Dünyanın Orta Yeri: Düşün hikâye olma zamanı

"Aysun Kara hikâye anlatma meselesinin farklı görünümlerini, anlattığı hikâyenin temel parçalarından, temel unsurlarından biri olarak, hatta kurucu bir unsur olarak kurgulamış. Bu kurgu sadece hikâye anlatıcılığını romanın meselelerinden biri olarak belirlemiyor, daha önemli bir işlevi var; olay örgüsünün çatallanması, çapraşıklaşması da bu sayede mümkün oluyor."

05 Mayıs 2022 18:00

Aysun Kara, ilk öykü kitabı Panovaroş’tan[1] bu yana hikâye anlatırken hem hikâye anlatma/yazma ediminin hem de bir hikâyenin içinde olmanın ne gibi anlamlara gelebileceğini, bir başka deyişle, yaşamakla anlatmak (yazmak) arasındaki bağı, yolu ve uçurumları mesele edinmiştir. Anlatmak kadar anlatılmak da önemlidir onun metinlerinde; hikâye anlatan, yazan öykü kişilerinin yanı sıra onların kelimeleri vasıtasıyla varlıklarından, yaşantılarından haberdar olduğumuz öykü kişilerinin meselelerine, dertlerine tanık oluruz. Onların dertlerinde ikili bir boyut söz konusu: Öncelikle bir hikâyenin içinde bulunmaları sorunlu bir durum, hikâyeyi anlatan/yazan kişiyle ilişkilerinin sorunsuz olduğunu söylemek mümkün değil, bir de onlara biçilen yaşantılardaki sıkıntılar, dertler, yükler var; aşk, yalnızlık, yersiz yurtsuzluk, başkalarının iyilik görünümlü tahakkümleri, kaprisleri…

Klasik öykü kalıp ve algılarını ihlal eden, oyuncu metinler yazdığı söylenebilir Kara’nın. Örneğin öyküler başlıklarıyla başlamadıkları gibi, bir sonraki öykünün başlığı öncesinde ya da öykünün sonuna atılmış tarihle bitmek zorunda değil. Öykü kişileri yahut öykülerin geçtiği mekânlar başka öykülerde de çıkabiliyor karşımıza – hatta başka kitaplarda bile. Beri yandan bu oyunlar, hikâyenin içiyle dışı arasındaki sınırın belirsizleştiği muhtelif ihlaller, anlatılanları insanlık halleri olmaktan çıkarmıyor; tam aksine, acıların, mutsuzlukların, çelişkilerin, debelenmelerin, mücadelelerin, boğuntuların yanında bir oyunun ya da yazılan/anlatılan bir hikâyenin içinde bulunmanın da nasıl bir insanlık hali olduğuna dikkat çekiliyor. Hissedilen ya da yaşananla anlatılan arasındaki mesafeyi unutmamıza imkân vermeyen bir tetiktelik önerisi olarak da yorumlanabilir bu tutum – sınırların belirsizliği sadece metinlerde çıkmaz karşımıza.

Geçtiğimiz ay yayımlanan ilk romanı Dünyanın Orta Yeri’nde[2] de Aysun Kara hikâye anlatma meselesinin farklı görünümlerini, anlattığı hikâyenin temel parçalarından, temel unsurlarından biri olarak, hatta kurucu bir unsur olarak kurgulamış. Bu kurgu sadece hikâye anlatıcılığını romanın meselelerinden biri olarak belirlemiyor, daha önemli bir işlevi var; olay örgüsünün çatallanması, çapraşıklaşması da bu sayede mümkün oluyor. Aynı olayın farklı anlatıcılar tarafından başka türlü anlatılması olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkisini belirsizleştiriyor. Kaldı ki romanın başından itibaren bildiğimiz anlamda neden-sonuç ilişkileriyle karşılaşmayacağımız, farklı, “masalsı” da dememin mümkün olduğu bir evrende buluruz kendimizi. Gelgelelim bir masal anlatıcısının çizdiği bir evren de değil bu, devler, periler yok; tam tersine, 18. Yüzyılda, Kuzey Ege’deki bir adadayız, Kidonya’da. Bu adanın hayli gerçekçi çizildiği de söylenebilir pekâlâ – bir efsane dışında. Beri yandan roman kişilerinin hiçbir kuşku duymadan inandıkları bu efsanenin varlığından ve efsanede söylenenlerin o sıralarda Kidonya’da gerçekleştiği iddiasından haberdar olmadan önce de farklı bir evrende olacağımızı az çok hissederiz. Romanın hemen başında Mandıracı Stefanos’un yüz on yedi yaşında öldüğünü öğreniriz, peşinden de daha önce iki kez ölümden döndüğünü, hem de kelimenin neredeyse sözlük anlamıyla “ölümden döndüğünü”.

