David Constantine'in öyküleri

Britanyalı yazar David Constantine’in öykü kişilerinin pek çoğundaki mutsuz, kırgın, kaçak hâlin ve bu hâlin ifadesini bulduğu ses tonunun derinlerinde kendilerine dönük bir farkındalık var gibidir...

23 Kasım 2017 14:02

David Constantine’in öykülerinde geçmişte yaşanmış bir şeylerin öykü kişileri üzerinde derin bir etkisi olduğu hemen anlaşılır; bunun ipucu kimi zaman öykü kişilerinin ya da anlatıcıların kullandıkları “vaktiyle,” “bir zamanlar,” “o zamanlarda,” gibi zarflardadır, kimi zaman da öykü kişilerinin içinde bulundukları hâlden duydukları hoşnutsuzlukların tonundan çıkarırız bunu– sanki başka bir şey bekliyorlarmış da olmamış, gerçekleşmemiş, başka bir yerde olmaları gerekirken kendilerini orada buluvermişler gibi bir kırıklığı duyururlar sıklıkla. Gelgelelim geçmişte ne olup bittiği hakkında pek az şey, bazen de hiçbir şey bilmemiz mümkün olmaz; öykücü bunları bilmemizi değil, sezmemizi ister. Benzer biçimde konuşmalarının ortasından dinlemeye başladığımız iki öykü kişisinin ne hakkında konuştuklarını da tam anlamıyla kavrayamadığımız, bilemediğimiz olur. Gene de bir şeyler sezeriz, ama kesinkes öyledir ya da değildir demek çoğu zaman mümkün değildir. Belirsizlik bakidir hep.

Constantine, öykü anlayışını ve nasıl yazdığını anlattığı “Kısa Öykü ve ‘Bilmemenin Gücü’” başlıklı yazısında[1] yazmaya başlarken duyduğu “bilmeme hissi”nin iyi bir şey olduğunu belirtir zaten. Peşinden de şöyle bir çekince ekler:  

“Tabii ki bu his ne son­suza dek sür­meli ne de sizin tama­men kabi­li­yet­siz oldu­ğu­nuz fik­rine dönüş­meli – ama bir şaş­kın­lık, ya da daha ziyade bir kayıp hissi, bir metne baş­la­mak için A, B ve C Stra­te­ji­si­nin işe yara­ya­cağı inan­cına kıyasla çok daha büyük bir ola­sı­lıkla işe yara­ya­cak­tır.”

Bu cümledeki “şaşkınlık” ve “kayıp hissi” sözleri önemli. Yazarın başlarken ihtiyaç duyduğu bu hislerin benzerlerini biz de onun öykülerini okurken duyarız. Hatta öykü kişilerini de ortak edebiliriz buna. Başta belirttiğim gibi, onlar için de bir kayıp söz konusudur çok zaman, yıllar içinde bir şeyler ellerinden kayıp gitmiştir ya da elde edeceklerini sandıkları bir şeye ulaşamamışlardır. Bizim de cümleler birbirini takip ettikçe ele geçireceğimizi sandığımız kimi şeyleri öykü sona erdiğinde bulacağımızın garantisi pek yoktur.

Bir yandan da şaşkınlık duyarız Constantine’in öykülerini okurken, üstelik öyle çok da şaşırtıcı hikâyeler anlatmadığı, şaşırtmacalı kurgular yeğlemediği hâlde. Öyküde anlatılmayanlar hakkında da bir fikrimiz, daha çok da hissimiz oluşur ve bunu her seferinde başarmış olmasına şaşmamak elde değil. Yukarıda andığım yazısında, yazmaya başlarken “önünüz­deki met­nin, şim­diye kadar yaz­dı­ğınız metin­ler­den tama­men farklı olduğu düşün­ce­sin­den yola çık[ılmasını]” tavsiye eden Constantine’in Türkçede 2006’da yayımlanan Başka Bir Ülkede[2] ve geçtiğimiz günlerde yayımlanan Midland Oteli’nde Çay[3]’da yer alan öykülerine baktığımızda, bu tavsiyeye kendisinin hayli uyduğunu, öykülerin kurgu, yapı ve kişiler bakımından zengin bir çeşitlilik taşıdığını söylemek gerek. Bununla birlikte, birbirinden farklı bu öykülerdeki kimi ortak motif ve meseleye yakından bakmanın onun öykü dünyası hakkında az çok bir bilgi verebileceğini sanıyorum.

