Devleti modern ulus-devlet hâline getirmek için işçi sınıfının kolunu kanadını kırmak, kendi mücadelesine olan güvenini azaltmak gerekiyordu...
23 Kasım 2017 14:00
1917 Sovyet Devrimi’nin yüzüncü yıl dönümü kutlanıyor. Rusya’daki bu özgül devrimi anlamanın ve tarihsel gelişimin seyri içinde yerli yerine oturtmanın belki de en iyi yolu; gerek coğrafî gerek zamansal açıdan süreklilik arz ettiği diğer büyük devrimlerle (1848 Fransız Devrimi ve 1936 İspanya Devrimi'yle) ilişkisine bakmaktır. Ben bu yazıda söz konusu üç devrimin genel bir tahliline girişmek yerine, ulus-devlet izleği üzerinden devrimlerin izini sürmeyi amaçlıyorum.
Devlet, egemen sınıfın tahakküm aygıtıdır; Engels’in tabiriyle, en temel bileşenine indirgendiğinde özel silahlı insanlar topluluğudur. Marksizmin bu temel önermesi çok çeşitli şekillerde revize edilmeye çalışıldı. Benim temel tezim, devleti ezme ve yönetme aracı olarak tanımladığımız sürece Marksist devlet anlayışının nitel bir müdahaleye ihtiyaç duymadığı yönünde: Devlet, sayıca azınlıkta olan egemen sınıfın sayıca çoğunluktaki ezilen sınıfı bastırıp yönetmek için kullandığı bir cebir aygıtıdır. Fakat kapitalizm öncesi toplumlarda bu genellemeyi yaparken nüanslara dikkat etmek lazım. Yönetme ya da rıza ögesi asıl işlevini modern ulus-devletle beraber ediniyor ve bu noktada “cumhuriyet” kavramı önemli bir yer işgal ediyor; ama sanılanın aksine, mevcudiyetiyle değil, âdeta mâdumiyetiyle: Burjuva devletinin biçimlerinden biri olan cumhuriyeti (bu burjuva devlet biçimini) başlı başına bir değer olarak görmek yerine, kapitalizm öncesi devletten kapitalist (burjuva) devlete geçiş bağlamında içeriğine odaklanmak ön açıcı olacaktır.
Tahakküm ve rıza ilişkisinden başlarsak... Bir defa, kapitalizm öncesinde sınıflar bugünkü kadar billurlaşmış değil; ezme-ezilme ilişkisi kademelenmiş durumda, kesinlikle “sömürenler ile sömürülenler” şeklinde iki keskin kutba ayrılmış değil. Bunun devletin işleyişine çok doğrudan bir yansıması var. Sözgelimi egemen sınıf, bugünkünden farklı olarak, ezilen sınıfı tahakküm altında tutmak için ezilen sınıfın unsurlarını devlet aygıtında istihdam etmiyor; mesela Batı’yı norm alırsak, bir feodal bey devletin bizzat tecessümü oluyor: hâkim de o, yasa koyucu da o oluyor…
Diğer yandan, egemen sınıf istese de ezilen sınıfları devlet aygıtında istihdam edemeyecektir. Toplum halk kitlelerinin tamamen cahil bırakılması üzerine kurulu olduğundan, sömürü toplumunun yeniden üretiminde ekonomi dışı zorun esas ayağı dindi. Oysa kapitalizmde –sanayi ve bilimden üretimde yararlanmak için– emekçilere azımsanmayacak bir eğitim veriliyor ve böylece uyutmak için sadece din (hele hele eski din hiç) yetmiyor. Dolayısıyla kapitalizm öncesi devlet daha ziyade kralın ve/ veya kralcıkların, prenslerin tekkesi gibi işliyor ki, bu açıdan bizim bugünkü Bonapartist devletimize benzetilebilir: Tek bir kişinin ağzından çıkan söz, onun (sınıfsal güdülü olsa bile sınıf dengeleriyle yüzde yüz örtüşmeyen) istekleri, kaprisleri kimi zaman sınıf dengelerinden daha belirleyici olabiliyor.
Elbette devlet bu gücünü iletişim ve ulaşım araçlarının gelişim seviyesine bağlı olarak, kolunun uzanabildiği yere kadar icra ediyor. Ulus-devlet olabilmek için merkeziyetçilik, merkeziyetçilik için de büyük üretim araçlarının egemenliğindeki sanayi toplumu şart.
