Ana akımlaşmayı kabul etmeyen tüm varoluşların kendilerini yazınsal bir süreçle ifade etmeye yeltenmesinde kendi deneyimini aktarmaktan öte bir arzu göze çarpıyor: belirsizlikle oynama, bu zenginliği koruma ve kimliksizliğe yönelen bir arzu...
14 Haziran 2018 14:11
You may forget but
let me tell you
this: someone in
some future time
will think of us
-Sappho
İlk harfi büyük olan Tarih, kendisinden başkasına yer bırakmayacak kadar iddialıdır. Resmî tarihin yazım koşullarını ve bu tarihin neden güvenilmez olduğunu, İngilizce “History”nin sunduğu kelime oyunu1, yazılabilecek onlarca sayfadan daha mizahî olduğu kadar reddedilemez, daha içgüdüsel olsa da bir o kadar kuramsal şekilde açımlıyor. Peki, durum böyleyken, queer bir tarihe nasıl sahip çıkılabiliyor? Tarihin queer ufukları nerede doğuyor? En önemlisi de bu queer tarih, gerçekliğinin-doğruluğunun kaynağını nerede temellendiriyor? Queer tarih, süregelen tarihe karşı salt kerameti kendinden menkul bir görüngü mü olacak, yoksa kaynaklarının geçerliliğine dair yeni düzlemler mi üretmeye çalışacak?
Şüphesiz ki, gördüğü baskı bilinen tarih kadar eski olan ve straight düşüncenin2 dışında kalan tüm cinsel varoluşlar –yani lezbiyenler, translar, gayler ve artık çokluğunun tanımlayabileceğimizden daha fazla olduğunu kabul ettiğimiz herkes– neden tarihte yer almadı sorusunun, dünyadaki herhangi bir azınlığın neden tarihin dışına itildiğinden farklı bir cevabı olmayacaktır. Dolayısıyla herhangi bir tarih yazımı da tarihte yer almak için verilen mücadelelerin mikro-tarihiyle başlayacaktır. Peki, tüm cinsel varoluşların, öyle ya da böyle bir araya gelmeleri ve varoluşlarının şartsız ve süresiz olarak güvence altına alınması arzuları, bir tarih yazımını başlatmak için yeterli midir? Bir diğer deyişle, tüm cinsel azınlıkların siyasî/sosyal/kültürel varoluş mücadelesi sayesinde artık göz ardı edilemeyen kısmıyla tek başına tarih yazmak mümkün müdür? Herhangi bir queer tarihten bahsedeceksek, salt kurumsallaşmış kimi kimlikler aracılığıyla bu tarih yazılabilir mi? Bir mücadele, bir kültürün tek sözcüsü olmaya yeterli midir?
Tüm bu soruların cevabı, kısmen tarihin ne olduğu ve LGBTİ+ ile queer arasında kısa zaman içerisinde bitmeyecek– hatta LGBTİ+’nın giderek liberalleşen söylemi ile queer’in içerdiği çoklukla radikalleşme sebebiyle daha da derinleşecek gibi görünen– gerilime dair sorgulamalarla elde edilebilir. Bahsi geçen yanıta giden yollar, bu yazının boyutunu aşıyor; tüm bu tartışmalara işaret etme zorunluluğunu bertaraf ederek, bu tartışmaları bir köşeye bırakmakla yetinilebilir. Queer mücadelenin tarihi, artık kaynaklardan silinemeyecek kadar köklü, unutulmaya yüz tutamayacak kadar belgeli. Öte yandan, queer tarihin, tanınan mücadele tarihinden uzak kalan seslerinin sunduğu kaynakçaları tanıtmak, bu kaynakların kendi yapılarına odaklanmak, resmî bir belgeleme olanağı yakalayamayanlar için gayriresmî belge üretiminin sunduğu imkânlarla bir yol haritası çizmek, ana yollar yerine yeni patikalar oluşturmak, Tarih’i sarsmanın yollarından biri olabilir. Özellikle de ana akıma imtina ile yaklaşan anı derlemeleri, günlük politika üreten bloglar, arşiv için kaydedilen görüntüler, cinselliğin yeni ufuklarını keşfetmeye yönelik anonim bloglar, böylesi bir queer tarihyazımı için yeni yazın üretimlerini kullanmanın önemini, göz ardı edilemeyecek şekilde gündeme getirdi.