Ruhun iştiraki olmaksızın

Başka Bir Ülkede, David Constantine, Çeviri: İnci Ötügen, Metis YayıncılıkConstantine’in öykü kişilerinin pek çoğundaki mutsuz, kırgın, kaçak hâlin ve bu hâlin ifadesini bulduğu ses tonunun derinlerinde kendilerine dönük bir farkındalık var gibidir; bu farkındalığın nasıl bir şey olduğuna dair çarpıcı bir tespit “Romantik” öyküsünde şöyle ifade edilir: “[Morgan’ın] kendi gözünde yaptığı her şey hayata göz boyamaya yetecek kadar benzemekle birlikte, aslında hayat olmayan bir taklitten ibaret.” “Taklit” dendiğine göre bunun bir aslı da vardır elbette, daha doğrusu olmuştur bir zamanlar, ama geçmişte kalmıştır – bazısının geçmişinde bile olmamıştır. Bazıları için kendi geçmişlerinin taklidiyken bazıları için başkalarının hayatlarının taklididir bu. Aynı öyküde “ruhun iştiraki olmaksızın” yapılan eylemlerden de söz edildiğine göre “ruhsuz” oldukları da söylenebilir bu hâldeki öykü kişilerinin. Benzer bir örnek de “Fay” öyküsünde karşımıza çıkar; buradaki kadın da adamı “hayalet olmaktan hoşlan[makla]” suçlar.

Bu ruh kaybı meselesi “Kayıp” öyküsünün ise ana temasıdır. Bir toplantı sırasında ruhunun kendisini terk ettiğini fark eden bir iş adamı, Bay Silvermann anlatılır bu öyküde. Geçmişte olup bitmiş ya da olamamış bir şeyler David Constantine’in hemen her öykü kişisinin iç dünyasını kemirip durur, geçmişin o kişinin şimdisi üzerinde nasıl bir etkisi olduğu, neleri söküp aldığı, nelerin yerleşmesine müsaade etmediği, onu ne hâle getirdiği anlatılır, sezdirilir ya da okura sorgulatılır. Oysa “Kayıp”taki durum farklı, şimdideki solgun gölge ya da taklit-hayatın farkına varmanın sonucunda sadece o âna, şimdiye yönelik bir aydınlanma gerçekleşmez, geçmişin bütün pırıltıları (ya da pırıltılı sanılan anları) da solup söner, bu gölge şimdinin üzerine düştüğünde.

“Belki de hiçbir zaman önemi olmamıştı; içinde yaşayan bir ruh olmasa bile aynı şeyleri yapabileceğini, bu kadar yükselebileceğini, bunun zaten bir önemi olmadığının kesinkesliğini kafasında evirip çevirirken, kaybından önceki tüm yaşamı solup yok oldu, kurşun gibi ağır bir gölge bütün geçmişinin üzerine düştü.”

