Çatıdaki Şey, Conan ve Solomon Kane gibi karaktere hayat veren Robert E. Howard'ın sekiz gotik ve fantastik hikâyesinden oluşuyor. Howard, fantastik, epik ve gotik unsurları bir araya getirerek kendine has bir muhayyel mekân ve zaman yaratıyor
14 Haziran 2018 14:25
“Şunu bilin ki prensim, okyanusların Atlantis’i ve görkemli şehirlerini yutmasından hemen sonra, Aryas’ın oğullarının güçlendiği yıllarda dünyada o güne değin görülmemiş bir çağ başlamıştı. Bu çağda görkemli krallıklar yeryüzüne yıldızların altındaki mavi harmaniler gibi yayılmıştı—Nemedia, Ophir, Brythunia, Hyperborea, kara saçlı kadınları ve gizemli örümcekli kuleleriyle Zamora, şövalyeleriyle Zingara, kırlık Shem’in komşusu Koth, içindeki mezarları gölgelerin koruduğu Stygia, atlıları çelik, ipek ve altın giysiler giyen Hyrkania. Ama bu krallıkların en mağruru Aquilonia idi ve düşlerle dolu batının tek hâkimiydi. Kara saçlı, sert bakışlı Kimmeryalı Conan buraya büyük bir hüzün ve neşeyle geldi. Eli kılıçlı bu hırsız, yağmacı ve katil, dünyadaki mücevherlerle bezeli tahtları sandaletli ayaklarının altında ezmek istiyordu.
-Nemedya Tarihinden”
Robert E. Howard, Fatih Conan
Çocukluğumun, bilhassa da kışın okuldan çıktıktan sonra evde bir başıma tüketemediğim karanlık ve bitmek bilmeyen öğleden sonralarındaki biricik can yoldaşım Kimmeryalı barbar Conan idi. Deliler gibi topladığım Conan albümlerini, sınıfta veya evde olması fark etmeksizin, bütün gün hatmediyordum. Beni benden alan bu maceraların aslında 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde bir Teksaslı tarafından kaleme alındığını ve bir kibrit çöpünün yanıp sönmesi kadar kısa süren 12 yıllık yazarlık hayatında Robert E. Howard’ın fantastik, epik ve gotik unsurları bir araya getirerek kendine has bir muhayyel mekân ve zaman yarattığını, elbette o bacaksız hâlimle bilmiyordum. Bilmediğim ikinci bir şeyse, aradan bu kadar yıl geçtikten sonra, 45 yaşında kazık kadar bir herifken bile, Robert E. Howard’ın gotik hikâyelerinin beni benden almaya devam edeceğiydi. Bilmediğim son husus ise, Howard’ın sekiz gotik ve fantastik hikâyesinden mürekkep Çatıdaki Şey’i yeni okuduğum bu vakitlerin, 2009’dan beri “Dünya Gotik Günü” olarak kutlanan 22 Mayıs’ın arefesine tesadüf etmesiydi. Bu tevafuk üzerine, ilk çocukluk hatıralarımdan itibaren hayatımın en zor ve sıkıntılı zamanlarında çöldeki vaha gibi beni tazeleyen ve hayata döndüren Robert E. Howard ve karanlık dünyası hakkında yazmak farz oldu.
Daha çok romantizmin ilk dönemlerine özgü ve 1790’larda revaçta olan gotik romanda gizem ve korku egemendir. Orta Çağ yapılarının çağrıştırdığı imaj ve mekânları yüzünden bu romanlarda kılıç, büyü, dehlizler, labirentler, karanlık mahzenler, gizli duvar kapılarının ardındaki lanetlenmiş hazineler ve onların bekçisi cehennem yaratıkları, tuzak ve hayaletlerle dolu kale ve manastırlar bolca karşımıza çıkar. Bu gotik temalar; okyanusların Atlantis’i yutmasından sonra geçen Kimmeryalı Conan’ın, okyanusların Atlantis’i yutmasından önce geçen Atlantisli Kull’un, belindeki piştov ve kılıcıyla kötülüklerle savaşan Püriten Solomon Kane’in ve ait olmadığı bir dünya ve zamanda adaletten kaçmak için başka bir boyuta yolculuk eden Esau Cairn’in hikâyesinin anlatıldığı Almuric’in dünyalarındaki macera ateşini sürekli besler ve harlar.
