sadettin Efendi ayarında düzyazı ustasının Türkçeye bir daha gelmediğini düşünürüm. Dünya çapında birinci ligde top koşturacak Türk şairi varsa Fuzuli olduğuna inanırım.” (s. 415)
Lâkin Nişanyan’ın gerçekçiliği malûm. Hemen ardından, Osmanlıcanın başka bir çağın ve kültürün dili olduğunu, başka ihtiyaçlara cevap verdiğini, dolayısıyla da “21. yy’da işe yarayacağını düşünenlerin kendilerini kandıracağını” söylemekten geri durmuyor. Bu bağlamda, Osmanlıcayı tarihe gömen Latin alfabesine geçiş hadisesi söz konusu olduğunda, eleştiri oklarının daima hedefinde kalmış Türk büyüğüne minnetini belirtmekten de imtina etmiyor:
“İyisi mi yata kalka Atatürk’e dua edelim. Latin alfabesi gibisi yok.” (s. 313)
Alfabe derken, unutmamalı, bir de kadim Ermeni alfabesi ve bu alfabenin içinde hayat bulmuş bir Türkçe var. Nişanyan kitaptaki bir yazısında “Ermenice harfli Türkçe yayınlar”a ilişkin aydınlatıcı bir liste çıkarmış. Türkçenin geçmişteki izini sürmek isteyenler için bu yayınlar, Nişanyan’ın da dediği gibi, “hazine değerinde.” (s. 198) Özellikle, Osmanlı yazısının ünlüleri göstermemesi dolayısıyla, Türkçenin yüz elli yıl önceki telaffuzunu anlamak açısından, örneğin, bu yayınların önemleri büyük. Bir ölçüde, aynı durum Yunanca harfli Türkçe yayınlar için de geçerli.
Ne var ki, Yunanca harfliler (Karamanlıca) halihazırda nispeten iyi bilinmesine rağmen, Ermenice harfliler sınırlı bir meraklı ve uzman çevresi dışında bugün pek ilgi görmeze benziyor. Oysa, 19. yüzyılın ikinci yarısında, Türkçenin sadeleştirilmesi tartışmaları arasında, Türkçe konuşma dilini temsil gücü en yüksek alfabenin Ermeni alfabesi olduğunu pek çok Osmanlı münevveri savunmuştur. Hatta bazılarının, ‘dışarıdan’ bir alfabe ithal edilecekse, bunun Latince değil Ermenice olması gerektiğini dile getirdiği rivayet edilir. (Muhtemelen doğru bir rivayet. Ve neden olmasın? Kuruluş aşamasında, ABD’nin resmi dilinin Yunanca olması gerektiğini savunanlar da çıkmamış mıydı?)
Tiki şivesi
Nişanyan’ın Türkçe uğraşı sadece dil tarihi ve dilbilimle sınırlı değil; güncel sosyolojiye katkı sayılacak bir yönü de var, hem de takdire şayan bir katkı. Bu katkının önemini ortaya koymak için, konuyu şöyle açayım: uzunca bir süredir, kızların ve genç hanımların (15 – 30 yaş arası diyelim) konuşma tarzında alışmakta ve anlamakta zorlandığım yeni bir ‘şive’ hasıl oldu. Benim gibi orta yaş ve üstü kuşağın farketmemesi zor bir olgu bu. Dikkat çekici tarafı, sadece belirli bir kuşağa değil, belirli bir kuşak içinde sadece belirli bir cinsiyete özgü olması. Özgüven fazlalığının dışavurumu mudur, yoksa aksine bilinçaltı gelişen bir savunma mekanizmasının sonucu mudur, nedenlerini kestirmek güç. Ama tarifi daha da güç. Çok kabaca, biraz buyurganlık tınısı olan, ama daha ziyade ‘naz’ kelimesinin anlamına yaklaşan bir tarzdan bahsedilebilir. Nazlı, şımarık, ya da şımarıkça. Bazılarımız bu sıfatlarla yetinebilir ama, kabul etmek gerekir ki eksik, yüzeysel ve yanıltıcı olabilecek bir tarif bu.
İlk belirgin halde duyulmaya başladığında, bu ‘şive’nin ‘tiki’ diye nitelenen bir kısım varlıklı aile kızlarına özgü olduğu sanılmıştı. Görünürde, dapdaracık ‘uçarı’ bir çevreye ait sınıfsal bir hadiseydi. Fakat zamanla, sınıfsal niteliğini kaybetmemekle beraber, orta sınıfa doğru inerek daha geniş katmanlara yayıldı. Günümüzde artık bazı program sunucularının ağzından bile duyulabiliyor – Medyascope gibi ciddi bir haber mecrasında ciddinin ciddisi Kadri Gürsel’le söyleşi yapan genç hanımın da bu şiveyle konuşması, neredeyse gülünç bir tezat yaratmasına rağmen, yadırgatıcı olmaktan çıkmış görünüyor.