Modern ulus-devletler ile kapitalizm öncesi devletlerin bu farklılıklarına ve dönüşümüne kafa yormak için, devletin kapitalizme geçiş ve sosyalizme geçiş uğraklarındaki hâllerine bakacağım. Seçtiğim üç uğrak: 1848 Fransız Devrimi, özellikle de Haziran Ayaklanması; 1917 Rusya Devrimi ve 1936 İspanya Devrimi.
İlk durak, Engels’in “tarihte sınıf mücadelelerinin her seferinde, başka herhangi bir yerde görülmedik şekilde, sonuna kadar götürüldüğü ülke” (Marx’ın 18 Brumaire’ine “Giriş”ten) dediği Fransa. İngiltere’dekinden farklı olarak, 1848’e gelindiğinde Fransız burjuvazisi devlet sorununu henüz çözememişti. 1789-94 Devrimi’nde devleti kapitalistleştirmiş, ama eski rejimle olan ilişkisinden ötürü pürüzler çıkmıştı. 1848’de Fransa’da devlet büyük oranda burjuvazinin devletiydi, Engels’in tabiriyle, “Fransa’da burjuvazinin egemenliği on yedi yıldan beri dünyada hiçbir ülkede olmadığı kadar daha tam”dı;1 fakat tekelci kapitalizm öncesi çağda burjuvazinin içindeki hizip çatışmaları devlet üzerindeki kavgayı artırıp karmaşıklaştırmıştı. Bir kanatta Marx’ın verdiği adla mali aristokrasi, yani bankacılar, borsa kralları vb.; öbür kanattaysa başını esasen sanayi burjuvazisinin çektiği diğer burjuva kesimler. “Diğer” diyorum çünkü ortada feodalist diye adlandırılabilecek elle tutulur bir kesim yoktur. Kralcı hizipler ya da büyük toprak sahipleri eskiyi yâd ederek yaşasalar da, kapitalizmin nimetlerini görmeye başlamış ve deyim yerindeyse junkerleşmiştir.
Lenin, emperyalizmi finans sermayesinin egemenliği, yani para sermaye ile sanayi sermayesinin iç içe geçtiği dönem olarak adlandırır. 1848’de henüz bu birleşme gerçekleşmemiştir. 1848 öncesi iktidar, ticaret burjuvazisini ve büyük spekülatörleri (bankerleri, tefecileri vs.) kayırmaktadır. Yüzü ileriye dönük kesim olan sanayi burjuvazisiyse bundan rahatsızdır ve rahatsızlığını kaypak bir cumhuriyetçilikle ve eski dostu üçüncü zümreye işmar ederek gösterir. Devlet burjuvazinin devletidir, ama Komünist Manifesto’daki tabirle burjuvazinin işlerini gören akılcı bir kurul olmaktan uzaktır. Eski rejimin kalıntıları devleti hantallaştırıp, burjuva bakımdan akıl dışı kılmaktadır. 1848 Devrimi Fransa’da bu çerçevede patlak verir.
Fransız burjuvazisinin hakkını teslim edelim, Avrupa kıtasındaki sınıftaşlarından daha cesurdur ve işi ayaklanmaya kadar götürür, fakat bunu yaparken derdi cumhuriyet değildir. Marksizmin önderlerinin “burjuvazi için en iyi yönetim biçimi” adını verdikleri cumhuriyet konusundaki yaklaşım hem bugün tarihi inceleyen Marksistlerin hem de 20’nci yüzyıl başında mücadele yürütmüş devrimcilerin kafasını bir hayli bulandırmıştır. Elbette demokrasi burjuvazi için en akılcı yönetim biçimidir, fakat burjuvazinin her zaman akılcı olduğunu kim söyledi? Dahası burjuvazinin her zaman topak bir bütün, yekpare bir sınıf olarak hareket ettiğini nereden çıkardınız?
