Diyalogsuz toplumda entelektüel ve yobaz

Kutsal kitaplar, geleneksel aktarımlar, manipülasyonlar; kadınlık ve erkeklik bilgileri, “iyilik-kötülük,” “namus,” “ahlak” kavramları, insanın uygarlaşma serüveninin çıkmazları karşısında yobazı anlama çabası: Deccal İncili...

15 Mart 2018 14:03

Şair, öykücü, akademisyen Fırat Caner'in Deccal İncili adlı kitabı Heyamola Yayınları'ndan çıktı. Yaşadığımız siyasî ve toplumsal ortamın, Türkiye'de giderek artan kamplaşma ve ötekileştirmenin kaygı verici boyutu düşünüldüğünde, entelektüelin güçlü bir savunması gibi algılanabilecek bu kısa söyleti, aslında insanın bir öteki ürettiği her çağda her toplumda rastlanabilecek kanaatleri, zihin durumlarını ve davranışları yobazlığın alanına girdikleri noktada tartışmaya açarak görünür kılıyor. “Tanrı”, “insan” ve “şeytan” tasarımlarını üreten kutsal kitaplar, onların yorumları, geleneksel aktarımlar, manipülasyonlar; kadınlık ve erkeklik bilgileri, “iyilik-kötülük”, “namus”, “ahlak” kavramları, insanın uygarlaşma serüveninin çıkmazları karşısında yobazı zihinsel olarak, entelektüel bir çabayla anlamaya çalışan Fırat Caner'le kitap hakkında konuştuk.

Yobaz için felsefede, sosyolojide öne çıkmış tanımlar, kaynaklar var mı? Sen yobazı nasıl tanımlıyorsun? Bu tanımın kaynaklardaki tanımlarla ilişkisi ya da farkı nedir? Yobaz bir toplumsal tip olabilir mi? Görülebilir bir imaj halinde ise, onu betimleme şansımız var mı? Yoksa bu tür yaklaşımların hepsi yobazca mı olur?

Ahmet Vefik Paşa’nın Lügat-ı Osmanî’sinde "iri, kaba saba, kuvvetli adam, köylü, cahil, kaba sofu" anlamına geldiği söyleniyor “yobaz”ın. Lehce-i Osmanî’sinde “iri, zıpır adam, köylü, yaramaz”. Türk Dil Kurumu üç anlam içeriği veriyor “yobaz” için: 1. Dinde bağnazlığı aşırılığa vardıran, başkalarına baskı yapmaya yönelen (kimse) 2. Bir düşünceye, bir inanca aşırı ölçüde bağlı olan (kimse) 3. Kaba saba, incelikten anlamayan (kimse). Günümüzde genellikle gericilikle ve fanatizmle ilişkilendirilerek kullanılsa da, sözcük en kaba hâliyle belirli bir fikri benimsemiş, aynı konudaki diğer fikirlerin haklılık payı olabileceğini daha onları öğrenmeden reddetmiş, kendine benzemeyenlerle özdeşlik kurmak istemeyen ve kuramayan, onların kendisiyle eşit haklara sahip olmamasını isteyen hasetli bir tipi anlatıyor. Yobazın odak noktası kendi haklılık payından ziyade başkalarının haksız, yanlış, kötü, ahlaksız oluşu… Bazı sosyologlar yobazlıkla bağnazlığı birbirinden ayırıp yobazlığı dinle ilgili çerçeve içine hapseder; diğer meseleleri bağnazlık/taassup kavramları ile ele alır. Felsefe -bildiğim- kadarıyla böyle bir ayrım yapmıyor. Benim birden çok “yobaz” tanımım var. Örneğin dilbilime atıfla bir tanım yaparsam, yobaz metonimiyle düşünen, oksimoronla konuşan insandır. Felsefeye atıfla bir tanım yaparsam, akıl tutulması deneyimini kültüre dönüştürmüş insan olduğunu söylerim. Sosyolojiye atıf yaparsam, bana göre dini, ideolojik, politik ve benzeri herhangi bir cemaatin her edilgen -pasif demiyorum- mensubu yobazdır. Psikolojiye atıf yaparsam, bir toplumun üyesi olmak için kendisi olmaktan vazgeçmiş olanların o toplumun içine doğmuş ve Freud’un “uygarlığın huzursuzluğu” dediği duygunun içinde debelenen, mutsuz torunları arasında her kim hasetliyse o yobazdır, derim. Dolayısıyla bir toplumsal tipten değil toplumsallaşmış bir psikolojik örgütlenmeden söz etmek istiyorum. Kültüre dönüşmüş hasetten, haset kültüründen yani. Dolayısıyla yobaz her an kendine benzemeyenleri betimleyen ve sürekli kılık değiştiren bir Binbir Surat benim hayâl dünyamda.