Ben ve eminim daha pek çok kişi bu olayı nasıl tarif ederiz diye düşünürken, Nişanyan dilbilimciliğini konuşturup konuya mim koymuş bile. ‘Liseli Kız Ağzı’ başlıklı yazısında, getirdiği teknik tarif şöyle:
“Genç kadınların dilinde on-on beş yıldan beri dikkatimi çeken bir trend, sibilant seslerin (c, ç, s, z, ş, j) eskisine oranla damakta daha önde, dişe yakın artiküle edilmesi. Bu yüzden c ve ç adeta dz vet s gibi söyleniyor, ş sesi s’ye yaklaşıyor, adeta Hintlilerdeki s gibi söyleniyor (tsalısıyorum, disım ağrıyo)”.
Bu fonetik değişimin niçin aynı yaş grubu erkeklerde değil de kadınlarda görüldüğünü de Nişanyan kendince şöyle sorgulamış:
“Fonetik değişimin öncüsü çoğu zaman genç kadınlardır, bugün onlarla başlayan trend otuz sene sonra norm olur. Neden öyle? Erkekler ve ihtiyarlar daha muhafazakâr olur, ondan mıdır? Yok, daha basit bir şey: Sonraki kuşak konuşmayı annelerinden öğrenir, ondan olsa gerek.” (s. 53)
Göçebe eliyle gelen şehirleşme
Nişanyan’ın sosyolojik uzantıları olan pek çok başka tespiti de var elbet. Bir tanesi de, Türkiye halkının göçebe geçmişine dair yaygın inançla ilgili. ‘Göçebelik değildir mesele, devlettir’ adlı yazısında, çarpık, çirkin ve kalıcılıktan yoksun şehirleşme gibi Türkiye’nin başlıca problemlerini göçebelik olgusunda aramanın hata olduğunu, Türkiye halkının ezelden beri yerleşik bir halk olduğunu, 1071-1450 arasındaki Türk göçünün Anadolu’ya göçebe kültürü getirmek şöyle dursun, bir yerleşiklik kazandırdığını, zira bu göçle birlikte gelen İslamlaşma sürecinin tam da bu dönemde aslen bir şehirleşme hadisesi olduğunu anlatıyor; ancak, bu tarihsel evrime rağmen eğer ülkede köklü bir kentli kültürü bunca zaman oluşamamışsa, bunun nedeninin ülkenin başına çöreklenmiş kötü devlet yapısında yattığını savunuyor. Nişanyan’ın göçebelik ve şehirleşme ile ilgili bu tezleri bazı hantal varsayımların sorgulanması açısından faydalı ise de, anektodal olmayan, daha etraflı araştırma ve analizlere muhtaç görünüyor. Diğer taraftan, çoğu olumsuzluğun kaynağını devlette araması makul bir yaklaşım olmakla birlikte, tüm musibet ve belayı devlete yüklemesi, devlet denen mekanizmayı özneleştirme, bir özne haline getirme tehlikesi taşıyor ki bu da, ister istemez tahlillerini zaafa uğratan bir etken.
Bu durumu, Nişanyan’ı yakından ilgilendiren inşaatçılık ve ‘güzel bina’ yapma tutkusu bağlamında belki daha iyi değerlendirebiliriz. Bunun için, sözgelimi Rize (veya Trabzon) bölgesindeki Osmanlı döneminden kalma harikulâde alımlı ve narin yapıları düşündüğümüzde sormaktan bıkmadığımız şu soruyu burada da tekrarlayalım: ‘Laz müteahhit’ denen insan türü, bu yapıları görmüşken hatta bütün çocukluğunu bu yapılar arasında geçirmişken, nasıl olur da gider o birbirinden korkunç apartmanları üstüste diker? Nasıl olur da, sanki bunlar hiç yokmuş gibi davranır?
Nişanyan’ın şu sözleri, bu muammanın bir cevabı sayılabilir:
“Güzel bina yapmayı öğrenemedikleri için böyle olmamış. Biliyorlarmış pekâlâ, unutmuşlar. Unutmalarının sebebi kötü yönetim ve memleketin canına okuyan kötü bir devlettir.” (s.64) Bu sözlerde elbette önemli bir gerçek payı var. Türkiye’de devlet, özel inisiyatifi sınırlama ve belki de en gerekli veya uygun yerde boğma üzerine kuruludur. İmar yasaları ve uygulamaları daima ‘vasat’ın korunmasına göre ayarlanmıştır, çoğu kez de kalitesizliği ve çirkinliği teşvik eden sonuçlar doğurur. Nişanyan, bütün bu cenderelerden geçmiş imar gazilerinin başında geliyor şüphesiz.
