Defne Suman: “Bir edebiyat yapıtının başlıca nimeti bizi başka zamanlara götürmesi.”

“Periklis’in 1964 yazında aşk acısı sandığı duygu aslında derin bir yalnızlıktır. Periklis’in yalnızlığını o günün siyasetinden ayrı tutabilir miyiz? Homer’den Shakespeare’e, Cervantes’ten Murakami’ye kadar tüm yazarlar çağın ve coğrafyanın iç dünyadaki yankısına ve yarattığı çatışmaya bakarlar. Ben de elimden geldiğince onların izinden gidiyorum.”

12 Ocak 2023 19:32

Defne Suman, yeni romanı Çember Apartmanı’nda yetmiş beş yaşındaki İstanbullu bir Rum olan Periklis Drakos’un başından geçenleri okurla buluşturdu: Koronavirüs günlerinde, doğup büyüdüğü Çember Apartmanı’ndaki dairesinde anılarını kaleme almaya başlayan Perikles, hikâye boyunca bugünden geçmişe doğru bir yolculuk yaparken ailesinin sancılı anılarını da gün yüzüne çıkarır. Kıbrıs Harekâtı, 6-7 Olayları, darbeler… Arka planı Türkiye tarihi ile örülen roman, Türk-Yunan ilişkilerinin geçmişten bugüne nasıl bir seyir halinde geliştiğine de edebi boyutta ışık tutuyor. Periklis’in anıları hem aşk ile tutkunun hem de acıyla kaybolan Beyoğlu’nun hikâyesini farklı cephelerden gün yüzüne çıkarıyor. Defne Suman ile yeni romanı Çember Apartmanı, İstanbul’un 70 yıllık dönüşüm hikâyesi ve bugüne kadar pek işlenmemiş sancılı süreçleri üzerine konuştuk…
 
***
 
Romanlarınızın arka planında güçlü tarihsel dokular olduğunu söylemek mümkün. Emanet Zaman, Yaz Sıcağı ve Yağmur’dan Sonra’da olduğu gibi Çember Apartmanı’nda da bu durumun izlerini görebiliriz. Romanlarınızın tarih ve geçmişle kurduğu ilişki/diyalog üzerine ne söylersiniz?
 
Kurguda mekân ve atmosferi önemsiyorum. Bir edebiyat yapıtının başlıca nimeti bizi başka zamanlara götürmesidir. Mesajından, ana fikrinden, felsefi tartışmasından çok daha önemlidir bence atmosfer. Peki ama atmosfer neden yapılır? Mekândan. Alandan. Kentten. Kasabadan. Mekânı zamandan bağımsız düşünmek de imkânsızdır. İşte bu düşünce zinciri beni tarihe götürüyor. Bir karakteri oluştururken onun çocukluğunu hayal ederim. Yetmez. Anne ve babasının çocukluklarını da düşünürüm. Atalarımızın tecrübeleri ve yitirdikleri bizim kim olduğumuzu belirler çünkü. Tarih ve geçmişle kurduğum, kurmaya çalıştığım ilişki şimdiki zamanı derin bir yerden kavrama çabasıdır.
 
Tarihin kurgusal metinlerde aldığı görünümler ve işleniş biçimi yazardan yazara farklılık gösteren, derin ve özel bir konu şüphesiz. Sizin romancılığınızda da tarihin, tarihle kurulan ilişkinin büyük bir önemi var. Bu noktada şunu sormak istiyorum: Tarihi, tarihsel bir olay ve süreci romanlarınıza dahil ederken nasıl bir araştırma süreci yürütüyorsunuz? Çember Apartmanı için nasıl bir arşiv ve araştırma çalışması yaptınız?
 