Bunun yanı sıra, Silvermann, kendisi gibi ruhu tarafından terk edilmiş bir benzerinin yaptıklarını duyduğunda, böylesi bir ruh kaybının farkına varmanın özyıkıma yol açtığını, açabileceğini öğrenecektir. Ruhun kişiyi terk etmesinin, ya da “Romantik”teki ifadeyle “kabuk ve suretten ibaret kalmış” olmanın bu öykünün kişilerinden Morgan’ın üzerindeki etkisiyse daha değişiktir. Her zaman yaptıklarını “yaşamayan ikizi tarafından, kabuktan ve suretten ibaret kalmış bir adam tarafından bile sevgisiz de, zevk almadan da, ruhun iştiraki olmaksızın da yapılabileceğini anlama[k]” onda “zalimce bir tatmin duygusu” yaratır. Buradaki zulmün de Morgan’ın kendisine dönük olduğu vurgulanmalı. “Başka Bir Ülkede” öyküsünde ise içimizde değişmeden kalan bir şey (ruh?) “kabuk-olmayan” olarak tanımlanır. “Gözlerimizin ardında yahut kalbimizin oralarda ya da artık her neredeyse orada bulunan şey, yani kabuğumuz olmayan her neyse o, kabuğumuz bitince biter ama geçen zaman içinde hiç ihtiyarlamaz değil mi?” Çoğu öykü kişisi yaşları ilerlediğinde kabuktan ibaret kaldıklarını hissederken, bu öyküdeki yaşlı adam kendisini sarsan bir olayın ertesinde bu kabuk-olmayan şeyin diri kalmış olduğunu fark eder.

Bu “kabuktan ibaret kalmış” olma hâli mektuplar biçiminde kaleme alınmış olan “Bir Ada” öyküsünün mektup yazarında da sezilir. Öykünün girişinde mektupların yazarının o adada çalışıp yaşamaktan ne bekleyip ne umut ettiğinden söz ettiği satırlarda ruh kaybı hemen sezilir. “Ve bir anda sahiden enikonu becerikli olduğum, burada kalmak istediğim, bir süreliğine niteliksiz işçi olarak çalışmaktan ve denize taş atımlık mesafedeki bir barakada kendi ruhuma sabırla sahip olmaktan mutluluk duyacağım duygusuna kapıldım.” Yanındakiler, yöresindekiler, adada geçirdiği aylar boyunca onun iç dünyasındaki bu hâlin pek farkına varmazlar, hatta sığındığı adanın yerleşiklerine ya da kendisi gibi geçici olarak konaklamış konuklarına çekici gelen yanları bile vardır. Mektup yazarı bir muhasebenin peşinde değildir mektuplarında, bunları hitaben yazdığı kadınla arasında ne geçtiğine hiç değinmez, adadaki hayatını, yapıp ettiklerini aktarmakla yetinir. Zaman geçtikçe mektupların tonu değişmeye başlar, kendi ruhunu elinde tutmayı başarmakta zorlandığı iyiden iyiye hissedilir.

Öykünün sonlarına doğru bu mektupların yanı sıra bir de defterler doldurduğunu öğreniriz. Mektuplarında bu defterlerden söz etmekle beraber içerikleri hakkında çok az ipucu verir: “Kendi yoksullaşmama karşı savaştığımı ve bu savaşı kaybettiğimi tekrar tekrar yazdım” der. Yoksullaşmakla ne kastettiği bir sonraki cümleden anlaşılır: “Zenginliği takdir etmekten âciz değildim, onu bütün çevremde görebiliyordum, yaşayanlar için olan bir hayatı, adamakıllı sevinçleri, adamakıllı hüzünleri, diğer insanların arasına derinlemesine kök salmış bir hayatı. Onu görmeye görebiliyordum, ama başaramıyordum.” Mektupların yazarı, Morgan’ı ve Silvermann’ı andıran bir saptama yapar bu sırada, “bir süreliğine, kendi yaşam hakkını talep eden bir adamın iyi kötü iş görecek bir taklidi oldu[ğunu]” belirtir, ama peşinden hep dize gelip teslim olmuştur. Neden böyle bir hayatı olduğunu bilemeyiz; Constantine, tek bir cümle tutuşturur bu konuda elimize: “Yegâne amaçları içimdeki hayatı öldürmek olan ayartılara ve buyruklara boyun eğerek yaşadım.” Peki, neden böyle yapmıştır? Yanıtı yoktur bunun da, daha doğrusu bilmiyor, bilemiyordur. Defterlerinde (bizim içeriğini bilemediğimiz defterlerinde) yaşam hakkını talep etmekle dize gelmek arasında sürgit devam eden döngüyü yazdığını belirtir son mektuplarından birinde, ne var ki bunun da bir faydasını görmemiştir.