Her hâlükârda, Fransız burjuvazisi (veya özelde, sanayi burjuvazisi ve takipçileri) cumhuriyete, yani “kendisi için en uygun yönetim biçimi”ne sokaktaki proleter kitleler tarafından silah zoruyla ikna edilir. Devlet henüz salt zor aygıtı gibidir ve örneğin Çalışma Bakanlığı diye bir kurumun varlığını kabul etmekten ve anakronist bir tabir kullanacak olursak, Millerandcı (bakan sosyalizmi) unsurları bile massetmekten acizdir. Burjuva hükümette burjuvazinin düzenini daha iyi işletebilmek adına işçi sınıfının iki temsilcisi de bakan olarak seçilir: Louis Blanc ve işçi Albert (Alexandre Martin). Ama burjuvazi, örneğin bir yarım yüzyıl sonra paha biçilmez değerde olacağını göreceği bu araçtan yararlanmayı bilmez, hattâ bunu kendine zül sayar. Mesela bu bakanların makamını “esas” temsilcilerinden uzak bir yere atar; tek kelimeyle, aristokrat kibridir bu. Belki de devlet bu unsurlardan yararlanmayı bilmediği, işçilere sus payı verecek şekilde devletini dönüştüremediği için Şubat, Haziran’a evrilir ve burjuvazinin kendi çıkarları için ayağa kalktığı eylem, Marx’ın tabiriyle, modern toplumdaki uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarına sahip iki sınıf arasındaki ilk büyük çarpışmaya dönüşür.
1917’deyse devlet, yani Rus Çarlık devleti, Lenin’in tabiriyle, kısmen burjuvazinin devletidir. 1917 öncesi devletin ve devletin sahiplerinin icraatına kısaca bakarak bu “kısmî” sahipliği anlamak mümkün olduğu gibi, buradan Türkiye’deki mevcut duruma dair çıkarımlar yapmak da mümkündür.
Rusya’da devlet bir yandan burjuvazinin devletidir, kapitalizmin aracıdır. Her şeyden önce, bekçiliğini yapacağı feodal toprak sahipleri ya da aristokrasi kalmamıştır; bunlar çoktan piyasanın nimetlerinden faydalanmayı öğrenmiş ve kapitalistleşmiştir. Rusya dünyanın en büyük fabrikalarına sahiptir, Çar Nikolay bu fabrikatörlere açık çek vermiştir.
Fakat aslında temel sorun da tastamam budur: Gerçekten açık çek vermiştir. Oysa burjuvazinin istediği açık çekten ziyade, formel bir ticarî ilişkidir. Açık çek iki açıdan sorunludur: Çarlık devleti sözgelimi en ufak bir greve bile hemen silahlı güçlerini gönderdiğinden, iş halletmekten ziyade işleri karıştırıyordu. Bir işçi ekonomik sebeplerle greve çıktığında daha ilk adımıyla illegale düşüyorsa, devrimcileşmesinin önündeki en büyük engellerden biri kalkmıştır: “Zaten içeri düşeceğim, zaten güveneceğim tarafsız bir devlet ya da mahkeme yok, bari sonuna kadar gideyim” diye düşünebilir. Bunu Lenin’in yazılarında da, burjuvazinin temsilcilerinden Kadet Milyukov’un anılarında da görmek mümkün. Devletin kurduğu ilişkide incelikli uyutma ögesinin eksikliği ve sopaya ağırlık verilmesi kitleyi radikalleştiriyordu. Diğer yandan, Çarlık, daha doğrusu Çar Nikolay açık çek vererek açık çek de istiyordu ki, bu daha da büyük bir sorundu: Devlet bir sınıfın âli çıkarlarına göre değil, bir ya da birkaç kişinin kaprislerine göre yönetiliyordu.
I. Dünya Savaşı, savaşlar her zaman devrimlerin anası olduğu için değil, bu sorunlu ilişkiyi iyiden iyiye açığa çıkardığı için Rusya’da devrimin katalizörü olabildi. Rusya hazır olmadığı bir savaşa girmişti. Cephe gerisi ile cephe arasında eşgüdüm sıfıra yakındı. Çar ayrı, Grandük ayrı, bakanlıklar ayrı telden çalıyordu.
