Gaye Boralıoğlu'nun 9 Mart günü okurla buluşacak olan yeni romanı Dünyadan Aşağı'dan tadımlık bir bölüm K24 sayfalarında...
Önümde uzanan ve güçlükle bir hizaya sokulmuş, upuzun, huzursuz bir kırkayağa benzeyen kuyruğa bakıyorum. Güneş yanığı mı, kömür karası mı olduğu anlaşılmayan lekelerle kaplı yüzler geçiyor sıra sıra. En çok çocuklar var; küçükler ve aileleri yok. Gözleri elimdeki ekmekte, sıralarını kaptırmamak için birbirlerini itiyorlar. Pantolonları iple tutturulmuş, ayakkabıları ya var ya yok. Anlamlı kelimeler duyulmuyor ağızlarından; garip heceler ve bazen canları acıyormuş gibi haykırışlar. Hayatları boyunca hiç mutlu olmamış gibi gülümsüyorlar ya da bana öyle geliyor. Alnımdan düşen ter damlası kirpiklerime takılıyor, böylece görüntü bulutlanıyor. Şimdi bulutların arkasında onlarca çocuk ve genç kadın ve kucaklarında çocuklarıyla genç kadınlar düşecekmiş gibi salınıyorlar ama düşmüyorlar. Sanki varoluşları böyle, düşecekmiş gibi. Erkeklerin öldüğü bir savaşın kalanlarına benziyor manzara.
Birer birer ekmek tutuşturuyorum ellerine. Bir an önce arkadakine sıra gelsin diye teşekkür etmiyorlar ve hemen bir parça koparıp yemeğe başlıyor bazıları. Bazıları da koltuğunun altına sıkıştırıp hızlıca uzaklaşıyor oradan. Bir sonrakine sıra geliyor.
Ekmekler yeni fırından çıktığından sıcaktı ve hava zaten sıcaktı o yüzden dağıtım zor oluyordu, şimdi ekmekler soğudu, yine de dağıtmak kolay değil. En fenası burası oldu, memleketin dört ucundan sağ altta olanı. Çünkü çok fakirler, mutlu olmaları bir ekmeğe bağlı değil, yokları çok. Sol üst köşede ekmekleri almışlardı çingeneler ve sonra hemen göbek atmaya başlamışlardı. Kızlar ve erkekler bir aradaydı, birbirleriyle itişiyorlardı, gülüşüyorlardı sahiden. Ayakkabıları vardı, elbiseleri vardı fırfırlı, başlarında yemenileri vardı. Sağır birine laf anlatıyor gibi yüksek sesle konuşuyorlardı, muhtemelen haklıydılar da, dünya onlara sağırdı çünkü. Aralarından biri çok güzeldi. Esasında hepsi güzeldi, bazıları daha güzeldi ama biri en güzeldi. Çok gençti tabii, çocuktu belki, başka bir şey düşünmedim o yüzden de. Yani niyetlenmedim, gelip beni öptüğünde bile. Yanağımdan yani. Ama gülümsedim. O öpücük orada kalsın diye avucumu yanağıma bastırdım.
Sağ üst köşedekiler de buradan daha iyi görünüyordu. Yıkıldı yıkılacak gibi duran evlerin çevrelediği köy meydanında toplandılar ve sıra olmayı istemediler, başaramadılar ama yine de ekmeklerini teker teker aldılar. Elleri kirli ve tozluydu, çocukların gözleri siyah ve iriydi ama büyüklerin gözleri iri değildi, küçülüyor mu acaba büyüdükçe diye düşündüm, sonra kendi kendime güldüm. Kadınlar şişmandı ve erkeklerden daha çoktular, eteklerinde çocuklar vardı, kucaklarında da. Çocuklar düşüp kalkıyordu hep. Ekmeğin yanında katık istediler, yok dedim, bu hayrat, babamın ruhu için dua edin, adı Selim Aydın dedim. Ederiz dediler, ben bir daha Selim Aydın diye vurguladım ki, dualar yanlış yere gitmesin, ama dua edecekler mi bilmiyorum, gözlerinden anlaşılmıyor doğru söyleyip söylemedikleri. Zaten söylemiyorlar da kafa sallıyorlar çoğunlukla. Bir garipler, yer altından gelmiş ve yer altına gidecekmiş gibiler, o köy de sadece bugün için varmış, yarın olmayacakmış gibi. Ama yine de görevimi yapıyorum ben, memleketin dört köşesinde, sağ üst, sol alt, sağ alt, sol üst ekmek dağıtıyorum ve dağıttıkça hafifliyorum, sonra yine ağırlaşmazsam iyi.
Ekmekler bitse diye bakıyorum, bir kerede şöyle fırlatıp atsam ya da ortalarına bıraksam kasayla ve onlar alsalar, ben de buradan gitsem... Çok sıcak çünkü, gözüm görmüyor sıcaktan beynim uyuşuyor ve kelimeler birbirine giriyor. Zaten kelimelerle düşünmüyorum da bulutlarla düşünüyorum sanki, kafamın içinde muhtelif büyüklüklerde ve yoğunluklarda bulutlar var, içleri düşüncelerle dolu.
Mesela bir balonda yalnızlığım var. Ne olacak böyle? Erken yaşta tek başıma kaldım ve dönüp de gidebileceğim, sığınacağım kimsem yok, nasıl edineceğim onu bu yaştan sonra? Bazen ekmek kesmek bile içimden gelmiyor, fırından ekmek almak istemiyorum, devamlı lokantada yemek yemekten bıktım, evde biri bana yemek yapsın istiyorum, yemek yapsın ve sonra yanımda yatsın. Kalksın çamaşırları yıkasın, assın iplere birer birer, mandalla tuttursun, beyaz beyaz dizilsin onlar balkonda ya da bir köşede işte. Seyredeyim ben onu televizyon seyrederken bir yandan da. Kahve yapsın, sağ olsun, karşılıklı höpürdeterek içelim. Rakı da içelim bir parça kavun peynirle, kadeh tokuşturalım; her gün olmasa da arada sırada. Sevişelim konuşmadan, yan yana yatalım, el ele yatalım kalkalım, yatalım kalkalım. Bugün gözlerinde birazcık kızarıklık var, bugün erken mi uyandın, bugün canında bir sıkkınlık seziyorum, bugün parlıyorsun, bakışların tatlı tatlı, bugün saçların dağınık, bugün rengin soluk, bugün suskunsun... O kadar hassasız yani. Hoş geldin sevgilim, güle güle sevgilim, ne zaman geleceksin sevgilim, erken gel sevgilim, bir sürprizim var sevgilim, çok güzel bir sürpriz. Seni düşündüm, rüyamda gördüm çünkü dün akşam, o kadar seviyorum seni.
Çok uzakta kalmış, sesi duyulmayan sözcükler işte bunlar.