Neden böyle olduğumun sırrına asla eremedim, ama nasıl olduğumu, hayatıma karşı ölümün tarafını tutan içimdeki o düzeneğin nasıl işlediğini daima çok net bir şekilde görebildim. (…) İlla da niyesini bilmeli mi insan? Nasılını bilmek yetmez mi sanki. Yetmedi işte. O düzeneği her şeyiyle kâğıda dökmekle elime geçen en büyük kazanç, duru cümleler kurmanın iç karartıcı tatmini oldu yalnızca.”  

Bir tez kanıtlama derdi olmayan öyküler

David ConstantineConstantine’in bir seçimi var burada. Hikâyesini anlattığı adamın geçmişten o güne iç dünyasındaki düzeneğin nasıl işlediğini anlattığı defterlerinden değil, adadaki günlerini nasıl geçirdiğini aktardığı mektuplarından oluşturmuş öyküsünü. Bununla birlikte, adamımız geçmişin gölgesinden büsbütün yalıtık da değildir adadayken, yalnızlığında, kaçaklığında, gündelik hayattaki kimi tercihlerinde, ama en çok da anlatının tonunda adaya buruk, kırgın, belki de yıkılmış bir hâlde geldiğini sezeriz. Oradaki mevcudiyeti, meşgul olduğu işler bu nedenle başlarda bir tür şifa arayışı gibi görünür. Ama atamadığı bazı adımlarda, uykusuz gecelerdeki boğuntularında ya da şöylesi cümlelerinde derdinin ne olduğu değilse de cesameti, yoğunluğu, derinliği kendisini duyurur: “Ve düşünüyorum – öyle dedim ya, aslında düşünmek denmez buna; şimdiden ölüler diyarında, zamanın dışında tesadüfen karşılaşan diğer hayaletlerin fısıltıları arasında bir hayalet olmak gibi daha ziyade.”

Dedim ya, turpun büyüğü defterlerinde ama onları bize açmıyor Constantine. Bu, sanırım, öykü anlayışının bir sonucu. Başta değindiğim yazıda bu anlayışı şöyle ifade edilir:

“Benim öykü­le­rim, bir açı­lış cüm­lesi ola­sı­lı­ğını yaka­la­dı­ğımı düşün­dü­ğüm ger­çek ya da hayali, belirli ve oldukça somut durum­lar­dan çıkar. (...) Bir tezi kanıt­la­mak ya da çürüt­mek, bir argü­manı des­tek­le­mek ya da yık­mak, bir düşün­ceyi ya da ide­olo­jiyi iler­let­mek ya da geri­let­mek için yaz­mam. Bu tür yazı­ları oldukça fazla yazı­yo­rum ve bunun öykü (ve şiir) yaz­ma­nın nasıl da tam zıddı bir şey oldu­ğunu bili­yo­rum. Ben bir öyküye somut bir imge, durum beni hare­kete geçir­diği, zor­la­dığı ya da rahat­sız ettiği için baş­la­rım. Ve baş­la­dı­ğımda ne yöne git­ti­ğimi bil­mem.”