Fakat insanlara bildiklerini unutturan sadece kötü yönetim, kötü devlet midir? Laz müteahhitin varlığını, tek başına devletin varlığı açıklayabilir mi? Devletin yanı sıra, bir virüs gibi yeryüzüne yayılan ‘piyasa’nın ve teknolojinin de dönüştürücü gücünü unutmamakta yarar var. Çivi, demir, çimento, fayans, ‘betebe’, alüminyum, pvc gibi yeni malzemelerin kullanıma girmesi ve bu kullanımın mimari işlev ve paradigmada yarattığı dönüşüm, okullaşma ve gelişen işbölümüyle birlikte mimarlık-ustalık ilişkisinin uğradığı farklılaşma, emeğin nicelleşmesi ve nüfus baskısı gibi daha derinden işleyen süreçleri de hesaba katmak gerek. Nihayetinde bütün bu etmenler, beğenelim beğenmeyelim, ‘modernleşme’ denen olguya işaret ediyor. Kısaca ‘kapitalizm’ de diyebiliriz. T.C. devletini, kendi yarattığı özgül problemleri gözden kaçırmamak kaydıyla, biraz da bu kapitalizm perspektifine oturtmakta fayda var. Böyle bir perspektif, Türkiye’deki yapılaşma ve şehirleşme felaketinin niçin yalnızca bu ülkeye mahsus olmadığını açıklamamıza da imkân verir (Nişanyan gibi antenleri her yöne açık birine işin bu yönünü hatırlatmak zül elbet; fakat bu hatırlatmayı dinmek bilmez devlet nefretini bir nebze olsun dengelemek maksadıyla yaptım).
“Gidiniz, çoğalınız”
Gelelim dünyadaki demografi meselesine. Bu konuda da Nişanyan’ın diyecekleri var. Ama dedikleri, tahlilden çok bir öğüt niteliğinde. Hem de ağalığına bayağı yaraşır bir öğüt. Öğüt olduğu için de çok kısa tutmuş, iki kelimeyle “gidiniz, çoğalınız” demiş. Meali:
“Çocuk yapmamaya yönelik tüm argümanlar özünde bencilliktir. Başkasına verecek vaktim, emeğim, sevgim, param yok anlamına gelir. Sanki vaktini, emeğini vb. verdiğin öbür şeyler pek pek pek mühimmiş gibi. Hayatta yapacağın gerçekten değerli olan tek şey çocuk yapmak ve yetiştirmektir… Çocuk yapmadan geçirdiğin her günü kayıp kabul et.” (s. 111)
Beş çocuklu bir baba olarak Nişanyan’ın kendi öğüdünü hakkıyla yerine getirdiği muhakkak. Allah daha bolundan versin ama, “bu ne azim, bu ne sebat” demeden geçmek mümkün değil. Yoksa gerisinde siyasi bir misyon mu var? Bazı Yahudilerin (özellikle Hasidim Yahudilerinin) peygamberin emrine uymanın yanı sıra büyük soykırımın kaybını telâfi etmek üzere çocuk yapma yarışına girdiği bilinir. Ermenilerden de aynı saikle hareket edenler olabilir, ama Nişanyan’ın o Ermenilerden olmadığı, bütün insanlığa seslendiği belli.
Doğrusu, bencillikten kaçınmaya öncelik veren böyle bir öğüdün Nişanyan’dan gelmesi ilginç, çünkü o, özgürlük uğruna epey miktar bir bencilliği göze alabilecek, hatta savunacak biri olduğu izlenimini bırakır nedense hep. Fakat eğer onun için de bencillik mutlaka uzak durulacak bir davranışsa, bugün Malthus karşıtlarının dahi itiraz edemeyeceği bir nüfus artışı karşısında, asıl bencilliğin çok çocuk yapmak olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Çocuk büyütmek eğer hem dünyaya hem de ebeveynlerine faydalı bir deneyimse, bu zenginleştirici deneyimi aç, yoksun ve bakımsız milyonlarca çocuğu sahiplenmekle yaşamak evlâ değil midir?
Bu ‘çoğalma’ öğüdü, bir benzerini her fırsatta dile getiren T.C. cumhurbaşkanını akla getiriyor ama, tabiatıyla iki öğüt arasındaki benzerlik yanıltıcıdır, zira iş öğüdün kime hitap ettiğine bakar. RTE, çoğalacak insanların sadece Türk olmasını ister, bu da yetmez, Sünni İslam’dan olmasını ister; ayrıca, Nişanyan’ın özenle yetiştireceği eğitimli çocukları değil, işsizler ve şehitler ordusunun saflarını dolduracak çocuklar ister. Misyonu, kelimenin en dar anlamıyla siyasidir.
Böylece, Türkiye siyasetinin karanlık sularına girmiş oluyoruz. Nişanyan, bir yazısına “siyaset yaz dediler, işte yazdım” diye başlık atmış, ama demeseler de yazacağı belli, çünkü siyasetle dopdolu.
Bu yazısında, son yirmi yılın cesur ve fevkalâde yoğun bir muhasebesini birkaç sayfaya sığdırmış. Özellikle RTE’nin ilk çıktığı ve bugün vardığı noktalar arasındaki uzun mesafe üzerinde epey yüksekten ve hayli nesnel bir kuş uçuşu yapmış. T.C. devletine ezelden beri egemen olan iktidar bloku içinde Erdoğan’ın başlangıçta nasıl bir çatlak yarattığını, hemen her türlü azınlık ve farklılık olgusuna kapalı olan, sınırlı düzeydeki demokratik iddia ve reflekslerini giderek kaybeden ve Batı’ya karşı da artan oranda tavır ve cephe alan bu iktidar bloku karşısında nasıl alternatif bir alan oluşturduğunu, ancak iktidarını sürdürme hırs ve telaşına düşüp, hayli çevik bir dönüşle bu iktidar bloğuna sonunda nasıl teslim ve dahil olduğunu, iktidarını koruma pahasına Türkiye’yi mutlak yalnızlığın ve savaşların eşiğine getirmekten dahi geri durmayacağı bir noktaya nasıl vardığını güzelce anlatmış.