Romanın nerede ve hangi zamanda geçeceğine karar verdikten sonra ilk işim o dönemi anlatan romanları yeniden okumak oluyor. Yıllar içinde romanların geçmişi birebir yansıtmadığını da öğrendim. Olsun. Sosyal bilimci değiliz ki… Edebiyatın mayasından edebiyat türetiyoruz. Çember Apartmanı’nı yazmaya başladığım aylarda Demir Özlü’nün tüm eserlerini okudum. Hemen ardından Türk Edebiyatında Beyoğlu adlı bir seçkiyi bitirdim. Pamuk’un Masumiyet Müzesi, Erbil’in Tuhaf bir Kadın’ı, Rea Stathopulo’nun Pedal Çeviren Kadınlar’ı, Ahmet Ümit’in Beyoğlu’nun En Güzel Abisi … Bir roman diğerini çağırdı. Yazdığım süre boyunca Beyoğlu, Tarlabaşı’nda geçen ne kadar roman, öykü varsa okudum. Bir yandan da Raffi Portakal, Enis Batur, Salah Birsel gibi hayatını 1950’lerden beri Beyoğlu’nda geçirmiş büyüklerin kurgu dışı eserlerine baktım. İstanbullu Rumların mekân ve tarihle ilişkisini ele alan eserleri de edindim. İstos Yayınları’ndan çıkan pek çok kitabı okudum. Bu işin okuma kısmı… Ben okullu sosyolog olduğum için sahaya çıkmadan araştırmamı tamamlayamıyorum. İstanbullu Rumlarla mülakatlar yaptım. Atina’da ve Büyükada’da yaşayan Rumlara mikrofon tuttum. Covid-19 yıllarına denk geldiği için büyük bir kısmıyla ekrandan konuştum. Birkaç kişi beni evinde ağırladı. Salonun iki uzak köşesinde maskelerimizin ardından konuştuğumuz da oldu.
 
 
Türk-Yunan ilişkileri ve bu iki ülkenin/toplumun ortak acıları, sizin üzerinde durduğunuz, ortak geçmişten hareketle sıkça işlediğiniz bir konu. Yaz Sıcağı ve Çember Apartmanı bu noktada hem birbirleri ile kurduğu diyalog hem de bu ikili ilişkilere dair sunduğu perspektiflerle ön plana çıkan eserler. Sizin bu iki ülke ve onların ortak kaderine olan ilginizin merkezinde ne var?
 
Bu soruyla sık sık karşılaşıyorum ve doğrusunu isterseniz tam bir yanıtım yok. Belki İstanbullu olmak… belki Büyükada’da büyümek. Kentin dokusundaki gediği bir hayaleti hisseder gibi hissetmek belki. Ve onun peşine düşmek. Küçük yaşımdan beri İstanbul’un Rumları, yaşayışları, mekânları beni çeker. Çocukluktan kalma bu ilginin peşini büyüyünce de bırakmadım. Amerika’da yaşadığım yıllarda karşıma Yunan bir erkek çıktı. Onun da peşini bırakmadım. Beraber Yunanistan’a döndük, Atina’ya yerleştik. En eskiden beri içimde taşıdığım kıvılcım Atina’da büyüdü, yaratıcı güç olarak beni romanlar yazmaya yöneltti. İki ülkenin birbiri hakkındaki önyargılarını ve ortalıkta gezinen (kimi tarihe, kimi şimdiye dair) bilgi kirliliğini düzeltme isteğimi de o ateş harladı, hikâyelerim için bana yakıt oldu.
 
Çember Apartmanı salt bir karakterin değil, Periklis Drakos ve ailesi üzerinden birkaç kuşağın hikâyesini birbirine bağlayan roman. Peki öncelikle Periklis Drakos karakterini yaratırken vurgulamak istediğiniz, onun kişiliğini oluşturan temel noktalar neler oldu? Bay Periklis’i bunca özel kılan nedir?
 
İstanbul’u yitirişimiz üzerine bir roman yazmak istediğimi biliyordum. Böyle bir çekirdek için mekân Tarlabaşı olmalıydı. Tarlabaşı bu yitirişin anlamını taşıyacak güçte bir metafordu. Fiziksel olarak binaları, meydanları, mezarları, kiliseleri, sokaklarıyla yıkılan bir alan. Aynı kuvvette bir metafor olarak karakteri düşünmeliydim. Tarlabaşı’nda bir apartmanda yaşayacağı ortaya çıkmıştı. Bize yiten yerleri, yiten insanları ve yiten zamanı düşündürmeliydi. Nüfusu iyice azalmış İstanbullu Rumlardan, yaşlı bir erkek fikri de buradan çıktı. Onu özel kılan nedir? Sıradan bir İstanbullu olması belki de. Onun sıradanlığını bizim unutmuş olmamız. Benim de dahil olduğum bir kesim İstanbullu Rumları kutsal bir emanet ya da nesli tükenmekte olan kıymetli bir tür gibi görmeye yatkın. Bu eğilime işaret etmek ve kendimce karşı çıkmak için bir birey olmasına özen gösterdim Periklis’in. Yaşlı tonton Rum amca/teyze klişesini kırmak önemliydi.
 
