Mustafa Orman’ın ilk öykü kitabı Derdin İncinmesin önümüzdeki hafta Everest Yayınları etiketiyle raflarda olacak ama öncesinde K24 okurları için “Kıvrım” öyküsünü paylaşıyoruz...
Dünya, birine acı çektirenler ile sırası gelince aynı acıyı çekenler arasında gidip geliyor.
Yüzüm yukarı, aklım aşağı; pervane misali ha bire kendime döndüm. Ben kimin hayatının parçasıydım? Kaç tur döndüm mahalleyi, bilmiyorum. Şu hayatta ne kendimi kırdım, ne de başkasını. Oysa insan incitmeden zevke ulaşamıyor, mırıltısıyla adımlarımı atmayı sürdürdüm. Ben de eninde sonunda bu yola adım atacaktım, diyerek düşüncelere daldım. İsmimi yarım büklümle çağıran sesi duyunca, irkildim. Sustu, eliyle içeri çağırdı.
Bizim Latif, saat tamircisi. Yaranın kurnazı, mahmur ağrının çeperi, dilsizliğin süsü Latif...
“Nereye böyle?” dedi.
“Hiç, sabahtan beri evde dön dolaş kalbim ağrıdı,” dedim.
“Aman ha dikkat et, sakat bırakma,” dedi.
Sonra, “Geç içeri, taze demledim çayı, iki rekât sohbet ederiz,” dedi.
Onda el, ağız, göz işlemez. Ama konuşmaya başladı mı, sanırsınız dünyada dersine çalışmış tek adam Latif. Bıyıkları dudağının üzerine bükülüyor, kızgın yüzünden göz kirpiklerine derin merhamet çukuru canlanıyor. Sırtının ortasından eğilmiş, bükülmüş, dalları kırılmış, sağa sola sarkmış, kayalıkların üzerine kendini bırakmış yaşlı bir ceviz ağacını anımsatan tombul tümörü onun en iyi arkadaşıydı. İkisine birlikte eğilmek, insanı dert sahibi yapardı.
Kapıdan içeri girerken cama yapıştırılmış, CENAZEMİZ DOLAYISIYLA KAPALIYIZ notunu gördüm. Bu adam ne yapmaya çalışıyor, daha geçen ay Naim’i defnetmedik mi?
Kendimi tutamadım, yüzümdeki çizgileri belli ederek, “Abi ne yapıyorsun, kaç ay geçti aradan, yazıyı neden sökmüyorsun?”
Bıyıklarını dişleriyle koparıp yemeye başladı, elini sırtıma doğru götürdü, “Oğlum, ülkede her gün çocuklar ölüyor.”
Canımın camına gömülüp sustum.
Onun gövdesinin pervazında durdum. Saat tıkırtıları arasında geçmek bilmeyen zamanın içinde dudak kıpırtıları, bakışlarla şimdilik idare ediyoruz. Sessizliğim, Latif ’in konuşmaya başlayıp gece geç saate ya da sabaha kadar susmayacağı korkusundan. Abuk subuk sorular soruyor, her seferinde de cevapsız kalıyorum. Allah var, yine de Latif ’in aklının hakkını vermek lazım. Belli ki kolluyor saate baka baka, birazdan dalar kendi kendine yaratacağı
konuşmanın içine. İnsanı, yüzün yüzlere denk gelmediği yerlerden anlatıyor. Bobin kablosuna sarmış da, yanık kokusunun gelmesini bekliyor sanki konuşmak için.
“Dert sahibiysen, ince düşünceli, gönlü gani, yüzü şen; dert sahibi değilsen, kalbi katı, aklı kaba, acımasızca hayata bakarsın,” dedi.
“Haklısın, derdin içine düşmeden, dertlinin haline de anlam veremiyor insan,” dedim.
“Evet,” dedi.
“Ama ben anlamam, bilmem, yaşamadım, görmedim, geçmedim yoldan,” dedim.
“Sen bu dünyada eylemi sevdiğini sananlardansın, oysa sen eylemin fikrini seviyorsun. Aşk istiyorsun, bunun için hiçbir şey yapmıyorsun. Gece gündüz aşkın fikrini aklında kurcalıyorsun,” dedi.
Ne varacağın yere varıyorsun, ne de varacağın yerden düşüyorsun,” dedi.
“İnsan, insanın parçasında yer almak ister,” dedim.
“Herkes ister. Bir taraf inanmayı seçer, diğer taraf bu inancı fark etmemenin yanında, bunu kötüye kullanır, karşısındakini paramparça eder,” dedi.
Ellerimi enseme götürdüm, kaşınmadığı halde kaşımaya başladım. Omuzlarım hafif düştü, yüzüm kızardı, kasıklarıma dek terim aktı. Boynum elmanın rengini ödünç aldı. Nefesim ağır aksak, solgun yüzüme uyumlu, ellerim titrek gövdeme tekmil.
Yüzüme uzun uzun daldı, baktı, çıktı. Küllüğü aradı, hızla kibriti çaktı, sigarayı vardiyalı ağzına götürüp getirdi. Bendeki hali anladı da, beni ele vermiyor.
“Bak sana soru soracağım şimdi. Bu sefer de bilemezsen, artık sana soru falan sormayacağım, başını da ağrıtmayacağım,” dedi.
“Tamam.”
“Fotoğraf düşün. Hem içinde varsın, hem de yoksun. Bu mümkün mü?”
“Bilmem ki.”
“Hemen bilmiyorum, deme,” dedi.
Ayağa kalktım, saatleri teker teker inceledim. Karşı kirişin dibinde yükselen ahşap dolap, kömür sobası, kırık tabureler, birkaç sandık, üzerindeki radyo dükkânı ikiye bölüyor. Duvarlardaki kâğıtların desenine varana dek, irili ufaklı saatler dizili. Tavandan sarkmış lamba, toz tutmuş ampul, gözümün önünden geçtikten sonra gelişigüzel uzanan kablonun altından köstekli saatler beliriyor...
Vitrine yakın duran iskemleyi ayağımla ona doğru iterek, dudaklarımı aralıyorum.
“Annemin bana hamileyken... Fotoğrafta, onun şişik karnında hem görünür, hem de görünmez olabilirim,” dedim.
Bana döndü. Dudağının solundan, yanağına doğru iki ince çizgi üst üste katlandı, derin kıvrımda gözünün içi parladı. Tebessüm etti.
“Aferin. İstediğim cevap bu olmasa da, şaşırttın beni,” dedi.
“Sen hangi cevabı bekliyordun?” dedim.
“Öldüğünde, tabutun içindeyken çekilmiş bir fotoğrafta da, hem görünür hem de görünmez olursun,” dedi.