Bilenlerin yeterince iyi bildiği bir hikâye. Bu bağlamda Nişanyan, kendisinin de dahil olduğu ‘yetmez ama evetçi’lerin bazı argümanlarını hararetle savunmayı da ihmal etmemiş. Bugün RTE’nin yanlışlarıyla karşı karşıya gelmekten ve bu yanlışların mağduru olmaktan, kimsenin kendilerinin yahut taraftarlarının payına düşen yanlışları görecek hali yok. Gene de, arada o yanlışları ve RTE (ve AKP) olayının nasıl ortaya çıktığını hatırlamakta yarar var. Şurası açık ki AKP/RTE olayı, son tahlilde T.C. devletine kuruluşundan beri hakim olan, ‘laik’ kabuğu içinde kurumaya yüz tutmuş o iktidar bloğunun vizyonsuzluğu ve ardarda yaptığı bir dizi hatanın eseridir. Nişanyan’ın ısrarla altını çizdiği husus da bu. Elbette Türkiye’deki ve dünyadaki sosyal dinamiklerin de büyük etkisi olmuştur; fakat T.C.’nin asli sahiplerinin bu dinamikleri doğru değerlendirme ve yönetme kapasitelerinin yetersizliği önemli derecede belirleyicidir. Demokrasiye ve dünyaya ‘açılım’ hamlelerini sürdürdüğü sürece RTE’ye destek veren veya kredi açan insanlara bugün hışım ve öfkeyle saldıranların, hatalardan ders çıkarmadığı (ya da büsbütün yanlış dersler çıkardığı) ve aynı vizyonsuzluktan malûl oldukları anlaşılıyor. Nişanyan tam bu şekilde ifade etmemiş ama, kanımca ‘yetmez ama evetçiler’in başlıca amacı, bu hataları tekrarlamaktan kaçınmak veya tekrarlamamak için çareler aramaktı; gerekçeleri bu amaç üzerine kuruluydu. RTE’ye zamanında verdikleri destek (yahut gösterdikleri höşgörülü muhalefet), etik ve mantığın asgari gereğiydi; tam da bu nedenle koşullu bir destekti. Sık sık suçlandıkları gibi, RTE’nin arkasından gözü kapalı sürüklenmiş değildirler – aralarındaki bir takım fırsatçı ve moronlar hariç. Kuşkusuz, bugünden geriye bakıldığında, bazı gelişmeleri doğru okuyamadıkları ve ciddi değerlendirme hataları yaptıkları açıktır; ancak, sanki oluşmasında çok etkin bir rolleri yahut ağırlıkları varmış ve bu gelişmelerin tek sorumlusu hatta müsebbibiymiş gibi suçlanmaları da anlamsızdır. Nişanyan’ın da vurguladığı gibi, ‘yetmez ama evetçiler’in o dönemdeki gerekçeleri bugün de aynen geçerlidir – hem de fazlasıyla. Fakat bir nevi afaroz edildikleri için, şimdilerde sesleri duyulmaz oldu. Tuhaf ama gerçek: bu konunun muhalefet saflarında yarattığı kutuplaşma, muhalefetle iktidar arasındaki kutuplaşmadan daha az değil. O nedenle karşılıklı eleştirilerin ortaya konup serinkanlı bir şekilde tartışılması şu aşamada pek mümkün görünmüyor maalesef.
Deha bunun neresinde?
Söz RTE’den açılmışken, bu Türk büyüğünün vizyonuna ve ülkeyi yönetme kapasitesine bakmadan geçmek de olmaz tabii. Yirmi yıl boyunca Türkiye gibi dinamik ve hareketli bir ülkede aralıksız iktidarda kalmayı becermek—üstelik onca varta atlatarak, üstüne üstlük bir de sonunda ‘tek adam’ mertebesine yükselerek. Şüphesiz, bu neredeyse ‘efsane’ye dönüşecek olağandışılıkta bir yükselme hikâyesidir. Bana kalırsa, ‘Erdoğan efsanesi’ diye bir şey varsa bunun başlıca nedeni, tüm elverişli koşullara rağmen güçlü bir muhalefetin oluşamamasındaki mucizedir. Bu fazla klasik bir açıklama, biliyorum; ve kimilerince yeterli görülmediği anlaşılıyor.
Erdoğan’ın hayat çizgisinde bir hikmet arayanlar hiç az değil. Peki nasıl bir hikmettir buldukları? Kimisi, bunu çok özel bir zekâ, bir tür deha olarak niteliyor. Her nasılsa, Nişanyan’ın da böyle niteleyenlerden olduğunu görüyoruz. Hem de öyle herkesin anlayamayacağı, muhayyilesi sınırlı vasat fanilerin nüfuz edemeyeceği türden bir deha söz konusu burada.