“Bir Ada”daki adam, tahmin ediyorum, defterlerinde kendisine dair çeşitli tezleri kanıtlamaya, çürütmeye, bu konudaki önceki argümanlarını desteklemeye vs. çabalamıştır. Oysa mektuplarda somut şeylerden söz ediyor. Aynı biçimde defterlerde bildikleri ya da bildiğini sandıkları varken, mektuplarında bir bilememe hâli var. Öykücünün başladıktan sonra öyküsünün ne yöne gideceğini bilememesine benzer biçimde, mektupların yazarı da adada ne yapacağını bilmiyor, aldığı bazı kararlardan vazgeçmesinden de hareket ve seçimlerini baştan belirlemiş olmadığı, bunları bilerek, planlayarak yapmadığı anlaşılıyor.

Beri yandan, defterlerle mektupların içerikleri arasında yaptığım ayrım da mutlak değil. Defterler doldurduğu hâlde derinlerdeki, çok temel bir şeyleri bilme imkânı olmadığının ayırdında olduğunu gördük. Peşine düştüğü de bu nedenle içsel mekanizmalarının nasıl çalıştığı ya da kitlenip kaldığıyla sınırlı. Mektupların birinde de böylesi konulardaki muhakemelerin göreli, hatta yalan olduğuna, olabileceğine değinir:

“Mutlu olmayı beklemekten, hatta ummaktan tam ne zaman vazgeçtiğimi merak eder oldum son zamanlarda. Bu miladı giderek daha geri alıyorum; hınçla, hayatımı baştan aşağı silmek istercesine gençliğime, ta çocukluğuma götürüp dayandırıyorum onu; geçmişin üstüne salıyorum gölgemi, hayat namına sahip olduğum her şeyi karanlıkta ürpertmek üzere her seferinde daha uzun düşürüyorum onu geçmişin üstüne; işlediğimin korkunç bir yalancılık suçu olduğunu biliyorum oysa.”

Yine de yazmıştır, hem mektupları hem de defterlerdekileri. Yazmakla ne murat ettiğinin ipucu olabilecek bir cümle geçiriverir arada: “İnsanların kendilerine dair anlatıları, yalnızca yazıya döküldüğünde gerçeği andırmaya başlıyordu.” Tabii, şu nokta da önemli: burada da bilmek, öğrenmek bahsine kuşkuyla bakmak lazım geldiğini sıkıştırıyor Constantine arada. Andırmak fiili zaten gerçek olmadığını, olamadığını ele veriyor, çok çok yaklaşıyordur, onun gibidir, ama o değildir; üstüne üstlük andırmıyor bile, andırmaya başlıyor!

Mektupların yazarı, defterlerine yazdıkları hakkında da bir hayli karamsar gibidir. Düzeneğin nasıl işlediğiyle yetinemediğini itiraf ettiği gibi, düzeneğin nasıl işlediğini anlatmanın “duru cümleler kurmanın iç karartıcı tatmini”nden öte faydası olmadığının da altını çizer. Peki, bu söyledikleri sahiden de çok mu karamsar? Böyle diyerek, insanın kendisi hakkındaki düşünmesini, yazmasını sadece “duru cümleler kurmaya” mı indirgiyor? Sanmıyorum; aradaki “o düzeneğin nasıl işlediğini daima çok net bir şekilde görebildim” cümleciğini yabana atmamak gerekir. Öykünün, edebiyatın işi de biraz bu değil midir, hayatlarımızdaki haklarında pek az şey bildiğimiz mekanizmaların neden var olduklarını değil ama nasıl iş gördüklerini anlatıp bunları biraz daha net görmemize yardım etmez mi edebiyat?