Bu açıdan en iyi bilinen vaka Çariçe ve Rasputin’dir. Rusya Devrimi anlatılarından Rasputin hikâyelerinden bunalmış biri olarak okuru Rasputin’e boğmaktan imtina ederim; ama olgusal kısımlara kısaca değinmek yararlı olacaktır. Çar, I. Dünya Savaşı sırasında bir devlet yöneticisi olarak kendisine esasen cephe gerisinde ihtiyaç olduğunu anlamadan, başını alıp cepheye gitmiştir. Bugün savaş çığırtkanlığı yaparken bedelliden medet uman canı tatlı devlet adamlarına bakarak, gösterdiği cesaret takdire şayan görülebilir, ama sorun şu ki devlet başsız kalmıştır. Çar Nikolay Eylül 1915’te cepheye gider, iki hafta sonra Devlet Duma’sı (istişarî meclis) askıya alınır. Peki, devlet işleri nasıl yürütülür? Çariçe mektup yazıyor. Mesela “Daha müstebit ol tatlım. Şu lanet Rodziyanko (Duma başkanı) vekilleri toplayıp savaş mevzuunu tartışmak istiyor. İzin verme.” Başka bir mektup: “Lütfen beni uyarmadan büyük bir adım atma. Bana, yani Dostumuza kulak ver.” Burada “Dostumuz” Rasputin oluyor. Rasputin’i eleştiren bakan ve bürokratları Çariçe kovduruyor. Alan Moorehead’in verdiği rakama göre,2 Çariçe ve Rasputin bu süreçte toplam 21 bakan kovarlar.
Dolayısıyla bir keyfiyet hâkimdir. “Ülkenin geleceği” gibi bir derdi olmayan Çariçe’nin kaprisleri, Rasputin diye bir meczubun hezeyanları, sınıf çıkarlarına baskın gelmektedir. Kıyaslama yapmak gerekirse, örneğin İngiliz devletinin Anglikanlaşmasının gerisindeki sınıfsal saikleri bulmak mümkündür, beş yüzyıl önce tek mesele kralın bir daha evlenmek istemesi değildi; fakat Rus devletini o zamana kadarki belki de en akılcı hamlelerle yöneten Vitte’nin ya da Stolipin’in köşeye sıkıştırılmasının egemen sınıfın maddî çıkarları bakımından illiyet ilişkisini takip etmek kolay değildir. İpin ucu Rasputin’in Çariçe ile ilişkisine ve Çariçe’nin kaprislerine bağlanabiliyor.
Elbette tüm bunların gerisinde artı-değer sömürüsüne dayalı bir ekonomi olmasa, Rusya’daki istibdat rejimi bireysel bir diktatörlük diye adlandırılabilirdi, ama unutmamalı ki Rusya Çarlık döneminde dünyanın sayılı kapitalist devletlerinden biri olmuştu. Bu nedenle ülke kapitalistlerin ülkesi, devlet ise burjuvazinin devletiydi, ama ancak belli oranda.
Fakat 1848’den bu yana kapitalizm dünya çapında epey ilerlemiş ve devlet idaresinde de ciddi mesafe kat edilmiştir. Bu yüzden Ruslar sosyalistleri burjuva hükümette massetmeyi başarırlar: Rusların ulusal başarılarından ziyade, burjuvazinin uluslararası deneyim haznesinden, kolektif hafızasından yararlanmaları sayesinde bu mümkün olmuştur. 1848’de işçi sınıfı temsilcilerinin hükümette yer almasına üç ay sabredemeyen burjuvazi; Mayıs 1917’de sosyalistlerin iki ayrı kanadını da (SR’ler ve Menşevikler) zorla, ite kaka hükümete sokar, devrimci dalganın önüne geçmek için.
Ama burjuvazi hâlen cumhuriyete (“en iyi yönetim biçimi”ne) yanaşmaz. Burjuvazinin has partisi Meşrutiyetçi Demokratlar (Kadetler), Lenin’in eşsiz tabiriyle, “kendi niyetleri hilafına cumhuriyetçi kimseler”dir.3 Ekim’den önce bir cumhuriyet ilan edilir, ama toplumsal içeriği boştur.