Yobazı bir “öteki” olarak anlamak ve onu metinselleştirmek fikri nasıl belirdi? Deccal İncili’nin hikâyesi nedir?

Deccal İncili, Fırat Caner, Heyamola YayınlarıYobazın benim ötekim oluşu, içine doğduğum kültürle ilgili… Cehaletin mutluluk, itaatin rahatla ilişkilendirildiği bir söylem alanının içine doğar ve iyi, sorgulayıcı bir eğitim alırsanız, yobazla kurduğunuz duygusal bağın hasetli bir yönü mutlaka olur. “Uygar” bir insan olarak bu hasetli itkiyle başa çıkabilirsiniz fakat bununla başa çıkması enetelektüel bakımdan size kıyasla daha zor olan yobaz, hiçbir sebeple olmasa sorgulayıcı olduğunuz için sizi ötekileştirmeye meyleder. Ötekileştirildiğiniz, bir ötekiye dönüştüğünüz an, sizi ötekileştiren de sizin ötekiniz olur. Bir cemaate girerek değil bir cemaatin ötekilerince o cemaatin imgesiyle özdeşleştirilerek ötekileşme ve ötekileşerek özne hâline gelme… İşte bu durumda ötekinizi “öteki” olarak anlamaya kalkarsanız bir kısır döngünün parçası, bir savaşçı olursunuz. Ben savaşla savaşmak taraftarı değilim. Oksimoronik şeylerden hoşlanmıyorum. Yapmak istediğim, beni ötekileştirenle entelektüel bir bağ kurmak. Onu, başkalarını ötekileştiren bir duruma getiren zihinsel işleyişi çözmek… Bunun tek yolu, duygusal olmayan bir özdeşleşme…

Deccal İncili’nin tohumu doktora yaptığım yıllarda düştü toprağa. Bahtin ve çokseslilik hakkında okumalar yaptığım, demokrasi ve bir edebiyat metninin demokratikliği üzerine düşündüğüm bir dönemde. Tartışma kültürünün yokluğunda diyalogun anlamsız olacağı kanaatine vardığım, herkesin “Artık söyleyecek sözüm kalmadı” diyene dek söz hakkı sahibi olması gerektiğine inandığım, atıflarla, eleştirilerle ve cevaplarla ilerleyen monoloğu, dolayısıyla akademik kültürü diyaloga tercih etmeye başladığım, meritokrasinin demokrasiden daha iyi bir yönetim şekli olabileceği zannına kapıldığım yıllarda. Kamplaşma merkezli bir kurmaca yazmayı ve onu monologlarla inşa etmeyi düşünmüş fakat kamplara karar verememiştim. Nihayetinde kararı benim yerime yobazlar verdi. Onlar ben bu metni yazma kararı aldığımdan beri ne tür bir kamplaşma yarattılarsa onu yazdım. Deccal İncili, marjinal olmayan marjinallerle yobaz olmayan yobazları bir araya -karşı karşıya değil- getirdi.