Tarihyazımının her zaman muktedir olanın anlatısıyla yakından ilgili olduğuna dair kabulümüzü baştan dile getirdik. Peki, muktedir olan toplumlardaki azınlıkların sesleri de, azınlıkların yek sesi olmaya mecbur bırakılabilir mi? Örneğin, “gelişmiş” devletlerde, demokrasinin ve az da olsa işleyen demokratik güçlerin, temsil hakkı kazandırdığı cinsel azınlıklar, dünyanın tüm cinsel azınlıklarının sesi olmaya hak kazanabilirler mi? ABD ve İngiltere gibi kazanımların görece erken yaşandığı –ve hâlâ yaşanmakta olduğu– ülkelerin mücadele serüvenleri, ilham verici olduğu kadar aldatıcı mıdır da?
Bu noktada çok uzağa ya da tam tersi noktalara bakmak yanıltıcı olabildiği gibi, oryantalist ve sömürgeci ögeleri barındırma tehlikesi arz ediyor. Oysa modernizmle birlikte uzun süredir medeniyetin en yeni beşiği sayılan Avrupa’nın göbeğinde, artık varolmayan bir ülkeden, Doğu Almanya’dan sesler, erkek eşcinsellere dair çok farklı resimler çiziyor. Gay Voices from East Germany3, Jürgen Lemke’nin Doğu Almanya’da farklı zaman ve şehirlerde yaşamış, farklı sınıflardan farklı cinselliklerle kendini var etmiş 14 erkekle yapılan görüşmelerinden oluşuyor. Kitabın bir mikro-coğrafyadaki bir mikro-tarihe odaklanmasının önemli getirilerinden birini, John Borneman, hazırladığı giriş yazısında şöyle açıklıyor;
“Güçlü bir pazar sisteminden yoksun olan sosyalist devletler erotik olanın tek, standart biçimlerini mallarını satma ve insanları birbirine pazarlama yoluna gitmekten alıkoydu. Görsellikle üretilen standartlaşmanın yokluğu, daha deneyimsel ve konuma dayanan olası erotik biçimlere ortam hazırladı. Öte yanda ise, serbest pazar sahibi kapitalist toplumlar, kendilerini daha anarşik, farklılaşan sistemler olarak sunsa da, meşru ve arzulanabilir farklılaşmalar, nazır pazarlamanın standartlaşmış biçimleriyle şekillendirilmiş ve kitlesel üretime tabi kılınmıştır.”4
Doğu Almanya’da görülen bu durumun topyekûn bir kurtuluş, eşcinseller için bir vaha olduğunu düşünmek de oldukça sakıncalı. Şüphesiz ki, cinsel azınlıklara yönelik bir pazarın var olmayışı, cinsel pratiklerin daha çok çeşitlenmesi ve bugün artık tüm dünyada standartlaşmış erkek eşcinsel cinselliğinin sosyalist dönem boyunca önüne geçtiyse, salt olumlayıcı bir durumdan bahsetmek güç. Nitekim Doğu Almanya’da cinsel azınlıklar hiçbir zaman büyük bir örgütlenme yaşayamadı; çünkü kendilerini doğrudan dışlayan bir çoğunluk değil, aksine onların eylemlerini suç unsuru olmaktan çıkarmasına rağmen cinsel edimlerini görmezden gelen yasalar vardı. “Burjuva hastalığı” olduğu düşünülen durum, sosyalist düzeni tehdit edecek kadar tehlikeli bulunmasa da, eşcinsellikleri açık olan kişileri belirli sürelerde muayene olmak zorunda bırakarak durumu “kontrol” altına tutmaya çalışıyorlardı. Doğu Almanya örneği, tüm bu politik varoluş mücadelesinin ötesinde, mücadelenin haklarını almış gibi görünürken yaşadığı baskıları göstermek açısından önem teşkil ediyor. Cinsel azınlıkların dünyanın bazı ülkelerinde kazandığı eşit hakların, sistemle kurulan ilişkinin ana akımlaşmaması açısından neden gerekli olduğunu anlamaya da yardımcı oluyor.
Gani Met’in çokça tartışmalı blogu Abesle İştigal, yazacak yeri olmayanın alternatif alanları kullanmaya zorunlu teşvikinin kanıtıdır. Adeta bir trans-yazı olarak nitelendirilebilecek bir yazın türüne yoğunlaşan Gani, yazılarıyla şüphesiz ki salt bir mikro-tarih aktarımı yapmıyor. Kendisi ve çevresinde olup biten her şeyi, bir tarihselliğe oturtarak bunu bir politikaya da dönüştürüyor. Zaten işler de en çok burada karışıyor. Gani’nin yazılarının kurgu-gerçek arasında gidip gelişi, kurgunun ve gerçekliğin anlamını yitirdiği bir noktada, tarihin gerçekleri kaydetme-kurguyu alt etme ikiliğiyle oynuyor. Feminizm, trans-feminizm, anti-militarizm gibi nice konunun bir araya gelmesiyle Türkiye özelinde queer cenahın tartıştığı nice konuya değiniyor –aslında daha çok tartışılacak bir konu yaratıyor da denebilir.