Yine de romanın geçtiği evreni içinde yaşadığımız evrenden farklı kılan Stefanos’un upuzun ömrü, onun ölümden dönme hikâyeleri ya da ucu Zeus’a dayanan efsane değil, Aysun Kara’nın roman anlatıcısının anlatma tarzı. “Bir varmış bir yokmuş” diyerek anlatmıyor, ama roman anlatıcısının ses tonundaki bir şeyler ya da anlatıcının kimi tutumları (belki tutukluğu), bildiğimiz evrenin kurallarının baştan sona geçerli olduğu bir hikâyeyle karşı karşıya olmadığımızı duyuruyor. Olan bitenlere büsbütün vâkıf değil romanın anlatıcısı, birçok şeyi birinci elden bildiğini, bizzat tanık olduğunu duyuran, kendinden emin bir dille aktarıyor olmakla birlikte, arada rivayet kipine geçiyor, “Bu bir söylentidir” diyor ya da anlattıklarıyla ilgili rivayetin muhtelif olduğunu ikrar ediyor. Kendisinin aktaracaklarını da başkalarından duyduğunu itiraf ediyor.

“Kadının evden kovulduğu gece Stefanos’un kulağına fısıldadığıyla ilgili rivayet muhtelifse de Kidonya’nın hikâyelerini anlatmaya gönüllü yeni bir hikâyeci çıkıncaya kadar Ahmedaki’ye kulak vermek en doğrusu olacaktır.” (s. 13)

Romanın anlatıcısı için kifayetsiz ya da kifayetsizleşen bir Tanrı-anlatıcı demek mümkün sanırım; hem payitahtta hem Kidonya’da neler olup bittiğini bilebilen, roman kişilerinin düşüncelerine girip bunları bizimle paylaşan, ama kimi zaman da başka anlatıcılara, bilhassa da Kidonya’nın hikâye anlatıcısı ana-oğula kulak vermek zorunda kalan bir anlatıcı. Aysun Kara, bir-iki istisna dışında serbest dolaylı anlatımı yeğlemiyor romanda, alıntılanan iç konuşmayı yeğliyor – “diye düşündü”, “diye aklından geçirdi”, “diye düşünmekten kendini alamadı”, “diye kendine kızmış…”[3] Roman kişilerinin iç seslerine anlatıcıların yaptığı bu gibi alıntılarla vâkıf oluyoruz – anlatıcı(lar) asla kenara çekilmiyorlar, roman boyunca bize anlatılanları dinliyoruz sürekli olarak. Okuduğumuz değil de dinlediğimizi zannedebileceğimiz bir üslubu var roman anlatıcısının.

Romanın “masalsı” yapısını kuran ve bizi efsanedeki olayın gerçekleştiğine ikna eden de romana hâkim olan bu rivayet ağırlıklı üslup. Belirttim, acayip bir dünyada geçmiyor Dünyanın Orta Yeri, büyük ölçüde Kuzey Ege’deki bir adada, 18. yüzyılda karşılaşılabilecek yaşantıların benzerleri anlatılıyor, ama bir şeyler farklı yine de: Sözün, kelimelerin hükmüne dair yaygın bir inanç söz konusu; daha doğrusu, bu kesin inançla anlatılanların başka türlü de yaşanmış olabileceğinin altının çizilmesiyle ortaya çıkan belirsizliğin at başı beraber gittiği bir evrendeyiz. Efsaneyi inanılır kılan uzun yüzyıllar boyunca anlatılagelmesidir, hikâyenin yadsınamaz gücüdür bu, zaman boyunca anlatılması (farklı versiyonlarla olsa da) sürdüğü için hâkimiyet kurmuştur efsane. Mekânda, adadaki hâkimiyeti de anlatıcıların ve roman kişilerinin istisnasız efsanedeki hikâyeye (dolayısıyla efsanenin varlığına) mutlaklık addetmelerinden kaynaklanıyor. Efsanedeki hataya düşülürse yaşanacakların bin yıllardır söylenegeldiği gibi olacağından kimse kuşkulanmıyor – insanların başlarına gelenler hakkında farklı kişiler farklı şeyler anlatsalar da özünde kehanet mevcut ve geçerlidir. Romanın anlatıcısı, onun kendisine referans aldığı köyün hikâye anlatıcıları ve roman kahramanları arasındaki bu mutabakatı biz de kabul ediyoruz. Bizi ikna eden öncelikle romanın anlatı tarzı; rivayete, söylentilere ve başka anlatıcılara yapılan vurgu bir belirsizlik, bir ikircim yaratıyor yaratmasına, ancak bu aşılmaz bir duvar değil, aksine, bir sis örtüsünü andırıyor. Ötesi gibi berisini de kapsıyor, her iki tarafı bir belirsizliğin içerisinde eşitliyor.