Herhalde vasat fanilerden olduğum için, doğrusu bunu anlamakta zorlanıyorum. Erdoğan yirmi yılın tamamı boyunca, bütün bir toplumu peşinden sürükleyerek, yahut muhaliflerini siyasal/ideolojik planda marjinalleştirip tasfiye etmenin yollarını bularak iktidarını sürdürmüş olsa, buna büyük marifet diyebilirim, hatta deha da diyebilirim. Ya da, Türkiye’yi (yahut İslam’ı) yeryüzünde daha önde ve itibarlı bir yere taşıma hedefine ulaşmış olsa, hele bunu komşuları ve dünya ülkeleriyle çatışmaya girmeden veya asgari gerilimle başarabilmiş olsa, buna da deha diyebilirim. Ama muhaliflerini doğrudan hapse tıkarak, salt sansür, denetim ve kaba kuvvet kullanarak iktidarını sürdürür hale gelmişse, ya da iktidarını ancak Türkiye’yi hiçbir getirisi olmayan pahalı serüvenlere sürükleyerek koruyabilmişse, yani başka bir deyişle, iktidarını asgari değil ancak azami bir maddi ve beşeri maliyetle muhafaza etmişse, buna ne denir bilmiyorum, ama deha demeye dilim varmıyor. Kuşkusuz, aptallık, ahmaklık da denemez, çünkü pahası ne olursa olsun iktidarını koruyabilmiş bir kere, az bir maharet değil, kabul. Bu durumda akla gelen en yakın tabir, kurnazlık; Erdoğan bağlamında da kasaba kurnazlığı. Nişanyan, bir yerde “iyi bir taktikçiydi, ama uzun vadeli vizyonu yoktu,” diyor. (s. 83) O zaman ‘deha’ bunun neresinde? Erdoğan’ın bütün hareketlerini kurnazlık, taktikçilik gibi nitelikler ‘deha’dan çok daha iyi açıklıyor sanki.
Hoş, benim deha anlayışımın yararcı, fazla ussal ve ‘uslu’ bir tanımı öngördüğü düşünülebilir. Kuşkusuz, deha denen şeyin ele avuca gelmeyen, vahşi, hayvani bir yönü var. Şöyle diyor Nişanyan:
“’Deha’ tam da bu demektir: Makul insanların başka çıkış yolu yok dediği yerde çıkış yolu görebilme yeteneği. Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi dehasının farkına ben 2014 başlarında vardım. Gözüm korktu. Ve itiraf edeyim, takdir ettim.” (s. 498)
RTE’nin 2014’ten önce de, sonra da nice çıkmazdan kendini bazen şaşırtıcı manevralarla nasıl kurtardığı malûm. Fakat içine düştüğü pek çok çıkmazı da kendi hazırladığı, ayaklarına ateş edenin kendi olduğu unutulmamalı. Köşeye sıkışan her canlı tehlikeyi savuşturmak için aklını kullanır, çok defa köşeye sıkışırsa aklını daha çok kullanır; ama can havliyle yaptığı hamlelerde ortaya çıkan zekâ kıvılcımlarını bir deha göstergesi olarak yorumlamak ne kadar doğrudur, tartışılır. Nişanyan RTE’nin zekâsından korkmakta belki haklı, ama takdir edecek ne bulduğunu anlamadım.
Hayranlarının Erdoğan’ı bir dahi addetmesi doğal. Peki ya ondan yaka silken, lânet okuyan muhaliflerine ne demeli? Bu bir kısım muhalifin Erdoğan’da ‘deha’ vehmetmesini, yıllar boyu gitti gidiyor deyip başlarında hep kaldığını gördükçe yaşadıkları moral ve sinir bozukluğuna veriyorum. Bir tür Stockholm sendromu.
Özgürlükleri tehdit eden feminizm
Kitaptaki diğer bir yazıdan, Nişanyan’ın durmayıp feministlerle şiddetli bir polemiğe de tutuştuğunu görüyoruz. Yakın zamanlarda böyle bir çıngar çıktığını bilmiyordum, ama şaşırmadım. Feministlerin Nişanyan’dan hazzetmediği malûm, nedeni de elbette sadece özel hayatındaki vukuatlar değil. Anlaşılan o ki gene feministleri kızdıracak bir şeyler söylemiş, onlar üzerine gidince o da bir savunmaya girişmiş.