Nehirler asla bir yerde duramazlar

Midland Oteli'nde Çay, David Constantine, Çeviri: Aylin Ülçer, Notos Kitap

“Bir Ada”da, David Constantine’in başka öykülerinde daha doğrudan üzerine gittiği, didikleyip kurcaladığı bir insanlık durumundan kısacık söz edilir. Aslında yukarıdan beri değindiklerimle doğrudan ilgili bir bahis bu. Ruhun insandan çekilmesinde, onu bir kabuk gibi bırakmasında nelerin etkili olduğu meselesiyle yakından ilgili. “Bir Ada”nın mektup yazarı, “adamakıllı sevinçler, adamakıllı hüzünler” yaşayamadığına değindiği sırada, “İtaatkâr bir yaşam sürdü[ğünün]” altını çizer, “Bana zarar verecek emirlere boyun eğdim. Başta Tanrı’nın ve keşişlerin emirleriydi bunlar, onlardan kurtulmayı başardığımda ise kendime önlerinde eğileceğim daha da zalim, öte yandan bir o kadar da saçma sapan ve en nihayetinde daha çılgın diktatörler yarattım.”

Bu itaat konusuna bir biçimde değinilen öykülere birkaç örnek: “Teke”deki Rahip’i o âna dek kendisini sınırlamış olan ve itaat edegeldiği her şeyi terk etmeyi seçmesine neden olacak deneyimiyle tanırız. “Charis”in anlatıcısı Zoë, intihar etmiş kız kardeşi Charis’e seslendiği öyküde ailelerindeki köle-efendi ilişkisinden sahneler anlatır. Pek de sevmediği erkek kardeşinin bir fotoğrafına baktığında, “köşeye sıkıştırılmış böcekler gibi, her an ayaklar altında ezilmeyi beklercesine dünyaya bakan” gözleri seçtiğini söyledikten sonra bu gözlerin ailelerinin alametifarikası olduğunu ekler. “Su Bendinin ve Yolun Yamacındaki Ev”de yıllardır beraber yaşayan iki sevgiliden Odile’in zalim bir yanı vardır, sevgilisini üzmekten, kaygılandırmaktan, bazen de hor görmekten zevk alıyordur, Sabela ise onu “çaresizce” seviyordur. “Sonraki Yaşam”ın anlatıcısının sevgilisinden kendisine azap çektirecek şeyler anlatmasını istemesini de bu bahisten sayabiliriz. “Fare ile Ayı”daki yaşlı kadının mütehakkim tavırlarını ya da “Fay”daki kadının kendisini sevdiğini söyleyen adamın “gözlerinde görüp görebileceği yegâne şeyin bir zorbalık taslama çabası olduğunu, o bakışlarda ne imdat çığlığından ne de sevgi uğruna bir yakarıştan en ufak bir eser olduğunu fark et[mesini]” de…

Bu bahsi yine Constantine’in öykülerinde sıkça rastladığımız bir başka motifle de ilişkilendirmek mümkün. Pek çok öyküsünde nehirler var Constantine’in ve bunların üzerlerinde inşa edilmiş su bendlerinden bir vesileyle söz ediliyor. Öykü isimlerinin bazıları da bunu ele veriyor. “Haliç,” “Barajla Dip Dibe,” “Su Bendinin ve Yolun Yamacındaki Ev.” Sadece bunlarda değil, öbür öykülerin çoğunda da nehirler önemli yer tutuyor. “Charis”te Zoë kız kardeşinin şelalelere bakmak için nehirden yukarı gidip geldiği günü hatırlatırken, “Dağların arasından çıkıp aşağı dökülen o nehrin kıvrımlarını izleyerek yukarı tırmanırken nehrin bedenini ve ruhunu meydana getiren her şeyi taşıyordun içinde” der. Charis’in kendisi o gün Zoë’ye şelalelerin altındayken ettiği duayı itiraf etmiştir. Nehirle bir olmak istemiştir duasında. “Sularından bir avuç alıp dudaklarına götürmekle (…) o sulara karışıp aşağılara akma olanağı veril[mesini], cılız bedenin[in] bundan temelli sevginin ve sevincin elçisi ve taşıyıcısı kılın[masını]” dilemiştir. Nehir onun için bu anlama gelmektedir. “Romantik”te de Ruth, Morgan için, “Bu adam nehir” der, “üstündeki koku nehrin kokusundan başkası değil, suyun dibindeki çamurun kokusu bu, o yüzden asla bir yerde duramıyor, nehirler asla bir yerde duramazlar da ondan.”

