Derdimiz böyle biline…

Ekim öyle geçti, Kasım böyle başladı… Biz yine kitapla, edebiyatla ama vicdan, barış ve adalet arayışımızdan da vazgeçmeden durup bakacak, yazacak, okuyacağız. Yılmadan. Bin inatla...

05 Kasım 2015 16:00

Kaos, kargaşa, bomba…
Suruç, Reyhanlı, Ankara…
Çözüm, seçim, buzdolabı…
Vicdan, adalet...
İnsan, hak...
Ölüm, zulüm...
Sus...

2 Kasım sabahı telefonun diğer ucundaki bir yazar dostum şöyle diyor: Öyle kötüyüm ki uyanır uyanmaz yaşadığımız onca şeyden sonra yazmasam n’apacağım dedim kendi kendime. Uzun zamandır yazamıyordum biliyorsun ama bu öfke sanıyorum oturtuyor beni masaya…

Sonra bir e-posta. K24’ün bu ayki dosyası için yazı istediğim bir yazarımız özür diliyor ve “yılgınlıkla” diye bitiriyor mektubunu. Başka biri daha, 10 Ekim’den sonra: Ankara’dan sonra içimden hiçbir şey yazmak gelmiyor, biz ne zaman bu kadar korkunç bir ülke olduk Sibel?

Hepsine “tamam, anladım” diye yanıt yazıyorum, uzatamıyorum, ısrar edemiyorum. Anlıyorum. Ben de benzer bir haldeyim. Bir gün öfkeyle yazmaya oturan dostum gibi, diğer gün “yılgınlıkla” diye sözünü bitiren dostum gibi… Bunca şey olurken kitap, edebiyat, yazmak, konuşmak neye yarıyor?

Ta iki ay öncesinden Kasım ayı dosyamız ne olacak diye düşündük. 1 Kasım’ın ertesinde hiçbir şeyin ne olacağı belli değilken… Sonra bombalar patladı, evler tarandı, insanlar derin dondurucuya, tabuta, toprağa... unutulmaya… Kaldırımlar, evler, “ağaçlar kan ağladı,” Sofi gövdesi kurşun delikleriyle dolu ağaca sarıldı… Her gün hiç tanımadığımız bir insanın isminin başına # kondurduk. Bir günde onlarcasının. Sadece insanlara değil, şehirlere de… 

Ülke sınırları içerisindeki birçok kentin sokakları karardı, evlerden ağıtlar yükseldi… Yumruklar sıkıldı, beyaz kumaşlar yüzlerini örttü…

Ne yapacağız? Gazeteler basıldı, gazetecinin başına namlu dayandı, bir insan yerlerde sürüklendi, bir kız çocuğu vuruldu. Ne yapacağız? Evet, konumuz ne olsun?

Kan akarken, kanarken

Bunca ölüm ve zulümle sınanırken bu dünyadaki hayatımız, bir günde yüze yakın insan kaybederken yaşamını; ne kitap, ne sanat, ne polemik, ne haber… Korku mu olsun, korkusuzluk mu konumuz? İsyan günleri mi? Peki isyan eden kim? Ediyorsa bile nasıl ediyor? Peki, edebiyat ne yapacak, edebiyatçı ne yapacak? Sanat ve edebiyat bizi kurtaracak mı? Belki, bilmiyorum. Ama ya kurtaramadıklarımız? Toprağı hâlâ sıcak olanlar, onların ardında kalanların acıları? Kalanlara ne anlatacağız? Kalanlar ya da gidenlerin çocukları “Siz ne yapıyordunuz peki o zamanlarda,” diye soracak mı? Umarım sorarlar… Çünkü biz iki aydır kendi aramızda sürekli bu soruyu sorduk, soracağız da…

Korkunç bir başlık: Kan akarken, kanarken edebiyat… Kan akarken edebiyatçıya düşen… Tüm bunlar nasıl, ne zaman, hangi dertlerle ama hangi “insani” dertlerle yazılacak?

Oya Baydar, Gaye Boralıoğlu, Süreyyya Evren ve Mehmet Anıl “Kan akarken edebiyat ve edebiyatçının toplumsal rolü” başlığından yola çıkarak bu zor günlerde, bu korkunç günlerde, yani kanayan bu günlerde yazdılar...

Oya Baydar, “İyi edebiyat, insana ve dünyaya kattığı değerle toplumsal rolünü kendiliğinden oynar, sorumluluğunun gereğini yerine getirir” dedi umutla… İnanıyoruz!