Cumhuriyetçilik kısmı devletin ulus-devlet, burjuva devlet hâline gelme sürecinde önemlidir, ama genel kanının aksine asli nitelikte değildir. Cumhuriyet 20’nci yüzyıl başında yaşamış birçok Marksistin de gözünde çok ciddi bir merhaleydi. Fakat cumhuriyet derken, yine onların jargonuyla, esasen siyasal özgürlüğü, yani demokratik hakları anlıyorlardı: Meclisin, ifade, toplanma ve basın özgürlüğünün, sendikaların, kadın-erkek eşitliğinin vb. olduğu bir burjuva yönetim biçimi. Buna cumhuriyet adı verilmişti ki, bugünün kavramlaştırmalarından biriyle söylersek demokratik cumhuriyet de denebilir. Fakat Lenin’in önemli tespitiyle, “burjuva devletinin tipik özelliklerini taşımayan monarşiler (sözgelimi herhangi bir askerî kliği olmayan monarşiler) olduğu gibi, bu açıdan gayet tipik özellikler taşıyan cumhuriyetler (sözgelimi bir askerî kliği ve bürokrasisi olan cumhuriyetler) de vardır.”4 Lenin’in, “Bu herkesçe bilinen tarihî ve siyasî bir gerçektir” dediği şey ne yazık ki devrimcilerce bile bilinmiyordu ve İspanya’nın kaderini de bu bilgisizlik belirledi dersek yanlış olmaz.
1930’ların İspanya’sında devlet uzun zamandan beri burjuvazinin devletidir. Orada da devlet, örneğin bir Bonapartist askerî diktatörlük döneminde (1923-30) bile sosyalistlerden istifade etmeyi bilmiştir. Keza 1931’de kurulan İkinci Cumhuriyet’in ilk hükümeti de sosyalistler ile burjuva cumhuriyetçilerin koalisyonudur. Fakat devletin baskı yanı yönetme yanına fazlasıyla ağır basmaktadır ve işin ilginci, sosyalistlerin hükümet kurması da bu yönde büyük bir değişikliğe yol açmaz. Bilakis, mevcut polis aygıtına ilaveten, Taarruz Muhafızları (Asaltos) adlı yeni bir polis aygıtı kurarlar, “Cumhuriyeti Savunma Yasası” (1931) adı altında bizdeki “güvenlik paketleri”ne benzer şekilde polise geniş yetkiler tanırlar. Hükümette geçen 18 ayın sonunda dokuz bin kadar işçi hapse atılmıştır, oysa yoğun karşıdevrimci faaliyetler içindeki sağcılar için benzer bir ihtimam yoktur.
İspanya’da 19’uncu yüzyılın ikinci çeyreğinde devletin baskısının, kitlelere yönelik şiddetinin ve aleni düzenbazlığının eksik olmadığı, ama devletin tüm bunları yaparken belli başlı kurallara az çok riayet ettiği bir kapitalist sistem kurulmuştu. Bu kuralcılık beraberinde bazı reformları da getiriyor, böylece kapitalizm ilerleme imkânı buluyordu. Bu liberal döneme daha uygun bir adla caciquismo denmiştir. Kâğıt üzerinde ifade ve örgütlenme özgürlüğü tanınmıştı. 1890ʼda da kısıtlı oy hakkından erkekler için genel oy hakkına geçilmişti. Fakat bu değişikliklerin gerçek siyasî işleyiş açısından önemi yok denecek kadar azdı. Devlet esasen ceberut yüzüyle tanınıyordu. Ülkenin kendi kendini yönetmeye henüz hazır olmadığını düşünen devlet erkânı, tam bir seçim tezgâhı kurarak muhafazakârlar ile liberallerin sırayla yönetip yürütmesinde karar kılmıştı.
Engels’in meşhur ifadesiyle, devlet uzlaşmaz karşıtlıklara sahip sınıflar arasındaki çekişmenin toplumu yiyip bitirmesini engelleyen bir aygıttır. Toplumda en güçlü olan sınıf, tabiatıyla, bu aygıta sahip olur ve elindeki mekanizmayı sayıca çoğunlukta olan ezilenleri bastırmak ve yönetmek için kullanır. Fakat devletin sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için, çağlar boyunca filozofların devleti bir hami (toplum sözleşmesiyle kurulan bir hayır kurumu) olarak görüp pazarlamalarına imkân sağlayacak şekilde, tarafsız görünmesi gerekir. Modern devlet ancak zor ögesini rıza ögesiyle birleştirdiği oranda, ancak bu hakem rolünü oynayarak, başka bir deyişle esas işlevi olan egemen sınıf adına baskı ve yönetme işini unutturduğu oranda gerçek bir işlev görebilir.