Deccal İncili’nin kurmaca editörü Selim Tanır tarafından yazılmış önsözünde kitabın niyetiyle ilgili olarak vaat edilenle kitabın üslubu arasında açık bir çelişki var. Önsözde yobazı anlama çabası, onunla entelektüel/zihinsel bir iletişim kurulacağı yazıyor ancak metnin üslubu ironik, mizahi, komikleştiren bir üslup. Bu da ötekileştirmenin sürdüğünü düşündürüyor. Yobazı anlama çabası mizah dışında gerçekleşemez mi?

Bu sorunun pek sade bir yanıtı var. Metnin anlatıcıları göstermiyor o çabayı. Metni yazan kişi, onu temsil eden örtük yazar ve kendini ilk kez Hayıflanma’da göstermiş olan kurmaca editör gösteriyor. Beklentim, okurun bu “yobaz” anlatıcıların sözünü sonuna dek okuması ve onlarla aynı zihinsel teması yaşaması yönünde… Nihayetinde bir olası dünya söz konusu ve gerçek dünyada olduğu gibi orada da anlatıcılar yobaz. Şaka yollu söyleyecek olursam, yobaz olmasalar Selim Tanır gibi bir editör ya da Deccal İncili’nin örtük yazarı gibi metnin sıfır derecesine erişmek isteyen, susan bir kişi olurlardı, derim. Kısaca, anlatıcılar değil birbirini anlamaya çalışan. “Ben” onların temsil ettiği cemaatleri anlamaya çalışıyorum. Dolayısıyla önsözdeki bakış açısıyla anlatıcıların bakış açısının ve söyleminin çelişmesi çok normal. Nihayetinde -gerçek dünyada olduğu gibi- farklı kutupları temsil eden iki anlatıcı, kadınlar söz konusu olduğunda birbirlerinden hiç de farklı değiller dikkat edilirse. Farklı kutuplar sadece çatışmıyor, örtüşüyorlar da… İnsanı insan yapan şey de bu galiba: Çelişki… Sorunun son aşamasına gelirsek: Deccal İncili’nde, yazarı veya bir başkasını temsil eden tekil bir anlatıcı yok. Bu durum, metnin kendisinin herhangi bir kişiyi veya grubu ötekileştirmesini imkânsız kılıyor. Anlatıcıların birbirlerinin temsil ettiği kitleleri ötekileştirmekte kullandığı tekniğin mizah olması ise bilinçli bir tercih… Çünkü diğer tekniklerin hepsi mizaha kıyasla daha fazla şiddet içerir. İnsanların bazı kitapları öldürülme korkusuyla tercüme edemediği, yayımlayamadığı bir dünyada yaşıyoruz hâlâ… Şeffaflığın tahakküm ettiği bir çağda… Mizah elimizde kalan son muğlaklık teknolojisi gibi geliyor bana. Umarım yanılıyorumdur. Umarım her konuda yanılıyorumdur.  

Metinde anlatıcı unsuru belli bir okur tipi için zorlayıcı olabilir. Kaç anlatıcı var? Bu anlatıcıların söylediklerini yazarın niyeti bağlamında değerlendirdiğimizde metne mutlak bir ironi gözüyle mi bakmalıyız?

İki ana anlatıcı ve sayısı belirsiz -sahiden belirsiz zira bazı fragmanların anlatıcıları aynı kişiler de olabilir- yan anlatıcılar. Fakat kitabın üzerine inşa edildiği bakış açısıyla düşünürsek bunların hepsi aynı kişi, aynı anlatıcıdır: İnsan. İnsan insanın Şeytan’ı, Deccal’i, yobazı ne de olsa… Dolayısıyla tespitin çok çok yerinde. Metni kim, hangi bakış açısıyla okursa okusun, ancak sezgilerini kullanarak ilişkiye girebileceği “bütün” mutlak bir ironiye varır. İngilizlerin “humour” dediği şeyi tetikleyecek bir ironiye… Hiç değilse öyle umuyorum.