“Yayınlanmış yazıların hangisinin ve ne kadarının doğru olduğu belirsizdir. Site içeriği herhangi bir yaş grubu için sakınca taşıyor olabilir. Yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Alıntı yapanların kaynak göstermesi, takdir ve teşekkürle karşılanır, alkışlanır.”
Gani, açıkça tarihin sorumluluğunu almak gibi bir kaygı taşımıyor; ama sorumluluk reddinin eline gem vurmasına izin verecek kadar da alçak gönüllü olmaya karşı duruyor. Onun anlattığı tarih, giderek sokaktan uzaklaşan -uzaklaşmak zorunda bırakılan– bir nesle başka bir sokağı ve o sokağın oyuncularını anlatır; beyazlaşan LGBTİ+ gündeminin yüzüne beyazlığını çarpar, onu ters köşeye yatırır; her daim karşımızdaki çelişkiyi kurgulaştırarak parodi hâline getirir; uzak olduğu zannedilen yakın tehlikelerin, toplumun ötekilerinin birbiriyle imtihanının eskizlerini gelişigüzel çiziktirir; seks işçiliğinin eylemsiz eyleminin aktarıcısıdır.
Kendi ağzından birtakım insanın hâleti vaziyetini dile getirir ama hiçbir yazıdaki takımlar birbirinin aynı değildir. Durmaya, kemikleşmeye, hizipleşmeye karşı, belirsiz “biz”lerin kimliğini açıklamadan hem gayriresmî tarihini yazar hem resmî tarihi reddeder. Hangisinin ve ne kadarının doğru olduğunu bilmediğimiz yazılar, yeni bir tarihin ilk kayıtları gibidir; sözün geçerliliği doğruluğuyla değil, yakaladığı çelişkiyle, en hakiki olan hayatın kendisiyle değil, muğlaklığıyla sunileşen konumların açık edilmesiyle gerçekleşir.
Tüm bunlara rağmen, Gani’nin yazılarında artık tanıma ihtimaliniz olmayan Kel Alev5 gibi karakterler vardır. Bayramlar herkesin yad ettiği eski nostaljik bir tat değil, ritüelin banalliğinin bayrak taşıyıcısıdır6. Gani’nin yazıları, queer tarihin, erkek tarihe attığı çelmelerden biridir. Edebî yazını ve kurgunun hükümranlığını, tarihin gerçekliğini sapkınlaştırmak için kullanmaktan daha dâhice ne olabilirdi ki?
Erkek eşcinsel cinselliğinin her zaman queer kuram tarafından şüpheyle yaklaşılan bir konu olması pek de şaşırtıcı değil. LGBTİ+ camia arasında en hızlı görünürlük kazananlar, kültürel ve toplumsal yapılardan bağımsız şekilde, genelde erkek bireyler oldu. Lezbiyen, biseksüel ve translar bu konuda haklı serzenişler ederken, özellikle de erkek eşcinsellerin maço cenahı tarafından haklı çıkarılan nice eleştiriye sahipken, bu maço yaklaşımdan uzak bir erkek portresi çizmeye çalışan Butt Magazine7, birçok erkek temsilinin ve varoluşunun ötesinde bir yaklaşımı, görece erken bir dönemde öne çıkardı.
