"Devrim Alkış’ın Everest Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı Sene 84, bir ‘80’li yıllar güzellemesi değil. Beş yakın arkadaşın üstünden çekilen, gitse de kalsa da tuhaf bir arafta salınan günümüz Türkiyelisine dair keskin bir panorama."
02 Haziran 2022 20:30
Sene 84’ün, ismini roman boyunca bize bağışlamayan anlatıcısı diyor ki:
“Su almak için mutfağa girdiğimde karnımın aç olup olmadığını sordu. Bir Avusturyalı sizi yemeğe davet ediyorsa bilin ki size tapıyordur.” (s. 21)
Germenler hakkında edinilmesi gereken ilk bilgilerden biri budur gerçekten: ikramda sınır vardır. “İster misin?” diye sorarlarsa hiç nazlanmamak gerekir, yoksa benim 1992 yazında kaldığım gibi her misafirlikte aç kalırsınız.
Üniversite eğitimi için Viyana’ya gidip orada dokuz yıl geçirmiş yazar Devrim Alkış’ın Sene 84’teki derdi Viyana’dan ziyade Türkiye ile ama “Ausländer” gözüyle çıkardığı kent portresi incelikli. Şu sahne mesela:
“Genç ve kibar insan sayısı günbegün azaldığından yaşlılar yukarıda, bavullar aşağıda kalır, beyni standartlarla uyuşmuş modern Avrupa insanı önünde duran bavulları söz konusu yaşlıya vermeyi düşünemez, o arada trene binmek isteyenlerin gerginliği artardı; (…) sonunda hayat tecrübesi yüksek bir “Ausländer” beceriksiz insan kalabalığını aşarak bavulları yaşlıya uzatır, ödül olarak da Viyana ağzıyla melodili bir ‘Danke Junger Mann!’ kazanırdı.” (s. 193)
Viyana’daki ilk pazar günümü hatırlıyorum; dükkânların çoğu kapalıydı ve Viyanalılar güzelim kenti şımarık turistlerin ele geçirmesine içerlemişçesine kendilerini evlerine kapatmıştı sanki. Kentin “deli” kategorisinde değerlendirilen sakini gerçekten meşhurdu, çoğu kendi halindeydi ama bir akşam arkadaşımı tramvayda birinin elinden kurtarmışlığım yok değildi. Ben de hep melange içerdim. Sevmediğimden, her yaştan kentlinin sabahtan akşama bıkmadan yaptığı gibi belki dondurma yemez fakat kitaptaki yaşlı kadınlar gibi “ağır ama lezzetli ve ucuz pastalardan” tatmak üzere sık sık Aida’ya giderdim. Nefis tarihî binaların avlularında karşıma çıkıveren klasik müzik konserleri aklımı başımdan alırdı. Birlikte Almanca kursuna gittiğim arkadaşımla müthiş bir keşifte bulunmuştuk: Telefon kulübelerinin duvarlarına yazılan numarayı arayıp o cumartesi partisinin nerede olduğunu öğrenmek. Parti mekânı da telefon numarası gibi her hafta değişirdi; terk edilmiş bir fabrika, yıkılacak bina gibi mekânlar olurdu ki, o zamanlar için oldukça “avangard” idi bu seçimler. İstanbul’a dönünce bu partilerden Viyana’da yaşamış birkaç arkadaşımıza bahsetmiştik; kimse bilmiyordu.
“Avusturya’nın karanlığı, soğuğu ve Avusturyalıların sınırın doğusundan gelen herkese kaşlarını çatması” (s. 15) ihtimal daha gerçekçi bir Viyana portresidir; hâlâ ara sıra başka boyuta ait bir Viyana’da yaşayıp yaşamadığımı sorgulamıyor değilim ama doğaldır: Yazdı, motorunun arkasında Viyana heuriger’lerini turladığım okyanus gözlü Günther’e âşıktım ve gençtim, kısacası:
“Hiçbir şeyin güzel olmasına gerek yoktu, her şey zaten güzeldi. (s. 146)
Ayrıca, hafıza dediğimiz nedir ki?
“Aslında o gün yaş günüm de olabilir, belleğim iki olayı üst üste koyup beni yanıltıyor da olabilir, diye düşündüm. Zeus’un kandırdığı hafıza tanrıçası Mnemosyne, intikamını sık sık geride kalanlardan alıyordu sanki.” (s. 32)
Devrim Alkış’ın ilk kitabı kısa öykülerden oluşan, 2015’te yayımlanan Kendi İşinin Patronu Olmak. Sonraki kitap bir roman; Şantiye Gürültüsü. Sene 84, aynı zamanda Almancadan çeviriler de yapan yazarın üçüncü kitabı.