Fırat Caner

Fragmantal bir yapının, serbest çağrışım ve bilinçakışı tekniklerini zaman zaman belli bir ölçüde kullanmanın böyle bir konuyu işlemeye katkısı ne oldu?

Bu sorunun yanıtı kitaptaki 13. dipnotta saklı: “Kitap, özel bir ilişkiye -insanın belirli bir uzamını görünür kılan, nesneleştiren- adanmış bir not defteri. İnsanın adanmışlığına ihanet edebildiği, yine de onu sürdürdüğü, ona döndüğü. Mademki her şey yarım, o da yarım kalmalı; içinde birçok yarımlık barındırmalı. Ama insan onunla karşılaştığında belli belirsiz bir bütünlük duygusuna -bütünlüğe değil- kapılmalı, ayrıntılarını bilmediği, vakıf olamadığı, buna rağmen varlığını sezdiği bir bütünlük... Bir insanın dille çarpışmasından doğan…” Aslına bakarsan kitapla ilgili sorulabilecek pek çok sorunun cevabını kitabın içine gizlemeye çalıştım. Bu çabam kaçınılmaz olarak güdük bir sonuç verdi. Ama bu örnekte olduğu gibi, işe yaradığı durumlar da oluyor.

Pek çok metinlerarası gönderme var. Goethe’nin Faust’u ise tüm metni kuşatıyor. Faust dünya edebiyatının dev yapıtlarından biri ve hakkında çok yaratıcı okumalar var. Marshall Berman’ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’da ya da Franco Moretti’nin Modern Epik’te yaptıkları, örneklerden sadece ikisi. Deccal İncili’nde pek çok şeyi, özellikle kadın erkek ilişkilerine bakışları Faust’la ilişkilendirerek veriyorsun. Yapıtın için bir kaynak metin olduğundan merak ettim, mevcut okumalardan farklı bir Faust okuman var mı?

Faust’u ilk kez, ortaokul yıllarımda okumayı denedim. O ilk okuma gözlerin satırlar üzerinde ilerlemesi ve zihnin metni seslendirmesinden ibaretti. Çok sıkılmıştım: “Bu muymuş meşhur Faust?” Sonra, lise son sınıftayken, Türkçe öğretmenin Can Soytemiz bir kitap hediye etti bana: Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor. Düşünüyorum da… Deccal İncili’ni yazdıysam bu sayede. Edebiyat sahasında çalışan bir akademisyen olduysam bu sayede… Ben okumayı Marshall Berman’dan öğrendim.  Onun kılavuzluğundan sonra Faust’u yeniden okuduğumda, neden şaheser olarak görüldüğünü anladım. Aslında bir “anlama” değil bir “sarsılma”, bir “darmadağın” olma”ydı söz konusu olan. Byung-Chul Han hayatıma girene kadar içine doğduğum dünyayı hep Faust üzerinden okudum. Faust üzerine pek çok şey okudum ama hiçbiri benim zihnime Berman’ın analizi kadar nüfuz etmemiştir.

Faust’u, Turgut Uyar’ın “tel canbazı”na benzetiyorum. Farklı bir Faust okumam var mı? Zannedersem hiçbir konuda mevcut okumaların dışında, farklı bir okumam yok. Firdevsî ve Shakespeare’in ortak paydası: Ortada söylenecek yeni bir söz, anlatılacak yeni bir hikâye yok. Ben, kendi hisseme düşen tepkiyi veriyorum.