Bay Periklis’in anılarını yazmaya karar vermesi ve Leyla ile olan ilişkisinde bu durumun taşıdığı anlam, bir eylem olarak yazmanın da sürece dahil olması, onu geçmişe götürdüğü kadar yazma eyleminin içerisinde ne denli zengin bir hafıza barındırdığını da gösteren bir durum. Bay Periklis’in anılara ve yazıya karşı olan bu ilgisi, Leyla’ya âşık olmasıyla birlikte nasıl değişti, gelişti?
 
Aşk ve yaratıcılık arasında kuvvetli bir bağ bulunduğuna inanıyorum. Birlikte yaratma sürecinden aşk doğabiliyor. Bunu tek başına üreten romancı için hayal etmek belki zor gelebilir ama yazar bilinçli ya da bilinçsiz okuruna âşıktır. Edebi eser üretmeye karar verdiğimiz anda bir okura yazdığımızı biliyoruz. Yazarlık üzerine düşünen, kalem oynatan kişilerin ideal okur diye tanımladıkları konum, bir kişi de olabilir, bir grup ya da hayalimizdeki bir eleştirmen de. Masanın başına geçtiğimizde o ideal okur oradadır ve bir eserle uğraştığımız süre boyunca o hayalî okurla aşka çok benzeyen, tutkulu, takıntılı, bol tartışmalı, yer yer haz dolu, yer yer özgüven krizli bir ilişki yaşarız. Leyla, Periklis’in ideal okurudur. Onun için yazar. Ortaçgil’in “Kimseye Anlatmadım” parçasını aklımıza getirir: “Bir tek sen duy, sen bil, sen anla diye…” Periklis, Leyla yazdıklarını anlayacak mı, beğenecek mi diye kaygılanır. Hayat dediği hikâyesini hafızasından çıkartır ya da hafızadan çıkan malzemeyi hikâyesine katık ederken Periklis’in aklında Leyla’nın kalbini çalmak vardır ama çapkın bir erkek gibi değil. Periklis’in derdi yaşadığı acıları ve hazları, tüm hayat tecrübesini Leyla’nın kendi yüreğinde duyumsamasıdır. Ancak o zaman bu dünyadaki görevini tamamlayıp göçebileceğine inanır.
 
Bay Periklis karakteri kadar onun ailesi ve ailesi üzerinden İstanbul ve Türkiye’ye dair sunduğunuz perspektif/panorama da oldukça önemli. Bu ailenin geçmişiyle şehir ve ülkenin kaderi nasıl birleşti? Geçmişten bugüne, Drakos ailesi bize ne anlatır?
 
Drakos ailesi bize mübadeleden bugüne kadar uzanan bir hikâye anlatır. İstanbul Rumlarını tek bir kimliğe indirgemekten elimden geldiğince kaçındım, ancak Drakos hikâyesi bireysel farklılıklar gösterse de İstanbullu Rumların hazin hikâyesidir diyebilirim. Çember Apartmanı’nda mübadeleye doğrudan değinmiyorum ama Periklis’in dedesi Bay Nikiforos’un Çember Apartmanı’ndaki (o zamanki adıyla Kiklos Palas’taki) daireyi 1923 yılında aldığını biliyoruz. Her ne kadar İstanbullu Rumlar nüfus mübadelesinden muaf tutulacak dense de, nüfus mübadelesi İstanbullu Rumları müthiş tedirgin etmiştir. Temeli kayaya oturtulmuş Çember Apartmanı’ndan bir daireyi kızına hediye alan Nikiforos dedenin amacı bu tedirgin ortamda sağlam bir yere kazık çakmaktır. Demek ki yerinden yurdundan edilme kaygısı daha o zamandan başlamış. Daha sonra 1942 Varlık Vergisi, Vatandaş Türkçe Konuş kampanyası, 6/7 Eylül Olayları, 1964 yılındaki toplu sınır dışı edilmeler, 1974 Kıbrıs Harekâtı ile gelen şiddet ve dramatik bir biçimde azalan Rum nüfusundan geride kalanların yalnızlığı Periklis’in ve Drakos ailesinin özetidir. İstanbul’da birkaç kuşaktır yaşayan tüm ailelerin yalnızlığıdır bir anlamda. Periklis’in anne ve babasının Atina yakasındaki hikâyesi bu yalnızlık hattına eklenebilir. Onlar da anakara Yunanistanı’na bir türlü entegre olamazlar. İstanbul’dan giden Rumların hep beraber yaşadıkları mahallerde mesken tutup, sadece birbirleriyle görüşürler. İstanbul’dan getirdikleri eşyalarla döşedikleri evlerinin içinde hasreti soluyarak yaşar ve öyle ölürler.
 