Burada ateş hattına girip canımı tehlikeye atmaya niyetim yok. Ama olayın mahiyetini kavramak için kısaca aktarmaya çalışayım. Nişanyan, ‘Türkiye gerçekleri’ne bağlı kaldıkları sürece feministlerle bir derdi olmadığını, minimalist anlamda kendisinin de pekâlâ feminist olduğunu, ama zamane feministlerinin ülkedeki büyük kadın çoğunluğunun sorunlarına çözüm aramak yerine, kendi küçük marjinal alanlarına –‘burjuva dünyalarına’?– kapandıklarını, hayali yahut fuzuli konularla oyalanır hale geldiklerini, üstelik daha vahimi, dünya genelinde bir akım olarak feminizmin bugün artık bir özgürlük çağrısı değil, bilâkis özgürlüklere bir tehdit olduğunu anlatmaya koyulmuş. Koyulmuş ama, ne yazık ki feministlerin hem teorik hem sosyal konumlarını bir karikatüre çevirmekten kendini alamamışa benziyor, o nedenle de bazı çok yerinde gözlem ve tepkilerinin pek kıymeti harbiyesi kalmıyor. Özgürlüklerin nerede başlayıp nerede bittiğine karar vermekte sergilediği rahatlık de hayra alâmet değil; ayrıca, prensipte hiç de yabancısı ve karşıtı olmadığı o marjinal alanlara dışarıdan küçümseyerek bakması da kendi açısından epey sorunlu gibi.
Fakat belli ki feministleri asıl kızdıran Nişanyan’ın bu fikirleri değil, başka bir olay. Yazısının başında, şöyle bir not var:
“Kadın hastasına cinsel girişimde bulunduğu iddiasıyla linç edilen bir psikolog profesörü savunduğum için ‘feminist’ etiketi ardına sığınan linç güruhunun öfkesi –bir kez daha– bana yöneldi.” (s. 431)
İtiraf edeyim ki, bu hadiseyi de bu yazıdan öğrendim. Nişanyan’ın hangi bağlamda hangi motifle bu işe kalkıştığını bilmiyorum. Kendisi “sapığı neden savunduğunu” şöyle açıklamış:
“1) Sapık falan değil. 2) Muhtemelen hiç kabahati yok, mağdur olduğunu söyleyen kişinin ifadeleri problemli. 3) Cinsel girişimde bulunmuşsa evet, makul ölçüde cezalandırılması gerekebilir. 4) Linç şakşakçılığı daha büyük suçtur, caydırıcı şekilde cezalandırılması gerekir”.
Bu söylediklerinden, profesörü hangi motifle savunduğu tam anlaşılmıyor. Biraz tahmin yürütelim. Üç ihtimal var. Nişanyan, sözkonusu profesörü masum olduğuna inandığı için savunmuş olabilir. Kuşkusuz, kayıtsız şartsız savunmak için harbi bir nedendir bu. Ya da Nişanyan, profesörün masum olup olmadığı açıklığa kavuşturulmadan suçlanmasına karşı çıktığı için savunmuş olabilir. Motifi, bir yanlışlık ve haksızlık yapılmasını önlemeye yöneliktir. Son bir ihtimal, Nişanyan profesörün suçlandığı sapıklığı yaptığını bile bile savunmuş olabilir. Bu noktada motifi, profesörü ne pahasına olursa olsun, bir insan olarak toplum karşısında savunmaktır. Bu, Nişanyan’ın profesörün sapıklığını onayladığı veya orantılı bir ceza almasını önlemek istediği anlamına gelmez, sadece toplumun küçük bir parçasını –bireyi– büyük parçası yani toplumun kendisi karşısında asgari bir koruma altında tutma azmini gösterir. Bu azim, toplumu bizzat kendisinden koruma isteğiyle eşdeğerdir.
Tarihte, bu saiklerle psikolog profesörden çok daha korkunç cürümler, düpedüz insanlık suçu işlemiş canavarları savunmayı vazife edinen avukatlar görülmüştür, hâlâ da görülür. Bunlar, çoğu kez savundukları suçlulardan daha fazla şimşekleri üzerlerine çekerler, ama bildikleri yoldan şaşmazlar. Çok inatçı ve azimlidirler, her zaman fazla sevilmezler, ama saygı görürler.
Profesörü savunurken, Nişanyan’ın bu avukatlardan pek de farklı olmayan bir saikle kendine vazife çıkarmış olması mümkündür. Yani savunma nedenleri arasında, üçüncü ihtimal daha yüksek görünüyor. Nitekim sözüne şöyle devam etmiş:
“Suçsuz birini savunmak kolay. A) Suçlu olup olmadığı belli olmayanı savunabiliyor musun? B) Az suçlu olanı savunabiliyor musun? C) Ağır suçlu da olsa, onun seviyesine düşmeden, insan kalmayı başarabiliyor musun?” (s. 429)
Kalabalık korkusu, kışkırtma ve iskonto
Bütün bu hikâyeden, Nişanyan’ın düşüncelerini temelden etkileyen bir özelliği ortaya çıkıyor: kalabalık korkusu. Bu, agorafobi gibi doğrudan bir korkudan çok, neredeyse her grup toplaşmasını, bir iktidar ve baskı yoğunlaşması gibi algılama eğilimi (bir bakıma, Elias Canetti’nin kalabalıklara ve kitlelere dönük gelişkin duyarlılığını hatırlatan bir durum). Bir başka yerde de şöyle demiş:
“Her zaman linç kurbanını savunmak gerekir. Suçlu da olsa, kan kokusu almış kalabalıklar kadar suçlu değildir. Kalabalık her zaman haksızdır. Kendi nefretini kusmak için kalabalığa sığınan, dünyanın en tehlikeli ve ahlaksız mahlukudur.” (s. 511)
Nişanyan’ın üzerine gelen feministleri hemencecik bir ‘güruh’ olarak nitelemesi boşuna değil. Ne de olsa bir ‘kalabalık’ oluşturuyorlar. Topu topu üç beş kişi bile olsalar farketmez. Hatta feminist olup olmadıkları da o kadar farketmez.