İspanya’da bu anlamda modern bir devlet yoktu! Devlet tarafsız bir hakem rolünde değildi, bilakis alenen danışıklı dövüşe riyaset ediyordu. Devletin tarafsız hakem rolünü oynamadığı, en önemli ideolojik rıza araçlarından biri olan dinin kurumsal temsilcisi olarak Kilise’nin açıktan kolluk kuvveti rolüne soyunduğu, dolayısıyla çok geniş kesimlerin gözünde itibara ve inandırıcılığa sahip olmadığı İspanya’da anarşistlerle özdeşleştirilen (ama onlara özgü olmayan) “bireysel terör” eylemlerinin ve boykotçuluğun ciddi bir nesnel temeli vardı: Devletten hayır gelmeyeceğine inanç güçlü ve yaygındı.
Devrimcilerin tek yapması gereken bu huzursuzluğu doğru politikalara dönüştürmekti. Fakat devlete dair yanılsamalarının kurbanı oldular. İspanya’da burjuvazi İngiltere’deki düzeye yaklaşamasa da, ona benzer şekilde devletini cumhuriyetçileştirmeden işlerini görüyordu. Ama şabloncu düşünen devrimci hareket monarşist partileri feodal düzenin, cumhuriyetçileri de burjuvazinin partisi diye adlandırmayı sürdürür. Sosyalistler ve Stalinistler –Marx’ı lafzıyla anlayarak– cumhuriyeti devletin evriminde, deyim yerindeyse, zorunlu bir pitstop hâline getirerek (“burjuvazi illâ cumhuriyetçileşecek!”), İspanyol devletinin 1931’den de önce bir burjuva devleti olduğunu göremediklerinden, devrimin yenilgisine giden yolu döşemişlerdir.
Oysa İspanyol burjuvazisinin cumhuriyetçileşmek gibi bir derdi yoktu. Cumhuriyet kurulduktan sonraki ilk Bakanlar Kurulu toplantısında Maliye Bakanı Prieto rejimin mali durumunun tehlikede bulunduğundan, zira ülkeden ciddi düzeyde para kaçışı olduğundan yakınıyor, bu yasa dışı faaliyetlerde bulunan sermayedarları ceza ve hacizle tehdit ediyordu. Bazı rakamlar aktarmak istiyorum: Sadece 1 Nisan-30 Haziran 1931 tarihleri arasında bankalardaki toplam mevduatın yüzde 15’ine yakını çekilmiş,5 pesetanın değeri yüzde 20 düşmüştü.6 Sermayenin tamamı olmasa da en azından önemli bir kesimi cumhuriyete pek de meraklı görünmüyordu ve sosyalistlerin cumhuriyet konusunda verdiği “Korkmayın! Ne komünizm olacak ne de anarşi” teminatını7 ciddiye almıyordu. İspanya’daki çoğu sanayici cumhuriyete tepkisini monarşist parti, grup ve gazeteleri destekleyerek gösteriyordu.
Sosyalistler ve Stalinistler ne idüğü belirsiz bir cumhuriyetçi burjuvazi yaratmakla sınıf ilişkilerini kavrayamamış ve İç Savaş öncesi ciddi mevzi kaybetmişlerdi. Anarşistlerse “her devlet katildir” tezinden hareketle “ha cumhuriyet, ha monarşi” diye özetlenebilecek Bakuninist bir yaklaşım sergiliyorlardı. Cumhuriyette cisimleşen toplumsal içeriğin (siyasal özgürlüklerin) önemsiz olduğunu düşünüyorlardı ki, sosyalistler-Stalinistler bir yanlış uçtayken bu da başka bir yanlış uçtu. Ama anarşistler bu teorik yaklaşımın zararlı olacağına kanaat getirmişlerdi, zira kitlelerde cumhuriyete yönelik muazzam bir coşku vardı. Bu yüzden kuruluş sürecinde cumhuriyetten yana tavır aldılar. Fakat tek sebep bu değildi. Cumhuriyetle, daha doğrusu cumhuriyetin içeriğiyle monarşi arasında bir fark olduğunu teorik açıdan olmasa bile pratikte görmüşlerdi: Belli reformlar söz konusuydu; ideolojik inatçılığın anlamı yoktu. Ne var ki, reformların kalıcı ve kapsamlı olmadığını görünce anarşistler diğer uca savrularak silahlı eylemlerle, Blankist ayaklanmalarla rejimi devirmeye kalkışacaklardı. Ama bizi konumuz açısından ilgilendiren kısım cumhuriyet ile cumhuriyetin içeriği ayrımıdır.