Gaye Boralıoğlu kalemini de içimizi de kanırtarak hatırlattı şu cümlelerle: “Oysa edebiyat günün birinde bir ayakkabı anlatır: O, Hacı’nın sürüklenen bedeninden dağılan ayakkabıdır. Bir mendil anlatır, üzerine kan bulaşmış; Diyarbakır’da ölen Şeyhmuz’un kanıdır. Bir cümle yazar, Ankara’da patlayan Ali Deniz’in hayattaki son cümlesidir. Bir buz tanesi anlatır; Cemile’nin bedeninin günlerce içinde bekletildiği buzlukta üretilmiş. Bir genç kızın sırtındaki kurşun deliğini anlatır; Dilek’in sırtıdır. Yok sayılmaya çalışılan gerçek, edebiyatla direnme imkânı yakalar.”

Tarık Günersel kendine has üslubuyla “Edebiyatçıların toplumsal rolleri çeşit çeşit olmuştur, olacaktır. Kim kendi tanım ve görev yüklemesinin kuşatıcı olmasını talep edebilir,” diye sordu…

Mehmet Anıl “Bir edebiyatçı, kaçınılmaz biçimde ‘aydın’ özelliklerine sahip olması gerektiği için, nereye giderse gitsin heybesinde cesaretini de taşımalıdır…” dedi.

Süreyyya Evren sordu ve örnekleriyle yazdı: “Bugün, zor zamanlara sanatla nasıl yanıt vermeli? Zor zamanlar derken bombaları, işgali, katliamları, soykırımı, iç savaşı, diktatörlüğü ve tüm benzer büyük çöküşleri yazıyla, edebiyatla, öyküyle, şiirle, romanla nasıl karşılamalı?”

Emre Ayvaz dünya edebiyatından "kimi ibretlik, kimi alkışlık, kimi yuhalanacak" örnekleri yazdı... 

Evet, bu ay kanayan bir dosya yaptık; içimize, bize benzesin diye…

Ve bu arada Ankara Katliamı’nın ardından “Barışı Vurdunuz, Suçlusunuz” başlığı altında 40 yayınevi ortak bir basın açıklaması yaptı. K24 olarak yayınevlerinin bu çağrısını ve bundan sonra barış için yapacakları tüm çağrıları desteklediğimizi özellikle belirtmek istiyoruz. Çünkü böyle zamanlarda bizce yazarlara düştüğü kadar yayıncılara da büyük görev düşüyor. Ayrıca #101015 “Barış Portreleri” çalışmamız için yazarlarımız yakınlarını kaybedenlerin ailelerini ziyarete başladı. 

 

Gülten Akın…

                                                                                                                                          “itip beni
                                                                                         balıma dadanan bu çağı sevmedim.”

                                                                                                                     (Gülten Akın, Kimse)

“Fena” kelimesi içinde bulunduğumuz yılı her anlamda özetliyor. Geçen ayın Editörden yazısında Sennur Sezer vardı, bu ay Gülten Akın. Arada da Çetin Altan’ı kaybettik. Gülten Akın’ın ardından twitter’da birçok dizesi paylaşıldı ama çok kişi de “Şairler ölmez” diye yazdı. Doğru galiba… Ama özellikle bu yıl Yaşar Kemal’in ölümü ve sonrasında yerleri doldurulamayacak gidenlerle birlikte sanki öksüz-yetim kalıyor gibiyiz.

Gülten Akın, 2009 yılında Erdal Öz Edebiyat Ödülü’ne değer görülmüştü. O yıl çok özel bir kitapçık basıldı Akın’la ilgili. Haydar Ergülen yazmıştı. Dolaşımda olmayan, sınırlı sayıda basılan özel bir çalışmaydı. Sevgili Haydar Ergülen ve Can Öz’ün K24’e özel verdiği izinle o kitapçıktan seçtiğimiz bazı bölümleri yayınlıyoruz. Buradan Öz ve Ergülen’e teşekkür ederiz.

Ekim öyle geçti, Kasım böyle başladı…
Biz yine kitapla, edebiyatla ama vicdan, barış ve adalet arayışımızdan da vazgeçmeden durup bakacak, yazacak, okuyacağız.

Yılmadan. Bin inatla.

Derdimiz böyle biline…

 

İllüstrasyon: Yeşim Paktin