Bu kalabalık (yahut kitle) korkusunun, Nişanyan’da ileri derecede bir tepkisellik yaratmış olduğu söylenebilir. Bu tepkisellik, çoğu kez karşısındakileri –hele bu bir ‘kalabalık’sa– dinmek bilmeyen bir kışkırtma, provoke etme ihtiyacı olarak su yüzüne çıkabiliyor. “Köpekleri havlatmayan fikir söylenmeye değmez” demesi rastlantı değil. (s. 508) Bu söz onun üslubunu, hatta tüm hayat felsefesini özetliyor sanki. Sürekli kışkırtma ihtiyacı, hayat felsefesinin de ötesinde, sadece zihninden değil bedeninden de fışkıran bir içgüdü halini almış olabilir.
Lâkin kışkırtma eylemini bir iletişim stratejisi olarak benimsediği de belli. Amaç, provokasyon yoluyla düşünceleri hareket halinde tutabilmek. Beyinlerdeki kan deveranının sürekliliğini sağlamak. Amaç bu olunca, getirdiği en ağır eleştirilerin özgül ağırlığı değişebilir tabiatıyla. Örneğin, başlıca eleştiri konularından biri olan Atatürk’ü eleştiri konusu yapmasını bile, biraz da Kemalistleri zıplatmak isteyişine bağlamaktan kaçınmıyor:
“Mesele Kemal Paşa değil kardeşim. Mesele aptallık. Durgun beyinlilerin beynini hoplatmak için Kemal Paşa’ya çakmak lazımsa çakılacak tabii.” (s. 115)
Bu durumda, Nişanyan’ın bazı hüküm ve değerlendirmelerinde epeyce bir ‘iskonto’ yapmak ve bir anlamda fazla ciddiye almaktan vazgeçmek kaçınılmazlaşıyor. Ne var ki, bundan çok gocunacağını sanmam, çünkü bizzat kendini ne kadar ciddiye aldığı her zaman belli olmuyor. Bir miktar kendini ciddiye almama halini zaten bir erdem olarak gördüğü veya yaşadığı tahmin edilebilir.
Nişanyan’ın bu kışkırtıcı halinin, hayatının tamamına damgasını vurduğu anlaşılıyor. Bu vesileyle, yıllar önce yazmış olduğum bir yazıda paylaştığım bir izlenimimi düzeltmek isterim. Şirince’deki ‘imar suçları’ dolayısıyla tekrar hapse girmesinin akabinde kaleme aldığım o yazıda, Nişanyan’ın işe ‘normal’ ve ‘uslu’ bir girişimci gibi başlamışken, karşılaştığı türlü saçmalıklar karşısında nasıl giderek isyankâr ve inkârcı bir ruh haline sürüklendiği, sonunda da nasıl bir bürokrasi ve devlet düşmanına dönüştüğü mealinde bir tablo çizmiştim. Oysa bu kitapta anlattıklarından, devlet ve bürokrasi düşmanlığının ilk gençlik yıllarına dek uzandığını öğreniyoruz. Başta askerliği sırasında Ali Nesin’le birlikte yaşadıkları olmak üzere, hayatında devletle cebelleştiğini gösteren epey bir vukuat mevcut.
‘Nasıl Ermenileştim’ başlıklı yazısından, Nişanyan’ın devlet karşıtlığının sosyalistliğiyle bağlantılı olarak başladığını ve geliştiğini ayrıca öğreniyoruz. Sonraları sosyalizm perdesi bir kere kalkınca, Ermenilik yeni bir anlam kazanmış, Hrant cinayetinin travmasıyla da ön plana çıkmış. Bütün bu gelişmelerin Nişanyan’ın provokatif tarzını beslediği, dilini büsbütün bilediği kesin. Fakat şurası açık ki, bu tarzın hem keyfini çıkarmak hem de fikri gereklerini yerine getirmek için, göze almadığı tehlike ve belâ yok. Buna belirli bir mazohizm de dahil. Onca saldırı ve ‘linç’ girişimine maruz kalmasını, o kadar yıl hapislerde çile çekmesini başka türlü açıklamak kolay değil. Nihai bir kertede, özgürlüğü cezaevinde bulduğundan bahsetmesi de bunun bir işareti olsa gerek. (s. 103) Çok deşilirse, bu doğrultudaki felsefi yoklamalarında pekâlâ bir gerçek payı bulunabilir, ama marazi tarafının bayağı ağır bastığı ortada.