Bugün de solun geniş bir kesiminde cumhuriyete boyundan büyük bir anlam yükleniyor. Ülkede dinci bir iktidarın olması ulusalcı cumhuriyetçilikten kurtulamamış bu kesimlerin elini güçlendiriyor. Oysa kapitalist toplumun sınırları dâhilinde ne cumhuriyetin başlı başına iyi ne de monarşinin başlı başına kötü olduğundan bahsedilebilir. Cumhuriyet tam da devletin kapitalizm öncesi biçiminden kapitalist biçimine, ulus-devlet diye anılan biçimine geçişinin sembolüdür. 20’nci yüzyıl dönemecinde bu geçişin ya da dönüşümün cumhuriyette cisimleşeceği yaygın bir kanıydı. Devletin sopaya kıyasla havuç özelliklerinin, cebir özellikleri pahasına rıza öğesinin güçlenmesi sürecinin cumhuriyetle gerçekleşeceği düşünülüyordu. Fakat geride kalan yüzyıl bu dönüşümün hiç de cumhuriyetle yaşanmasının zorunlu olmadığını göstermiştir.
O dönemki monarşiler; sosyalistler arasında siyasal özgürlükler diye bilinen genel oy hakkı, ifade-toplanma ve basın özgürlüğü vb. ile barışık değildi. Bu yüzden cumhuriyet talebi sosyalist mücadele için daha elverişli koşulların yaratılması olarak görülüyordu. Fakat gelişen süreç bize başka bir olguyu gösterdi. Türkiye yaklaşık yüzyıldır cumhuriyetle yönetiliyor, ama demokrasi namına çok bir başarısı yok. Oysa İngiltere, İspanya, İsveç gibi birçok Avrupa ülkesi monarşiyle yönetilmesine karşın, bizden çok daha demokratik, yani devletlerini modernleştirmiş, kapitalizm öncesi devleti dönüştürmüştür. Dolayısıyla aslolan devletin baskıcı yönlerinin görece azaltılması ve bizim daha rahat koşullarda yaşayıp mücadele etmemizse, tarihsel gelişim bize bunun monarşilerde de yapılabildiğini göstermiştir. Burjuva devletten medet ummuyorsak, bu ayrımı yapmak zorundayız. Türkiye’de Erdoğan’ın kurmak istediği rejimin eski tip monarşilere, mesela müstebit çarın krallığına özenmesi bu zorunluluğu değiştirmiyor.
Lenin cumhuriyet-monarşi ayrımındaki bu inceliği geç de olsa görmüştür. Alıntıyı hatırlatacak olursak: “burjuva devletinin tipik özelliklerini taşımayan monarşiler (sözgelimi herhangi bir askerî kliği olmayan monarşiler) olduğu gibi, bu açıdan gayet tipik özellikler taşıyan cumhuriyetler (sözgelimi bir askerî kliği ve bir bürokrasisi olan cumhuriyetler) de vardır.”
İspanya’da devrimciler bu ayrımı yapmadıkları için tökezlediler. İspanya burjuvazisi İngiltere gibi örneklerden hareketle işlerini krallıkla yürütebileceğini düşünüyordu ve bu nedenle esas partileri monarşist ve yarı monarşist partilerdi: Alfonsocular, Karlosçular ve sonradan CEDA. Cumhuriyetçi partiyse esasen küçük burjuvazinin temsilcisiydi; burjuvazinin adına burjuvaziden daha fazla düşünüyordu: Uzun vadede böyle bir rejim daha iyidir! Oysa burjuvazi uzun vade değil, özellikle de kapitalist rekabette geç kalmış ülkelerde çabuk başarı derdindedir. Dahası egemen sınıfların devletle ilişkisi çoğunlukla bir sınıf olarak değil, sınıfın parçalarından biri olarak dolayımlanıyor. Tek tek burjuvalar ya da burjuva gruplar bir bütün olarak burjuvazinin çıkarlarındansa kendi dar grup çıkarlarına odaklanıyorlar. Bütün bunlar birleştiğinde burjuvazi tıpkı 1848’de olduğu gibi cumhuriyetin düşmanıydı ve yıkılması için güçlerini seferber etmişti. Devleti modern ulus-devlet hâline getirmek için işçi sınıfının kolunu kanadını kırmak, kendi mücadelesine olan güvenini azaltmak gerekiyordu. Bunun için 1945 sonrasını beklemek gerekecekti.