Rusya Devrimi’nin yüzüncü yıl dönümünü kutluyoruz. Devrimi anlamak için okunacak birçok kaynak var, ama hiçbirisi Devlet ve Devrim'in yerini tutamaz
02 Kasım 2017 14:05
Dünya tarihinde belki de başka hiçbir teorik eser, yazarından teorik vaatlerini bu kadar çabuk pratiğe dökmesini beklememiş ve belki de hiçbir teorisyen teorik önermelerini bu kadar kısa bir sürede ve bu kadar sadakatle pratiğe dökmemiştir. Lenin’in Çarlık rejimini deviren Şubat Devrimi’nin temsilcisi olan Geçici Hükümet’in baskıları nedeniyle Finlandiya’da yeraltına çekilmek zorunda kaldığı 1917 yılının Ağustos-Eylül aylarında kaleme aldığı şaheserini anlatmak için belki de en uygun tanımlama budur. Zira devrim âdeta mavi kopyasıyla birlikte gelmiştir!
Rusya Devrimi’nin yüzüncü yıl dönümünü kutluyoruz. Devrimi anlamak için okunacak birçok kaynak var, ama hiçbirisi birincil kaynak olarak Devlet ve Devrim’in yerini tutamaz, zira devrimin faillerinin ne amaçladığını devrimden sadece birkaç ay önce bizzat devrimin önderi kaleme almış ve 6-7 Kasım’da iktidarı aldıktan sonra bu yazdıklarını azami düzeyde hayata geçirmeye çalışmıştır.
Şubat 1917’de Çarlık iktidarının devrilmesinin ardından sahneyi alan “demokrat” Kerenski, Rus burjuvazisinin yaralarına merhem olamaz. Rusya’da işçi ve emekçiler mücadeleye devam ederler. Yaz aylarında Bolşevikler büyük şehirlerde üstünlüğü ele geçirmiş olmalarına karşın, henüz taşrayı arkalarına çekemedikleri için ayaklanmanın zamansız olduğu gerekçesiyle “itidal” çağrısı yaparlar, ama her şeye rağmen (eski takvimle) 3-5 Temmuz 1917’de Petrograd’daki işçi ve askerler ünlü “Temmuz Olayları”nı başlatır ve kitleleri yalnız bırakmayan Bolşevikler önemli bir yenilgi alırlar. Birçok Bolşevik tutuklanır, Lenin ve diğerleri ise yeraltına çekilir.
Ömrü boyunca Marx ve Engels’in iyi bir öğrencisi olarak kalmış olan Lenin, devrime belki de çok uzakta olduğunu düşündüğü bu koşullarda, tıpkı bu iki devrimci önderi gibi, yeniden teorik mevzileri sağlamlaştırmaya girişir ve bu bağlamda Devlet ve Devrim adlı eserini kaleme alır – aynı Lenin 1914’te savaşın patlak vermesinin ardından, partisi II. Enternasyonal’in savaş bütçesini onaylayıp sosyalist mücadeleye ihanet etmesi üzerine “belki de devrimi görmek bize nasip olmayacak” diyerek, bir diğer meşhur kitabı Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’nı (1916) kaleme almıştı. Lenin’in düşüncesi açıktı: Gericilik dönemlerinde burjuva ideolojisi üstünlüğü ele geçirebilir ve devrimciler veya devrimci görüşler siyasî mevzilerini kaybedebilir, ama geride kalan azınlıkla birlikte ideolojik mevzileri korumak için akıntıya karşı yüzmek gerekir.
Fakat bu kez öngörü “tutmaz”: Lenin devlet ve devrim konusundaki teorik görüşlerini kaleme aldıktan yalnızca üç ay sonra iktidarı ele geçiren bir partiye önderlik etmeye itilir. Öyle ki bu nedenden ötürü kitabı tamamlayamaz. Lenin bu durumu şöyle anlatır: “Yedinci bölümün planını daha öncesinde hazırlamıştım. Ama başlığı dışında, bu bölümle ilgili tek bir satır bile yazacak zamanım olmadı; bir siyasi kriz, yani 1917 Ekim Devrimi’nin arifesi beni ‘engelledi’. Böyle ‘engelleme’ye can kurban!”