1906 doğumlu Howard’ın, Lovecraft’e yazdıklarından öğrendiğimize göre, sevdiği yazarlar arasında şu isimler vardır: Sir Arthur Conan Doyle, Jack London, Mark Twain, Rudyard Kipling, Sir Walter Scott, Edgar Allan Poe, H. P. Lovecraft, G. K. Chesterton, Oscar Wide vb. Edebiyat kadar tarih ve antropoloji okumaya da düşkündür. Yirmili yaşlarının başından itibaren hikâyeleri dergilerde yayımlanmaya ve ilgi görmeye başlar. Zaten büyük bir bölümü, 1928 yılının şubat ayından öleceği 1936 yılının haziran ayına kadar, neredeyse her dört sayısının üçünde olmak üzere Weird Tales adlı bir dergide yayımlanır. Bütün bu hikâyeler ancak ölümünden sonra kitaba dönüşecektir.
İlgi duyduğu konu üzerine sürekli okuyarak, kendine yeni bir kişilik yaratacak denli o konuya hâkim olduğunda yazmaya başlayan Howard, böylece Conan ve Solomon Kane gibi karakterlere hayat verir. Chesterton’ın ana fikri koruyarak farklı yüzyılları bir arada sunmanın efsanenin en temel karakteristiği olduğu fikrini, yani aynı anda farklı tarihleri üst üste getirme tekniğini harikulade kullanarak çağdaş efsaneler yaratır. Bu sayede Conan bir tür tarih üstü ve insan doğasının evrensel unsurlarını yansıtan ve neredeyse bütün bir insanlık tarihini tek bir planda sunabilen, bunun için de her dönemde aynı heyecanla okunabilecek bir anlatı kimliği kazanır. Sadece bu anlatım ustalığı bile Howard’ın büyük bir yazar olduğunu ve çok daha büyük bir yazar olabilme potansiyeli taşıdığını ispat etmeye kâfidir.
Fakat görünen o ki genç yazarımız, bu hayatı olduğu gibi kabullenmeyi başaramaz. Belki de kendisine yeni bir hayat ve dünya aramasının nedeni bu bariz depresyonudur. Mektuplarından anlaşıldığına göre, kendini başarılı görmüyor ve bundan sonraki hayatında daha başarılı olacağını da sanmıyordu. Böyle bir hayatın ona hiç özgürce yaşayabilme imkânı sunmadığının farkındaydı. Yaşamaktan yorgun ve bıkkın olarak yaşamaya kıymet vermiyordu. Üstelik yaşı ilerledikçe etrafındaki dünyanın kendisine karşı düşmanca tavrını da daha fazla hissediyordu.
Macbeth’e atıfla “Yeteri kadar yaşadım, hayatım artık kurumuş, sarı bir yaprak...” demeye başlamış gepegenç bir çocuk ile ölümü arasına kim girebilirdi ki! Ölümünü de hikâyeleri gibi titizlikle kurgulayan bu dâhi yazara Tanrı da saygı duyuyor olmalı ki, 11 Haziran 1936’da tabancasıyla kendini sağ kulağının üzerinden vurmasına müsaade eder. Böylece kurgu kusursuz sahnelenmiş olur: 10 Haziran'da annesi, babası ve kendisi için mezarlıktan üç mezar satın alır; 11 Haziran'da annesinin komadan çıkmayacağına ikna olduktan sonra intihar eder; 12 Haziran günü annesi de hayatını kaybeder; 14 Haziran günü anne ile oğul bir arada toprağa verilirler. Howard’ın ölümünden sonra odasındaki daktiloda şu dizelerin bulunduğu rivayet edilir: “Her şey gitti, her şey bitti/ Odunların üstüne yatırın bedenimi./ Artık şölen bitti/ Lambanın ışığı silikleşti.”
Lambasının ışığını kendisi söndürüp usulca aramızdan çekip giden Howard’ın sekiz hikâyesinden mürekkep yeni bir seçkiyi, yine o okuldan çıktığında kalan koskocaman karanlık günü nasıl bitireceğini bilemeyen çocuğun tedirginliğinde yaşadığım günlerde okudum. Hayatın Howard’a veremediği o teselliyi, eski dostum bana yine verdi. Sıkıntısını yenen o 35 sene önceki çocuğun rahatlığıyla hayata devam etmemi ve sarılmamı sağlayan bir kez daha Howard oldu: ikimizin bir şekilde kesişen hayatlarının müşterek ironisi de bu olsa gerek!