Romanda anlatma ediminin mesele edildiğini söylemiştim, daha en başta şu noktanın altı çiziliyor.

“Gerçek dediğimizin de zaten öyle sanıldığı gibi değişmez bir yüzü yoktur. Anlatanın maharetine, anlatılanın kudretine göre değişkendir çehresi.” (s. 14)

Gerçek, anlatana ve anlatılana göre değişiyorsa ona mutlaklık atfetmek mümkün olmayacaktır; haliyle gerçeğin göreceleştiği yerde efsaneye de alan açılması çok daha mümkündür. Üstelik söz konusu efsane düşlerle ilgili, ele avuca gelmesi en az mümkün olgulardan biriyle. Dünyanın Orta Yeri’nin bir bütün olarak içinde bulunduğu evrenin inşasında bunların rolü hayli yüksek. Beri yandan, Aysun Kara’nın anlatı dilinde süslü ifadeler yok, kelimelerin, imgelerin oluşturduğu bir büyü söz konusu değil, art arda olmayacak olaylar da aktarmıyor anlatıcı, bir olağanüstülükler silsilesinde yitirmiyoruz gerçeklik duygumuzu, ya da bir süreliğine bir kenara bırakmıyoruz. Aksine, tarihî olaylara göndermeler var romanda, en belirgin olanı 1770 Çeşme baskını; o deniz muharebesinde savaşan Osmanlı donanmasının önde gelen komutanlarından biri romanın belli başlı kişilerinden biri. Efsaneyle, düşle tarihî gerçeklerin özel bir dengesi var Dünyanın Orta Yeri’nde. Romanın kendine özgü evrenini kuran da işte bu denge hali.

Sıkça duyduğumuz bir tabirdir “kendine özgü evren”. Daha çok bir edebiyatçının dil ve anlatımındaki özgünlük vurgulanırken, “kendine özgü bir dil evreni” kalıbı şeklinde kullanıldığına tanık oluruz, hatta giderek bir klişe halini aldığı bile söylenebilir bu kalıbın. Ya da bir yazarın metinlerinde benzer ruh hallerine, olay örgülerine, atmosferlere, vb. rastlanması durumunda o yazarın kendine özgü bir evren kurduğundan söz edilir. (Geçerken şunu da belirtmeliyim, her ne kadar yazının başında öykülerinde hikâye anlatma meselesinin sık rastladığımız bir izlek olduğunu belirtmiş olsam da, oldukça farklı tarz ve üslupta öyküler var Aysun Kara’nın öykü kitaplarında; hikâye anlatma bahsi de yegâne ortak izlek değil.) Dünyanın Orta Yeri bağlamında “kendine özgü evren” tabirini gerçeklikle düşün el ele, birbirleriyle derin sürtüşmelere girmeden var olduğu bir kurgu yaratılmış olması nedeniyle kullanıyorum. Düş gören, hayal kuran ve hikâye anlatan varlıkların yaşadığı bir evrende çok da yadırganacak ya da altı kalın çizilecek bir şey değil belki de; ne ki çoktandır düşler, hayaller, hikâyeler gerçekler dünyasından ayrı bir kompartımanda değerlendiriliyor. Aysun Kara’nın kelimelerle kurduğu evrendeyse iç içeler; düşlerden, efsanelerden roman kişileri ve anlatıcılar alabildiğine olağan bir şey gibi söz ediyorlar – o evrenin “normal şartlar altında”sı dense yeridir.