Lenin’e göre, silahlı ordusu, polis aygıtı, bürokrasisi, siyasal iktidarı vs. ile devlet insanlığın ilk günlerinden bu yana var olan bir kurum değildi. Bu tespitten yola çıkan Lenin, devrimin amacının devletten kurtulmak olduğunu, ama bu aygıtı “lâyık olan yere, âsâr-ı atika müzesine, çıkrıkla tunç baltanın yanına kaldırmadan” önce bir ara aşamanın gerekli olduğunu yazıyor ve bu aşamada devletin olmazsa olmaz niteliklerini şöyle sıralıyordu.
(1) Yalnızca seçim değil, aynı zamanda her an görevden alabilme;
(2) Ücretlerin ortalama işçi ücretlerini geçmemesi;
(3) Devlet işlerinin dönüşümlü yapılması ve böylece herkes bir süreliğine “bürokrat” olunca hiç kimsenin “bürokrat” olamaması.
(4) Sürekli ordunun ve polis aygıtının dağıtılması.
Bolşeviklerin 1917 Ekim’inde iktidarı ele geçirmesinin ardından, Lenin’in ilk yaptığı iş bu ilkeleri harfiyen hayata geçirmek oldu. Gerçekten de Bolşevikler iktidarı aldıktan sonra öncelikle demokrasi konusunda bir devrim yaptılar. Demokrasiyi sınıflar üstü bir olgu olarak görmediklerinden (iş oraya geldiyse, hiçbir grup ya da sınıf görmüyordu ve bugün de görmüyor), egemenlere diktatörlük ezilenlere demokrasi getirdiler. Örneğin barış, ulusların kaderlerini kendilerinin tayin hakkı, sekiz saatlik iş günü, lafta kalmayan bir laiklik ve belki de hepsinden çok öne çıkanı kadın sorununda devasa adımlar: Kadınları dinî boyunduruktan kurtaran resmî nikâh ve her türlü yasal prosedürün kaldırıldığı boşanma hakkı; bugün bile dünyanın her yerinde tartışma konusu olan kürtaj hakkı (ücretsiz ve resmî güvence altında); eşit işe eşit ücret; hamilelik izni ve ücretsiz sağlık bakımı; çalışma hayatında fırsat eşitliği; gayrimeşru-meşru evlilik ayrımının kaldırılması; eski rejimde kasten cahil bırakılmış olan kadınları bilgilendirme amaçlı eğitim seferberliği ve elbette kadını ev işlerinin angaryasından kurtaracak olan kreşler, aşevleri ve çamaşırhaneler açılması. Tüm bu adımların uzun süre yaşayamamış olması Ekim’in trajedisini oluşturur ve ayrı bir yazının konusudur.
Lenin’in bu kitaptaki teorik önermelerinin hâlâ güncelliğini koruduğunu söylemek bile yersiz, fakat sosyalist hareketin bu kitaptaki görüşleri yeniden programının başlıca ilkeleri hâline getirmesi gerektiği üzerine çok şey söylenebilir. Nihayetinde Devlet ve Devrim’i Lenin’in anarşist sapması olarak gören sosyalistler var. Temel sorun, Lenin’in bu kitaptaki görüşlerinin yüzyıldır norm hâline getirilmiş şablonlara ters düşmesidir. Lenin’in bu kitaptaki temel vurgusu, sosyalizmde ya da sosyalizme geçiş döneminde bürokrasinin, kendi tabiriyle, “tepeden inmecilik” yapan memurların, başka bir deyişle emir veren ama hesap vermeyen, denetlenemeyen bürokratların egemenliğinin olamayacağıdır. Sosyalizmi küçük ama “başarılı” bir azınlığın yönetimi olarak kodlamayı kesinkes reddeder. Bu görüşlerini uzun alıntılarla Marx ve Engels’in görüşlerine dayandırır.