Defne Suman
 
Sizin bu kitapta bütün bir hikâyeyi mekânla özdeşleştirerek, apartman metaforuyla birleştirerek vermeniz, bunu da Beyoğlu gibi oldukça anlamlı bir semt üzerinden yapmanız eserin ne derece katmanlı tasarlandığını gösteren bir diğer durum. Peki neden özellikle bir metafor olarak apartman üzerinde durdunuz? Mekân (Çember Apartmanı) ile ana hikâye nasıl birleşti?
 
Kentsel dönüşüme kurban ettiğimiz İstanbul’un romanını yazmak istiyordum. İstanbul içinde Beyoğlu, Beyoğlu içinde Tarlabaşı, onun içinde eski bir apartman kullanmak aklımdaki yitiriş çekirdeğini dolduracaktı. Daha önce de söylediğim gibi, yeni bir roman benim için mekânla başlıyor. Bir çekirdek fikrin etrafında beliren ilk şey mekân. Sonra zaman. Biçim, üslup, karakter, olay örgüsü sonradan gelen şeyler. Periklis’ten çok önce aklımda Çember Apartmanı vardı. Aslında Çember Apartmanı romandan önce bir öyküde yer aldı. Yitik Ülkeadlı kitabımın ilk öyküsü “Çizgiler”in anlatıcısı büyük yengesi Berin’i ziyarete gider. Berin’in oturduğu apartman Çember Apartmanı’dır. Nitekim Berin ve evlatlığı Tülin binayla beraber romana transfer olurlar. İstanbul’a her gelişimde şahitlik ettiğim o korkunç değişimin içimi sızlatış notasını bulmaya çabalıyordum. Nasıl bir karakter, nasıl bir semt, nasıl bir apartman okura bu sızıyı yaşatabilir diye düşüne düşüne tüm unsurları belirledim. Ana hikâye, olay örgüsü ise, çekirdeğe hizmet eden unsurlardan biridir. Bu anlamda mekânla ana hikâye birleşmez. Mekânla olay örgüsü çekirdeğin etrafına yerleşmiş atomlar gibidir. Çekirdekten aldıkları sinyalle belli yönde hareket ederler. Beliz Güçbilmez buna manyetik alan metodu diyor. Çok yerinde bir tabir bence.
 
Çember Apartmanı’nın zamanın ruhunu yakından hissettirdiği, kaleme alındığı pandemi sürecini de içerisine dahil ettiği söylenebilir. Roman bu noktada yazıldığı çağla da güçlü bir bağ kurar. Bu durumdan hareketle sizin yaşadığı çağı yazan, çağının sorunlarını merkezine alarak ilerleyen bir yazar olduğunuzu söyleyebilir miyiz? Çağ/dönem/coğrafya size nasıl bir edebi-sosyolojik malzeme sunar?
 
Milattan öncede geçen bir hikâye de kaleme alsak, gelecekte geçeni de yazsak daima çağımızın dertleriyle ilgileniyoruz aslında. Bu dertler siyasi, toplumsal ya da varoluşsal dertler. Aralarında büyük bir uçurum olduğunu düşünmüyorum. Periklis’in 1964 yazında aşk acısı sandığı duygu aslında derin bir yalnızlıktır. Periklis’in yalnızlığını o günün siyasetinden ayrı tutabilir miyiz? Homer’den Shakespeare’e, Cervantes’ten Murakami’ye kadar tüm yazarlar çağın ve coğrafyanın iç dünyadaki yankısına ve yarattığı çatışmaya bakarlar. Ben de elimden geldiğince onların izinden gidiyorum. Çağ, dönem ve coğrafya özelinde kayıplara bakıyorum. Özellikle yasını tutmadığımız kayıplara… Öyle bir niyetle yazmıyorum ama ciddi bir şizofreninin eşiğinde duran insanlığa azıcık da olsa şifa verebilirse bu hikâyeler, ne mutlu bana!
 