Çağıldayan, dur durak bilmeksizin akan nehirlerin denize döküldüğü yerlerden söz etmeyi de seviyor Constantine öykülerinde, “Haliç”te ve “Bir Ada”da mesela nehirlerin denize döküldüğü yerlerin, buralarda oluşan gelgitlerin ayrı bir yeri ve önemi var. “Haliç”te Frances, nehrin tehditkâr olduğunu düşünür, “kendisinin gençliğinde ve orta yaşında yaptığından bin kat fazla bir azimle” yöneldiği bir amacı var gibi gelir ona. Kendisini dışarıdan “minnacık” görür nehri düşünürken. Kendisini minnacık görmesinin nedenini Elizabeth’e yazdığı satırlardan öğreniriz daha sonra: “Hayat çok zor. Daha başından asılmanız, bunu sürdürmeniz ve ne elde ettiyseniz ona sımsıkı sarılıp başından sonuna kadar sahip çıkmanız gerek. Çok ama çok zor. Ben beceremedim.” Suların gelgitle çekildiğinde nehrin ağzında oluşan halicin kumsalında yürüyüş yaparken, nehrin orada “suyun içinde su ama bir akıntı gibi ayrı, kendi koca gölünün rahatlığı içinde, amacına doğru kararlılıkla ilerleyen gözle görülür bir hayalet” olduğunu düşünür. Orada “hiçbir şey yerinde durm[uyordur,] (…) Karşılıklı hareketler dışında sabit olan bir şey yoktu[r]. Elementler arasındaki etkileşim, sonsuz alışveriş sürerken her şeyin durumu değişiyordu[r]. ‘Darmadağın oluyorum,’ de[r] yüksek sesle, bunun üzüntüye mi yoksa rahatlamaya mı yol açtığını ise bileme[z].”

Constantine’in öykü kişilerine nehirlerin akışında ya da haliçlerdeki medcezirlerde hem cazip hem ürkütücü gelen sürekli hareket hâli değildir yalnızca, sınırlar belirsizleşirken (nehir nerede bitiyor, deniz nerede başlıyor?) zemin de kayıveriyordur suların çekilmesiyle. Kendi ruh durumlarındaki gelgiti, belirsizliği besleyen ve dindiren bir etkisi olduğundan söz edilebilir sanırım. Bunlardan da önemlisi, nehirlerde, sularda, su bentlerinde, barajlarda öykü kişilerini yüzleşmeye çağıran bir yan var. Belki bir zamanlardaki gibi akamadıkları, belki kendi su bentlerini kendilerinin inşa ettikleri gerçeğiyle yüzleşmelerini ya da başkalarının ne yapıp edip onların çağıltısını kesmeye ve onları itaat ettirmeye çalıştığını fark etmelerini sağlayan bir şeyler.