Anlatıcı; şeytan, insan, yazar, dil olabiliyor. Şeytan savunmasını yapıyor ki zaman zaman oldukça haklı. Ancak kadının nesnelerle, parayla ilişkisini kurarken, kadın cinselliğinin, bekaretinin erkeği avlamak konusundaki ekonomipolitiğini eleştirirken kadının mağduriyetini görmezden geliyor. “Şeytan bir kadın düşmanı mıydı?” diye soruyor anlatıcı. Kadın, erkeği çok eşlilikten aldı, kendine bağladı, erkekle işi bitince de onu kaldırıp attı. Belli bir kadın tipi çiziyor, kadınlar önünde sonunda bir Gretchen oluyor, Gretchen şeytana göre “bir kaltak”. Üstelik neredeyse tüm değerli şeyleri, -bilim, felsefe, sanat gibi- erkeğin (Faust'un) ürettiğini söylüyor ve “Gretchen'in a.. var” diyerek kadının bir şey yapmadan, yaşamdan konforlu bir pay aldığını ima ediyor. Feminist teori yüz yılı aşkın zamandır bu tür genellemeleri aşmaya çalışıyor malum. Şeytan, metnin kısmen haklı anlatıcılarından biri ise, onun kadına dair bu görüşleri nasıl okunmalı?

Metnin örtük yazarının -her ne kadar yazının sıfır derecesine erişmeye çabalıyor ise de- anlatıcı karakterlerle kurduğu gerçekçi ilişkinin bir uzantısı bu. Her iki anlatıcının haklı ve haksız oldukları konular var. Çeşitli konularda birbirlerinden farklı düşünebildikleri gibi, çeşitli konularda hemfikir olabiliyorlar. Günümüzün pek çok yarı entelektüelinin açmazı da bu değil mi zaten? Bakıyorsun adam çevreci ama maço. Hayvan hakları için mücadele veriyor ama insanlara yönelik şiddet göstermekte sakınca görmüyor. Feminist ama seçkinci. Bütün zihinsel kirini temizleyebilmiş bir entelektüel mümkün müdür, bilmiyorum. Benim anlatıcılarım entelektüel bile değiller üstelik. Onlar yobaz. Belirli akıl yürütme stratejilerine ve bilgi birikimine sahip olmaları onların bu vasfını/vasıfsızlığını değiştirmiyor. Haklı oldukları konular var ve retoriğin hem meşru hem de gayrı meşru tekniklerini kullanarak bunları öne çıkartıyor, haklı savunmalarını haksız saldırılara dönüştürüyorlar. Gerçek hayatta olduğu gibi... Kendi kitabımı inceleyecek olsaydım Aristoteles’in Retorik’inde ele aldığı teknikler bakımından analiz ederdim galiba.

Edebiyattan öğrendiğim şeylerden belki de en önemlisi: Güçlü bir retorikle ikna edici bir şekilde savunulamayacak hiçbir fikir yoktur. Hele ki sıradan zihinler karşısında... Tam da bu yüzden sürekli tetikte olmak gerek... Özneleri değil fikirleri ötekileştirmek için... Şeytan’ı değil onun cinsiyetçiliğini odağa koymuş olman, Deccal İncili’nin seninle doğru düzgün bir iletişim kurmayı başardığı anlamına geliyor.

 

Kimi bölümlerde dili bir anlatıcı olarak hissetmek beni çok heyecanlandırdı çünkü temelde tüm metinlerin anlatıcısı dildir ama eleştirel düşüncenin dili çözümlemekle, dilin bireysel ve toplumsal arızanın maskesi olduğunu anlamakla başlaması gibi, kutsal metinlerin, kurmacanın, bir anlatı kişisi olarak şeytanın dille ilişkisini kavramak çok kıymetli. Şeytan ya da dil, kitabın muhatabına okumalar öneriyor sürekli. Birazcık Foucault okuyun, biraz kuantum okuyun, Cioran okuyun falan... Kolektif zihin, dil, düşünce, toplum, devrim, değişim kavramları bu çerçevede yorumlanıp metnin mizahi-eleştirel atmosferine katılırken umutsuz bir tavır da öne çıkıyor. Uygarlığın Huzursuzluğu ki senin çalıştığın bir yapıttır, modern hayatın çıkmazları, kapitalizmin zorunlulukları mı diyelim... devrim ve değişim konusunda umudu nerede görüyorsun?