Onca badireye, acı olay ve hatıraya karşın Periklis Drakos’un hayata tutunma konusundaki ısrarı, Leyla’yı etkilemek için verdiği mücadele ve bu uğurda yaptığı girişimler onun karakterinin ve arzularının da ne derece güçlü olduğunu ortaya koyar. Bay Periklis’in Leyla’ya karşı duyduğu bu çekimin merkezinde ne vardır? Onun hayata tutunma mücadelesi ve ısrarını nasıl yorumlamak gerekir?
 
Aşk. Aşkı hafife almamak gerek ama. Aşk bizi hayatta tutan ateştir. Cinsellik, tutku, saplantı ya da sahiplenme arzusundan bahsetmiyorum. Aşkın (transandantal) olana doğru çekilen (belki yükselen) parçamız yaşama tutunmamızı sağlar. Bu bahsettiğim çekimi din ve hatta inanca bile indirgemek istemiyorum. Tüm acılarına, insanı çaresizlikten inleten, isyan ettiren adaletsizliğine rağmen dünyada her an, her dakika sıradan mucizeler de olmaktadır. Periklis, Ülker’e âşık olduğunda birden İstanbul’un güzelliğini fark eder. Leyla’ya âşık olduğunda ise hayat dediği hikâyenin eşsizliğine uyanır. O hikâyeyi anlatabilme heyecanı, yaratıcılık ve genç bir kadının onunla ilgilenmesi yaşama sımsıkı sarılmasını, sıradan mucizelere gözünü açmasını sağlar. Periklis mücadelecidir. Mutluluğu için de mücadele eder, şehri için de, Çember Apartmanı için de. Ondan sonraya kalacak (Leyla’ya) kalacak dünyada güzellik ve anlamın hâlâ bulunuyor olmasını önemser. Bu yüzdendir biraz da mücadelesi.
 
Çember Apartmanı, İstanbul ve Türkiye’nin geçirdiği tarihsel süreci işlerken güncel sorunların da işin içerisine katıldığı bir eser. Bay Periklis, ailesinin başından geçenleri dile getirirken halihazırda nelerle boğuştuğunu da açıkça ifade eder. Rant, kentsel dönüşüm, devletle ilişkiler… İstanbul zamanla bunca değişirken, şehrin ve Çember Apartmanı’nın bekçisi olarak Periklis nasıl bir tavır alır? O, şehri ve şehrin dönüşümünü nasıl bir pencereden görür?
 
Bay Periklis elimizden kayıp giden, parsellenip satılan İstanbul’un yitiriliş hikâyesinin eskiden, çok eskiden başladığını bize hatırlatmak için oradadır. Rant, kentsel dönüşüm, devletle ilişkiler, mafyayla yapılan anlaşmalar Varlık Vergisi’nden, 6/7 Eylül Olayları’ndan, 1964 sınır dışı edilmelerinden, 1974 sonrası zorunlu göçlerden, kısacası nüfusu yok noktasına getirilmiş İstanbullu Rumların hikâyesinden bağımsız düşünülmemelidir. Mülk ve servetin hukuksuz yollarla ele geçirilip rant amaçlı projelerde kullanılması süreci Varlık Vergisi’ne kadar gider. Periklis’in hikâyesini Leyla’ya yazdırma telaşının arkasında aşktan daha başka bir sebep daha vardır. Kendi türünü devam ettirme kaygısı. Kendi türü derken İstanbul’u aşkla seven, yağmasına isyan eden, kültürel kaynakları ile kent dokusunun korunması için mücadele veren bir türden söz ediyorum. Periklis, Leyla’ya ilk bakışta âşık olur ama Leyla o esnada nereye bakmaktadır? Emlakçı Ferit’in ona gezdirdiği giriş katı dairesinin tavanındaki kartonpiyer işçiliğine… Leyla’nın İstanbul’un saklı güzelliğini takdir eden bir dost tür olduğunu Periklis o anda anlar. Hikâyesini Leyla’ya geçirerek ona bir nevi “aile tarihçesi”ni anlatır ve verdiği çerçeve sayesinde Leyla’nın şehrin korunması için gereken mücadeleyi onun adına ve ondan sonra da sürdüreceğine inanır.