Yüzlerde yansıyan yüzler

David Constantine’in öykülerinde sözü bir biçimde getirmeyi sevdiği motiflerden biri de yüzler ve yüzlerin başka yüzlerdeki yansıması. Yüz, sadece kafamızın ön tarafı değildir, üzerindeki organlarla birlikte bir bütün olarak karşımızdakine, biz sessiz de kalsak, bir şeyler ifade eder yüzümüz, mimiklerle, gayriihtiyari genişleyen burun delikleri, büyüyen gözler, titreşen ağızlarla konuşur, içimizde olan bitenin bir kısmını dışımıza yansıtır. Yüzün bu nedenle mahrem bir yanı olduğu düşünülebilir, özellikle kişi sessizliği, yalnızlığı seçmiş, içine kapanmışsa – Constantine’in çoğu öykü kahramanı böyledir. Bu mahremliğin en bariz ifadesi “Bir Paris Hikâyesi”nde Frances’ten gelir. Parkta sızıp kalmış sarhoşa baktığında, “Böyle sırtüstü, yüzünü bütün dünyaya göstererek nasıl yatabiliyordu” diye düşünür. Yüz yüze gelmek, bakışmak özel bir temas, bazen farklı bir iletişimdir öykü kişileri arasında – bazen de aynaya baktıklarında tabii ki. Birkaç örnek daha verilebilir: “Gözlerinde kendimi görmeye dayanamazdım.” (“Sonraki Yaşam”) “Yaşlanmayı fiilen görebilecek kadar uzun süre bir aynada kendisine bakmış kimse var mıdır?” (“Hava İnceliğinde”) “Bir Ada”nın mektup yazarı kaldığı yerin camında bir yüz görünce bir anlığına, ona “bir ömür gibi gelen bir anlığına,” bir aynaya baktığı, gördüğünün de kendi yüzü olduğu hissine kapılır. “Sığınma Evi”nin anlatıcısı olan doktor, hastalarından Rema’nın yüzüne ayna tutarak gördüklerini anlatmasını ister, bir başka hastası Madeleine ise yüzünü keser kriz geçirdiğinde. “Su Bendinin ve Yolun Yamacındaki Ev”de Odile, sevgilisi Sabela’yı sadece ve sadece Beatrice’in “yüzündeki o hayretin aynasından dinl[er]” ve yine Beatrice’in “yüzündeki bakış nedeniyle Sabela’yı da nazarı dikkate almak zorunda kal[ır.]”

David Constantine’nin öykü kişilerinin çoğu içe kapanmaya yatkın kişiler olsalar da özellikle özel bir yakınlık duydukları insanların karşısında çok sessiz değiller. Karşı karşıya gelip konuştuklarında aralarındaki (ya da kendilerindeki) meselenin ne olduğunu tam olarak bilemememiz konuşmamalarından değil. Constantine bazen anlatıcıyı da çekiyor aradan, sadece diyalogları okuyoruz ya da en fazla “dedi” diyerek kimin konuştuğunu işaret etmekle yetiniyor anlatıcı. Öyle ki, bazen diyalogları aktarırken yeni paragrafa geçmediği gibi tırnak içerisine de almıyor söylenenleri. Bir önceki konuşanın cümlesinin bittiği satırdan devam ediyor öbürünün sözleri, araya sadece tireler konmuş oluyor. Bunu bile yapmadığı öyküleri var Constantine’in; yine de birinin cümlesinin nerede bitip öbürünün cümlesinin nerede başladığını kavramak zor değil, belki biraz dikkat istiyor sadece. Ama Constantine’in bu tarzdaki diyalogları metni zorlaştırmak, okurun dikkatini yoklamak ya da onu daha dikkatli okumaya zorlamak için yeğlediğini sanmıyorum. Konuşmanın akışını da hissedebiliyoruz böylelikle, birinin cümlesi biter bitmez öbürünün onun kaldığı yerden sözü devraldığı bir diyalog olduğunu seziyoruz aktarılanın, ama daha da önemlisi bu kişiler konuşurken yüz yüzeler, arada sussalar bile yüzleri bir şeyler ifade etmeyi sürdürüyor olmalı. Karşı karşıya konmuş iki ayna gibi birbirlerini yansıttıklarını da unutmamak lazım. Belki bir yandan da hangi cümleyi kimin söylediğinin pek önemi olmayabileceğini hatırda tutmamızı istiyor Constantine, hatta söylenenlerin de ne kadar önemi olabilir ki, diye soruyor. Söylenenlerin ötesine bakmaya, odaklanmaya çağırıyor bizi.

 

 

 

[2] Başka Bir Ülkede, çev: İnci Ötügen, Metis Yayınları, 2006, 212 s.
[3] Midland Oteli’nde Çay, çev: Aylin Ülçer, Notos Kitap, 2017, 343 s.