Çatıdaki Şey’de farklı dönemlerde yazılmış sekiz hikâye var: “Çatıdaki Şey,” “Asurbanipal’in Ateşi,” “Kara Taş,” “Sırtlan,” “Deniz Laneti,” “Düşteki Yılan,” “Villefére Ormanında” ve “Ölümün Korkunç Dokunuşu.”
İlk üç hikâye varolmayan bir yazar ve onun muhayyel kitabında anlatılanlar üzerinde cereyan ediyor. Von Juntz’un ilk kez 1839’da yayımlanan İsimsiz Kültler adlı kitabı, dünyanın dört bir yanındaki insanın kanını donduracak dehşetteki olaylara dair hayli belirsiz ve ezoterik bir anlatıdır. O kadar ki yayımlanmasından kısa süre sonra, her tarafı kilitli odasında boğazında pençe izleriyle yazarı Von Junzt’un cesedi bulunduğunda ve arkasında bıraktığı el yazmalarını bir araya getirip yazılanları okuduktan sonra yakın dostu Alexis Ladeu’nun da kendini boğazını kesmesinin ardından herkesin bu kitapla ilgili tedirginliği daha da artar. Hikâyelerde işlenen tema, dünyanın ilk sahibinin insanlık olmadığı, daha insanoğlu sahneye çıkmadan asırlar evvel burada başka Varlıklar olduğu ve bunlardan bazılarının inanılmayacak kadar eski çağlardan beri hayatta kalmış olmalarıdır. Bu nedenle de bu üç hikâyenin, farklı kıtalarda geçmesine ve başka başka kahramanları olmasına rağmen, asıl ve tek kahramanı iblis Xuthlan’dır.
Dördüncü hikâye olan “Sırtlan” hem bir sömürgecilik hikâyesi olduğu ve beyaz adamla zencilerin ilişkisini anlattığı için hem de Büyücü Senecoza üzerinden yaratılan korku ve dehşetin, en sonunda çözüme kavuşturuluşu açısından, bana Howard’ın da benim gibi hayran olduğu Jack London’ın pasifik hikâyelerinin lezzetinde geldi. Keza “Deniz Laneti,” “Düşteki Yılan” ve “Villefére Ormanında” da Quincey, Beckford, Kipling, Stevenson, Poe, London, Lovecraft ve hatta Borges hattında uzanan bir Anglosakson anlatı geleneğinin gizem hikâyelerinin harikulade örnekleri arasında sayılabilir.
Bu derlemede benim en sevdiğim hikâye olan “Ölümün Korkunç Dokunuşu”nda ise muhayyilesinin insanın başına ne işler açabileceği enfes bir kurguyla anlatılıyor. Daha hikâyenin başında Doktor Stein’ın ellerinden çıkardığı plastik eldivenlerin, ölümün dokunuşu gibi kaygan, soğuk ve nemli olduğunun anlatılması, hikâyenin sonuna dair çok fazla şey söylüyor olsa da aslında Howard muzipçe bir tavırla, can alıcı bir ipucunu gözlerimizin önüne koyarak saklamayı başarıyor. Sırf bu usta hamleyle bile “Ölümün Korkunç Dokunuşu,” bence kitabın en iyi hikâyesi olma özelliğini kazanıyor.
Kipling gibi, Wilde gibi, London gibi karanlıklarımın üzerinde adeta yıldızlı bir çöl gecesiymişçesine ışıldayan yazarlarımdan Howard, 1931 senesinde bir dostuna yazdığı mektupta şöyle dert yanıyor: “Aynı sıradan bir insanınki gibi, benim hayatım da monotonlukla ve çok çalışmakla, yoksulluğa karşı sürekli bir savaş vermekle geçiyor...” Monotonlukla, çok çalışmakla ve yoksullukla bitmeyen bir savaşa her sabah tekrar giriştiğim bugünlerde teselliyi hikâyelerinde bulabildiğim Robert E. Howard’a müteşekkirim!