2000’lerin başında, önceki 20 yılın estetiğinin getirdiği tek seslilik, sadece lezbiyen, trans ve diğer cinsellikleri değil, belirli bir oranda gey erkeği de hayli rahatsız ediyordu. Queer teorinin 90’ların başından itibaren yaptığı çıkışların, gey erkekler arasında da yankı bulmaması olanaksızdı. Amsterdam’da yaşayan yayıncı Gert Jonkers ve Jop van Bennekom, 2001’de bu kıstırılmışlıktan kurtulmak adına dergiyi nasıl çıkardıklarını şöyle anlatıyor:
Sanırım, basit bir şekilde, eşcinselliğin bir temsiliyet krizine cevap vermiş olduk. Geylerin temsili hayli metalaştırılmış, bir hayat tarzına dönüştürülmüş, oldukça yalın ve ticarîydi… Porno hâlâ AIDS krizine takılıp kalmıştı; gey pornosuna dair spontane hiçbir öge yoktu. Biz de bizi temsil edecek bir dergi nasıl yapılabilir diye düşünmeye başladık; bizim bildiğimiz geyleri, bizim sevdiğimiz cinselliği.8
Pürüzsüz ve tüysüz, kaslı erkek bedeninin tek güzel erkeklik olarak kabul gördüğü dönemde, Butt’ın yayınladığı fotoğraf, söyleşi, yazılar birçok farklı erkek türünün ses kazanmasına yol açtı. İsteyenlerin üye olabildiği sitede, anonim şekilde seks hikâyeleri paylaşılabiliyor, bunların altına yorumlar yapılıyordu. İnternetin yeni ulaşılabilirlik kazandığı bu dönemde, başka türlü birbiriyle iletişime geçmesi hayli zor olan geyler birbirini tanıyor ve hiç görmedikleri insanlarla konuşarak onlarla karşılıklı bir fantezi üretimine geçiyordu. Butt, ticarî-ana akım porno pazarının salt kapitalist ve indirgemeci yapısı ortasında bir vaha görevi gördü. Cinselliğe salt ulaşılabilir bedenler aracılığıyla değil, belki de hiç tanınmayacak ve hatta ne bedenini ne yüzünü görebileceğiniz başka bedenlerin deneyimleri ve onlarla girilen iletişim aracılığıyla daha önce akla gelmeyen bir ufuk açtı. Anonim bir hazzın, kendi içsel ereğini üretmesini değil, aksine, ereği ancak tamamıyla belirsiz öznelere dayanan ve artık öznelerin kendilerini sadece bu deneyim içerisinde var ettikleri bir hemhâl olmayla tanımladıkları bir alan yarattı. Nitekim vaatlerinin umut verici olduğu kadar üzücü şekilde, Butt Magazine’in dışarıda kalanlara alan yaratma amacı kendini feshetmek zorunda kaldı:
Niş girişimi olarak başlayan tüm başarılı kültürel fenomenlerin başına geldiği gibi, 2000’lerin sonunda Butt da öylesine ana akımlaştı ki, estetiği kurulu bir tarz hâline geldi. Jonkers ile van Bennekom dergiyi kurarken kendilerine sordukları birçok sorunun cevaplandığına kanaat ettikleri için, dergiyi yayımlamayı bıraktılar.9
Dergiyi takip eden nice insana salt bir temsil değil, aynı zamanda var olma imkânı sunan derginin sonlanması, derginin ulaştığı başarının, yaratıcılarının tarihe hükmetme arzusuna kapılmamasını görmek, queer tarih içerisinde yeni olanaklara yer açmaları konusundaki alçak gönüllükleri sebebiyle yeni bir umuda yol açtı.
Sürekli bir dışarıda kalma politikasını seçerek, ana akımlaşmayı kabul etmeyen tüm bu varoluşların kendilerini yazınsal bir süreçle ifade etmeye yeltenmesinde, kendi deneyimini aktarmaktan, kendini öne sürmekten öte bir arzu göze çarpıyor: belirsizlikle oynama, bu zenginliği koruma ve kimliksizliğe yönelen bir arzu. Bu noktada geçmişteki arzulardan beslenmek, onları yeniden üretmek yerine yola çıkış amaçlarına dair baskılanamayacak amaçları anımsamak önemli hâle geliyor. Gay Voices from East Germany’de tek vücut olma imkânına erişemeyen ve bu yüzden her zaman zorunlu bir çeşitlilik ortasında tekil cinsellikler olarak kalan geylerin; her türlü politikanın ve günlük hayat fenomenlerinin bir na-politikasını üreten Gani’nin yazılarının; Butt Magazine aracılığıyla dayatılan cinsellik ve estetik algıları kırmaya çalışan ve bunun için mekânsal olmayan bir birlikteliğin kanalını açan tüm ButtHeadlerin[10] bu açıdan, kendi zamanlarında, bugünün dışarıda kalan kişileriyle bu yönden ortaklaştığı söylenebilir. Walter Benjamin’in sözleriyle, “Geçmişi tarihsel olarak kurmak ‘onu gerçekten olmuş olduğu gibi’[11] tanımak değil, tehlike ânında birden parlayıveren anıyı ele geçirmek” ise, bu tarihsel kaynakçalar belki de yeni kaynakların üretimine dair, yapısal bir önermede de bulunabilir. Eğer tarihin sonunun geldiğine inanmıyorsak, tarihyazımının bittiğine ya da belli bir yöntemle sürdürülmesi gerektiğine dair kesin bir yargıda bulunmak da mümkün görünmüyor. Ama queer tarihin nereden çıkacağı belli olmayan, resmî tarihe direnen, yeri geldiğinde kendini feshedecek kaynakçalarını üretmek, yazınsal üretimin yeni yollarını araştırmak, bu üretimler için yeni iş birliklerinde bulunmak ve daima yazılmış olanın gelecek bir tarihte ne ifade ettiğini tekrar düşünmekten geçiyor.