Wittgenstein’ın meşhur önermesini bilirsin: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” Ben bu önermeyi sorunlu buluyorum. Öncelikle dile sınır atfetmesi bakımından... Dil kendi kendini durmaksızın yapısökümüne uğratır. Üstelik, göstergeler kültürel bir gövde olarak dilin mevcut olmadığı durumlarda da anlamlı bir iletinin taşıyıcısı olabilir. Dil, kültürel bir gövdeye dönüştüğü andan itibaren bir hiyerarşi inşa aracı hâline gelir. Benzetmeleri ele alalım: Her benzetme, benzeyenle benzetilen arasında bir hiyerarşi kurar. Benzetme yönü dediğimiz şey tam da bu sebeple ideolojiktir ve saydam bir söylem üretme aygıtıdır. Umberto Eco 2009 yılında bir sergi açılışının çıkışında verdiği bir röportajda listelerin önemine dikkat çekmişti. Daha sonra konunun üzerine gitmedi. Fakat ben listeleri çok önemsiyorum. Kanon da bir liste değil mi nihayetinde? 100 Temel Eser Listesi... Çok Satanlar Listesi... Liste sadece söylem üretmez, aynı zamanda zamanı uzamlaştırır ve onun içini, başka şeylerin giremeyeceği şekilde doldurur. Hiç değilse bunu yapmayı dener. Bu bakımdan her “tavsiye edilenler listesi” bir kanon, bir müfredat, bir zihne nüfuz yani tecavüz aracıdır. Birinci anlatıcının önerdiği isimler de dünyayı belirli bir bakış açısıyla okumaya yönlendiren eserler vermiş düşünürlere ait. Kitap tavsiyeciliği, onu entelektüel gösteren bir tecavüz şekli. Yobaz da bu tür bir liste oluşturacak olsaydı o da kendi kanonunu inşa ederdi. Fakat mecbur kalmadıkça kitap tavsiye etmeyecektir sanırım.

Itamar Even-Zohar’ın bundan neredeyse 50 yıl önce Poetics Today’de dikkat çektiği üzere, edebiyat bir çoğuldizgeye ait ve kanonu da ancak birbiriyle etkileşen birden çok listenin meydana getirdiği ve parçalarından fazla bir bütün olarak düşünebiliriz. Devrimin bütünün parçalarından biri olduğunu düşünüyorum. Savaş gibi... Yobazlık gibi... Pareto’nun tespit ettiği denge değişmiyor. Ekonomik rasyonalitenin yerini ekolojik rasyonalite almadığı sürece bir şeylerin değişeceğini de zannetmiyorum. Ama bence değerli olan, değişmeyeceğini bile bile dünyayı değiştirmeye çalışmak. Söz konusu değişmeyen dengede herkes kendi tarafını seçer, yerini alır. Bazen en devrimci duruş muhafazakârlıktır. Öyle ya, “muhafazakârlık” kelimesi ilk kez 1806’da Fransa’da, devrim değerlerine dönmeyi teklif eden kesimi nitelendirmek amacıyla kullanılmıştı. Bana kalırsa sadece entelektüel huzursuzluklar değerlidir.

Kuşla Kediye Ağıt’ın merkezî meselelerinden biriydi devrim. Orada, devrimin yıkıcı ve nihayetinde karşı devrimi kaçınılmaz kılan yöntemini olumsuzluyordum. Deccal İncili’nin Şeytan’ı bir devrimci... Yobaz’ı ise sonuna kadar karşı bütün devrimlere. Bu konuda daha fazla görüş beyan edersem örtük yazarıma ve kurmaca editörüme ihanet etmiş olurum sanırım. Ama beni en çok ümitlendiren, 1990 yılında Kenya’da Umajo köyünü kuran kadınların yaptığı şey: Mesafe koymak. Fizik yasalarına göre mesafe arttıkça bir işi yapmak için harcamanız gereken kuvvet azalır zira.