On güne pek çok olgu sığdırılmış Sene 84’te, geri dönüşlerle beş arkadaşı çocukluk yıllarından 30’lu yaşlarına takip ederek iki kent (Viyana ve İstanbul); iki kültür (Türkiyelilik ve Avrupalılık); birbirinden sayısal olarak 40 yıl, anlayış olarak birkaç çağ uzakta görünen iki zaman dilimi (80’ler ve 2021) arasında seyahat ediyoruz. Gençlik, büyümek, gerçek, gerçeklik, hafıza, aidiyet, nostalji gibi kavramlar üzerine kafa yorarken 20 yıldır geçirdiği açıklıkla sinsi bir değişimden sonra “yeni Türkiye” olarak adlandırılabilecek memlekete didaktik olmayan, yerinde analizlerle gözlerimiz yaşlanarak bakıyoruz.
Konuya gelirsek: Yıllardan 2021, aylardan mart, kentlerden Viyana. Kahramanımız kendi deyimiyle, “doktora tezinde ulaşamadığı disipline otuz birde ulaşmış” bir öğrenci. Okulun bitmesine bir yılı kalmış fakat tez sondan uzak. Haksızlık etmeyelim; Mantıksal Pozitivizm konulu bir araştırmanın altından kalkmak kolay değil:
“Mantıksal Pozitivizm denen nane, temsilcilerinin Nazilerden kaçıp Amerika’ya, İngiltere’ye gitmesiyle bitmişti, damar kurumuştu. Bizim alanda takibi zor işlere hiç girmemek lazımdı. Keşke yirminci yüzyıl siyaset felsefesiyle ilgili bir tez yazsaydım da rahatıma baksaydım ama artan zamanda ne yapacaktım?” (s. 103)
Yer yer acemi bir Bukowski, yer yer karnını yurttaki buzdolabından yaptığı minik hırsızlıklarla doyurmaya çalışan Paris ve Londra’da Beş Parasız kitabının George Orwell’i kahramanımız günlerini “ışık sevmeyen fenerbalığı gibi” saklandığı kütüphanede geçirmektedir. Arşiv bölümünün iki müdavimi daha vardır; Brejnev ve Eva Braun. Eva Braun mühim.
Kahramanımız, kolaylık olsun K. diyelim, eski sevgilisinin düğününe katılmak üzere İstanbul’a gider. Bu arada biz çeteyi tanırız: Adamımız K.; ünlü işadamı Çağatay Ersümer’le evlenecek olan eski sevgili Ekin; varlıklı bir kayınpedere kapak atmış “İlaç Vedat”; yaşam koçu, yazar Pınar; düğüne davet edilmeyen tek üye, “kuruyemişçinin oğlu” Ahmet. Grup farklılaşan yaşam tarzları sebebiyle yıllar içinde kopmuştur ama aslında birbirlerinden uzak durmalarının daha önemli bir sebebi vardır; ortak bir sır.
Anlatıcı İstanbul’a indikten sonra roman katman katman açılır. Son yıllarda ülkeden arkasına bakmadan kaçana da, gitmeyip kalana da acımaz, K. Memleketi terk eden kendince “buralı” olmaya devam etse de kalanlarca yabancılaştırılır; göçtüğü ülkede zaten Ausländer’dır o. Kalansa devletin dört duvarını birbirinden yaratıcı suçlamalarla boylamadıysa çoğunlukla kendi zihninde hapistir:
“Birikmişlerden yiyorlardı, çocukların okul paraları bu yıl için ödenmişti, seneye Allah kerim diyorlardı. Kanal İstanbul ile şehri ada haline getirecek çılgın proje gerçekleşirse inşaat sektörü açılır, biz de iş buluruz, diye ümitleniyorlardı. Sonra da böyle bir felaket sayesinde para kazanacak olmalarından dolayı birbirlerine tiksintiyle bakıyorlardı. (s. 54-55)
Ekin’in müstakbel kocasının başkanı olduğu Sene 84 Vakfı ve Dolapdere’deki Müze 84, ‘80’li yılları ve zamanın Türkiyesi’ni anlatmak üzere kanımca iyi bir buluş – ne de olsa Ayfer Tunç’un Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek kitabının üstüne benzer tarzda bir şey yazmak zaten zor. “Güzelliklerin ülkemizdeki temsilcisi Sene 84 Hareketi”, atanamayan öğretmenleri en azından ekmek kapıları olsun diye bozacı ve macuncu olarak işe almak, mahalle bakkallarını canlandırmak benzeri masumane görünebilecek eylemlere rağmen kitabın adına belki de gönderme yapan bir tür Orwelcilik’le sonuçlanacak gibidir. Geleceğin cumhurbaşkanı adayı Ersümer, kendine kalabalıkları eğitme yetkisi biçmiş fanatik bir “okumuş” seçmen ordusunun yıllardır sektirmeden oy verdiği “sol eğilimli” partilerden farklı bir söylem geliştirmeyecektir belli ki. Kaldı ki mutenalaştırılan her semtten ilk kovulanlar nihayetinde “garibanlar” olur ve her iktidar kendi dogmalarına hizmet edecek bir dünya yaratma peşindedir:
“Beyaz Fırın’ın olduğu meydanın ortasında, siyahlar giymiş kemancı iki kız bir sokak konseri veriyordu. Saz çalan körlerin, Kürtçe, Arapça türkü söyleyen gençlerin yerini konservatuvar mezunu, kadrolu müzisyenler almıştı. Bu gençlerden bazıları bulundukları meydanı Mozart ya da Schubert’le Avrupa’nın üstün yaşam standartlarına taşıyor, bazıları ise “Ah Kalamış’ta” deyip geçmişin bağrından gelerek gönül telimizi titretiyordu. (…) Sivil gönüllülerden oluşan denetmenler çarşı civarından hiç eksik olmuyor, satıcıların müşterilere hanımefendi, beyefendi şeklinde hitap edip etmediklerini denetliyorlardı. Müşteriye abi, abla, birader demenin cezası ilk seferde bin lira, ikinci seferde beş bin lira, üçüncüde ise ruhsat iptaliydi. (s. 165-166)
Nitekim Müslüman olmayan vatandaşını asırlardır onların da anavatanı olan bu topraklarda “misafir” olarak görmekte ısrar eden halkımızın içinden hangi canavarın ne zaman çıkacağı da belli olmaz:
“Yeni belediye başkanı ‒aynı zamanda Sene 84 Vakfı Kaybolan Oyunlar Komitesi Başkanı‒ seçimi kazanır kazanmaz, Haldun Taner Sahnesi’nin önüne kocaman bir “Khalkedon’a Hoş Geldiniz” yazısı astırmış, hemen akabinde ortalık fena karışmıştı. İktidar ve muhalefet panoya karşı birleşmiş, Sene 84 Hareketi’nin desteklediği bağımsız belediye başkanını Rum tohumu, Ermeni dölü, Yahudi uşağı olmakla suçlamışlardı. Sene 84 seçmeni de bu ifadeyi doğru bulmamış, komitelerde tartışmalar başlamıştı. (…) Sonunda insanları kutuplaştıran bu yazı “Kadıköy’e Hoş Geldiniz” olarak düzeltilmiş, panonun altında, parantez içinde utangaçça bir Khalkedon yazısı bırakılmıştı.” (s. 164)
Sakin, iyi kurulmuş, fikir zengini bu özgün roman kendini ciddiye almayan ironik felsefeci K gibi bıyık altından gülümsetiyor ve okurunu sürekli şaşırtıyor. Gazete başlıkları karışıyor, dergi yazıları ele her alındığında değişiyor; tasavvuf erbabı Sucu Amca veya kâh meyhane masasından kâh cepten çıkan bıçak hakikaten var mı yok mu diye kafamızı kaşıyıp duruyoruz ama ipuçlarına tutunarak yolumuzu bulabiliriz:
“Mantıksal Pozitivizmin felsefeye en büyük katkısı, denenmemiş bilginin yok varsayılacağı düşüncesiydi. O derginin kapağını açmadığım sürece, benim için ne Ekin ne de “Sevdiğin Kişiyi Kaybetmek ve Aramak” diye bir yazı vardı.” (s. 211)
Sırrı, okuma keyfini bozmamak için zikretmeyelim. Bu gizem kısmı bende Rene Eller’in, Elvis Peeters’ın kitabından uyarlayıp yönettiği, sekiz gencin beden ve akıllarının sınırlarını zorladığı yaz maceralarını anlatan, sıra sinemaya gelince benim gibi geniş mideliler için bile hazmı zor Belçika-Hollanda yapımı Wij (Biz) çağrışımı yaptığından ve aklım böyle tuhaf işlere çalıştığından ‒Yorgos Lanthimos’un Köpek Dişi’ni tavsiye ettiğim bir arkadaşım beni hâlâ affetmedi‒ Sene 84’ün beşlisinin eylemi neredeyse masumane ve “sosyal içerikli” kaldı, zihnimde. K.’nın İstanbul’a indiği andan uçağa tekrar binmesine dek fiziksel olarak yaralanıp durmasını hoş bir alegori olarak okudum; ruhuna aldığı her darbe ellerinde, çenesinde, dizinde görünür oldu adeta. Ekin’in Valiz dergisine yazdığı makaleler hikâyenin farklı katmanlarda anlatılmasına imkân vererek romana zenginlik katıyor kanımca; bu teknik de Latife Tekin’in Manves City’sini anımsattı bana.
Romanın sonunda K’nın ani bir kararla çıktığı İstanbul seyahati yine beklenmedik bir şekilde kesiliyor, fakat onu Viyana’da bir sürpriz bekliyor, ya da biri. Gerçi belki de beklemiyordur, orası bize kalmış. Memlekette değilse bile en azından bu romanda özgürüz.
•