Fakat bu mazohizminin, kendisi kadar başkalarına dönük de sonuçları olabilir tabii. Nişanyan, ahlâksızlıkla özdeşleştirdiği riyakârlıkları sergilemek uğruna, bizzat ahlâkın sınırlarını zorlamaktan geri durmayabilir. Özgürlüğü diğer tüm değerler karşısında ödünsüz korumak adına, hatta salt ‘alışılmış’, ‘rutin’ olanın dışına çıkmak uğruna, katillikte yahut canilikte de bir hikmet bulabilir (“Seri katil dediğin ne ki? Alışkanlıklarını aşmış bir adam.” (s. 103)) Her halükârda, hemen her zaman pire için yorgan yakacak kadar gözükaradır. (O kadar gözükaradır ki, en hafif deyimiyle ‘densizlik’ sayılabilecek hareketlere de bazen kolaylıkla sürüklenebilir. Örneğin, duyduğumuza göre son olarak Elazığ depreminin akabinde yaptığı gibi, hiçbir şekilde sahteliğe ve riyakârlığa düşmeme lüksünü korumak uğruna, en temel medeniyet kurallarını çiğnemekten geri durmayabilir, koca bir yöre halkına taziyede bulunmak şöyle dursun, susma imkânını da kullanmayıp, tüm kinini kusmaktan dahi imtina etmeyebilir.).
Diğer taraftan, Allah muhafaza doktor olsa, Nişanyan’ın 60 yaşın üstündeki herkesi sıkı bir triajdan geçirip büyücek bir çoğunluğunu mezara göndermesi işten değildir. (s. 143) Kendisinin de 60 yaş üstü olması farketmez. Kaldı ki, kendine bir torpil yapması pekâlâ mümkündür, çünkü insanlığı işe yarayanlar ve yaramayanlar (daha doğrusu, güzellik yaratanlar ve yaratmayanlar) diye ikiye ayırmaya pek yatkın olduğu için, yüksek sağlık harcamaları pahasına da olsa, kendini de (tabiatıyla, haklı olarak!) dahil edeceği işe yarayanlar grubunun daha ileri yaşlara kadar hayatta kalmasını hoş görebilir.
Bu nahoş söz ve çıkışları karşısında, Nişanyan’ın düpedüz sadizmin kıyılarında gezindiği düşünülebilir. Ama bir ‘sadist’ olduğuna hükmetmek doğru olmaz; sadist sıfatını bu tür düşünceleri havaya savuranlara değil bizzat uygulayanlara saklamak daha uygundur. Çoğu insan kötü şeyler söyler, ama dediği her kötülüğü yapamaz (üstelik, kötülüğün hep güzel şeyler söyleyenlerden çıkma ihtimali daha fazladır). Nişanyan’ın da, hiç değilse bu bağlamda diğer insanlardan farklı olduğunu düşünmek için pek bir neden yok. Ancak sadizmin mazohizmin ikizi olduğunu unutmamak gerek. Nişanyan’ın mazohizminde de bir ‘sado-mazo’ damarın mevcudiyeti bir şekilde hissediliyor. Zihninin labirentlerinde, bir Marquis de Sade dolaşıyor sanki.
Fakat sonuçta, Nişanyan’ın bütün bu sivriliklerini kendine seçtiği kışkırtıcılık mesleğiyle açıklamak sanırım en makulüdür. Haklı haksız bir sürü insana verdiği rahatsızlık, Türkiye’nin düşün dünyasına –ve bizzat Türkçeye– bugüne kadar yapmış olduğu katkının bir bedeli ise, bu bedel devede kulak kalır. Bunu bir ‘bedel’ olarak görmeyip, katkısının değerli bir parçası addetmek de mümkün tabii.
Nişanyan, Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı, fakat uzaklara gitmedi. İronik mi, trajik mi artık bilemiyorum ama, bu yönüyle de durumu ilginçtir. Bu durumunu, belki en iyi halihazırdaki adresi anlatıyor. Kitabında yazdıklarından da anlaşılacağı üzere, Nişanyan sadece Türkiye’de değil yeryüzünde de bolca gezip tozmuş biridir. Bir bakıma bir dünya vatandaşıdır. Bu haliyle, dünyanın neresinde olsa rahatlıkla yaşayabilmesi beklenir. Ama kazın ayağı öyle değil. Ailevi bağlantılarıyla, istese Kanada’ya kolaylıkla göçebilir, fakat gitmez, çünkü o ülkeye kanı ısınmaz, ruhu üşür. Ermenistan tarafından cebine bir pasaport konduğu halde, o sarp ülkede de bir haftadan fazla rahat durabileceği şüphelidir. Nişanyan’ın problemi şu ki, o bir Türkiye bağımlısıdır, o nedenle de Türkiye’nin burnunun dibinden uzaklaşamaz. Nitekim gider, Türkiye’ye bakan en yakın Yunan adalarından birine yerleşir.
“Yerli ve milli’den bir halt olmaz” sözü aklımda kalmış. Doğrudur, ama belki bunun tek istisnası kendisidir. Çünkü bir yönüyle, bu sözü eden adamdan daha ‘yerli ve milli’si acaba var mıdır?
•
GİRİŞ RESMİ:
Sevan Nişanyan, 2012 yılında kendi için yaptırdığı kaya mezarının açılışında.