Deccal İncili aynı zamanda bir meddah anlatısı. "Nemesis maşa. Bağla maaşa. Haşa!" gibi tekerlememsi sözler de üretiyor. Hakkında konuştuğu konuya dair malzemeyi çok pratik yollarla çakıştırıp tarihselleştirerek ve geleneksel söz ustalığının tekniklerini modern yazıda, deneme türünde inşa ederek oluşturulmuş bir metin. Meddaha verdiğin referansın sözlü ve yazılı kültüre dair bir iması var mı? Kanımca bu sahnelenebilir bir metin. İşinin ehli bir meddah gerek bu iş için. Metnin sahnelenmesi konusunda ne düşünürsün?

Aslında bu hayâlini kurduğum bir şey. Metni dramaturg dostum Füsun Ataman’a gönderip oyunlaştırma konusunda yardımını istedim bile. Ben Sokrat’ınki de dahil olmak üzere dil ile inşa edilmiş bütün savunma ve saldırıların meddahvâri oyunlar olduğu kanaatindeyim. Jacques Vergès gibi bir hukuk adamı, iyi bir meddah olmak zorundadır örneğin. Eyyyy iki yüzlü okurum benim! Azıcık Jacques Vergès oku! Ha ha!

 

Kitabın son bölümünde diğer bölümlere göre daha yoğun, bütünlüğü olmayan, edebi fragmanlar var. Bunların metindeki rolünü nasıl düşünmüştün?

“Metinde Yeri Belirtilmemiş Dipnotlar”… Dipnot bir metafor… Onlar, sosyal medya dilini kullanacak olursam, “yorum”lar aslında. Bir sosyal medya paylaşımının altında biriken yorumlar o metinle çeşitli türden ilişkiler kurabiliyor. Bu, yeni bir metinsel ilişki türü: Intertextual değil. Paratextual değil. Architextual değil. Hypertextual değil. Değil. Semantik ya da yapısal bir iç içe geçme değil, duygusal bir temas, çarpışma, tepki… Bazen ilgili, bazen ilgisiz… Bazen öfkeli, bazen tutkulu… İçlerinde yorumlara yanıt niteliğinde parçalar da var. Aynen sosyal medya paylaşımlarında olduğu gibi… Artık suya sabuna dokunan hiçbir metin yorumsuz kalamaz.

Fakat fragmanların asıl rolü, yazarın niyetiyle ilgili. Yıllardır edebiyatçının artık başka türlere çevrilmesi mümkün olmayan eserler üretmesi gerektiğini düşünüyorum. Daha önceki anlatılarımı da aynı bakış açısıyla kaleme aldım. Öyle bir metin inşa etmeliyim ki kimse onu özetleyemesin. Filmini çekemesinler. Birbirlerine anlatamasınlar. Bu uğraşımın iki sebebi var: 1. Edebiyatın diğer türlere aktarılabilen olanaklarının öne çıkması onu popüler kültürün işgaline ve yönlendirmesine açıyor. 2. Zeitgeist yani çağın ruhu bunu gerektiriyor. Schöenberg, Romantikler gibi müzik yapamayacağını çünkü sabahleyin penceresini açtığında onlar gibi kuş cıvıltısı, dere şırıltısı değil fabrika düdüğü ve otomobil gürültüsü duyduğunu söylüyordu yanlış hatırlamıyorsam. Ben de her türlü “bütün”ün parçalandığı, çözüldüğü, yapısöküme uğratıldığı bir çağda yaşıyorum. Bunu görmezden gelemem. Ama bir tavır geliştirebilir ve onları yok edemesem de bağlamsızlaştırarak estetize etmem ve metnimin (ve hayatımın) altına taşımam mümkün. Hypertext’i peritext kılmak bir başlangıç sayılabilir. Onlara rol vermek bir yana, onlardan rol çalıyorum aslında.

Ana görsel: Charles Petillon