Bu vurgu daha genel bir konuya ve yanlışlığa da temas eder. 20’nci yüzyıla aşırı baskıcı, nefes bile aldırmayan rejimler damga vurduğundan, sadece diktatörlük kavramı değil, bununla ilintili birçok kavram da başkalaşım geçirmiş, kimi zaman özgün anlamıyla bağlantılı, kimi zaman da tamamen alakasız anlamlarda kullanılmaya başlamıştır. Disiplin, otorite, hiyerarşi vb. kavramlar bu kapsama girer. Bugün Soğuk Savaş’ın kendi gitmiş olsa da, ideolojisi yadigâr kalmıştır ve otorite, hiyerarşi, bürokrasi ve merkeziyetçilik gibi terimler akademik dünyanın genelinde hâlâ eşanlamlı kullanılmaktadır. Her türlü adem-i merkeziyetçilik iyiyken, merkeziyetçilik bürokrasi demek olduğundan(!) hiyerarşik ve otoriter tutumlarda ifadesini bulmaktadır! Oysa bu genellemeler Soğuk Savaş döneminin anti-komünist propagandası uyarınca çarpıtıldığı kadar basit değildir. Hepsinden önemlisi, bu terimlerin hepsi aynı şeyi ifade etmez.
Hiyerarşi sözlük anlamı bakımından belli nesnelerin ya da kişilerin bir iç mantık uyarınca kademeli şekilde, dilerseniz ast-üst şeklinde sıralanmasıdır; hiyerarşik örgütlenmedeki üst birim ise otoritedir; bürokrasi de bu hiyerarşik ilişkide akışın sadece yukarıdan aşağıya doğru seyretmesidir. Astın üste hiç hesap soramadığı, liyakatinin ya da tecrübesinin –olsa bile– dikkate alınmadığı, üstün asta tepeden inmecilik yaptığı ilişki bürokratiktir. Lenin sorunun otorite ya da hiyerarşi değil, bu otorite ve hiyerarşinin belli bir örgütlenme biçimi olan bürokratik yapıda saklı olduğunu söyler. Bu iddiasını da Marksizmin kurucularına dayandırır:
Engels’in merkeziyetçilik anlayışı devletin birliğinin “komünler” ve bölgeler tarafından gönüllü olarak savunulduğu, her türlü bürokratik uygulamanın ve tepeden inme “emirlerin” kesinlikle ortadan kaldırıldığı geniş çaplı yerel özyönetimleri hiçbir şekilde dışlamaz.
Lenin’in tüm bu açımlamaları Devlet ve Devrim’in sadece sosyalist düşünceye değil, demokrasi düşüncesine de çok özgün katkılar koyduğunu gösteriyor. Merkeziyetçilik olunca, otorite olunca, hiyerarşi olunca özgürlük diye bir şeyin olamayacağı iddiası ile bürokratik egemenliğin sosyalizmde kaçınılmaz olduğu suçlaması arasında kalmış bir sosyalizm düşüncesi var ve bunun aşılmaz olduğu düşünülüyor, oysa Marksizmin kurucuları tam da bu tür meselelere kafa yorup çözümler üreterek sosyalizmi bir ütopya olmaktan kurtarmışlardı. Lenin’in sosyalizm anlayışı demokrasinin “kaldırılması” değil, deyim yerindeyse, en tam demokrasinin yerleşmesiyle demokrasinin sosyalizme varmasıdır. Şöyle der Lenin:
Bu durum ilk bakışta çok tuhaf görünse de, ancak demokrasinin de bir devlet biçimi olduğunu ve dolayısıyla devlet ortadan kalkınca demokrasinin de ortadan kalkacağını düşünmemiş olanlar için “anlaşılmaz”dır. Burjuva devletini ancak devrim “ortadan kaldırabilir”. Genel olarak devlet, yani en tam demokrasi ise ancak “sönümlenip gidebilir”.
Marksizme tarihsel bütünlüğü içinde sahip çıkmak, devrimi anlamak için Devlet ve Devrim biçilmiş kaftan.