Homeros’un ve Zeus’un memleketi Kuzey Ege, Dünyanın Orta Yeri’nin yanı sıra, Aysun Kara’nın önceki kitaplarındaki öykülerinde de sıkça rastladığımız bir mekân. Haliyle efsaneler, mitler daha önceki yapıtlarında da karşımıza çıkıyor. Sadece bu yanıyla sınırlı olduğu zannedilmesin; kıyı meyhanelerinde, deniz kasabası pansiyonlarında, sahilde çocukların sülüna avladıkları yerlerde geçen öyküleri de çok Kara’nın. Zeus’la Homeros’a dönersek; Sessizce Şarkı Söylüyorduk’un[4] son bölümündeki öykülerde Zeus ve Homeros da öykü kişileri olarak çıkıyor karşımıza. Burada hikâye anlatıcılığı ikincil bir noktada değildir ama, Homeros, evet, Zeus’un ve öbürlerinin hikâyelerini anlatmıştır, ama sadece bir tarih yazıcısı mıdır, olanın bitenin kaydını tutmakla mı yetinmiştir, bu mudur işi gücü, yapıp ettiği? Kara’nın ironik öyküsünde Zeus bir konuda kendisi vermez bir kararı, Homeros’un ondan yapmasını istediği bir şeyi kabul eder. Kör Ozan’ın bunu yaparken Zeus’a sunduğu gerekçe çok açıktır: İlyada’nın eksik kalmaması, anlatılması gereken hikâyenin mümkün olabilmesi için Zeus’un Homeros’un sözünü dinlemesi, onun yapmasını istediği şeyi yapması gerekiyordur. Bu bölümdeki öykülerin sonuncusunda konunun Kazdağları’nda siyanürle altın çıkarmak isteyenlere karşı direnen yöre halkına bağlandığını belirteyim. Bu öyküde mitolojik kahraman sayabileceğimiz bir ulak (“tanrıların ulağı” olduğunu iddia eder), bir okulda hademe olan Hayalet Nedim Abi’yi anne ve babası hakkında bir “hikâye” anlatarak ikna eder; dünyanın çivisi çıkmıştır, Hayalet Nedim onu yerine geri çakacaktır. Öykünün sonunda Hayalet Nedim Abi çiviyi ulağın işaret ettiği yere yöre halkının yardımlarıyla çakmayı başarır. Öyküde çivinin çakılacağı yer, Kazdağları, “dünyanın merkezi” diye tanımlanır. Kara’nın romanındaysa “dünyanın orta yeri”nin koordinatları şu şekilde veriliyor.

“Profitilya tepesine çıktığı zaman bu gerçeklik bir başka biçime dönüşüyordu. İkonomo her daim rüzgârlı bu hâkim tepede kendisini gündelik işlerin, zamanını dolduran hay huyun dışında bambaşka biri gibi hissediyor, alabildiğine özgürleşiyordu. […] Denize gölgesi düşen İda Dağı’na baktı. Gökyüzündeki bulutları delecek gibi uzanmış Athos Dağı’na benzettiği İda’ya seslendi, ‘Yüce Zeus!’ dedi, ‘dünyanın orta yeri burası mıdır?’ Bu kelimeler kendiliğinden ağzından döküldü. Dökülür dökülmez pişman oldu ama söz ağızdan çıkmıştı bir kere. […] Kendini bildi bileli günaha girmekten korkan yüreği bir süredir buna isyan ediyordu. Ediyordu ama bu isyan geride her seferinde ruhunu cendereye alan bir yürek boğuntusu bırakıyordu.” (s. 67)

Papaz Yanni İkonomo’nun Profitilya tepesinden baktığında karşı kıyıda gördüğü İda’nın öbür adının Kazdağları olduğunu söylemeye gerek var mı, bilmiyorum. Aysun Kara’nın öykülerinde ve romanında ağırlıklı olarak seçtiği Kuzey Ege, belli ki onun için önemli bir esin kaynağı. Mitolojik yönüyle değil sadece, bir zamanlar bu yörede iç içe ya da çok yakın yaşamış iki halkın birbirinden ayrılması da Kara’nın başat meselelerinden.Dünyanın Orta Yeri’nde de ileride bunların yaşanacağının ayak sesleri uzaktan duyuluyor. Panovaroş’taki kimi öykülerdeyse ayrılmanın, yer değiştirmelerin, mübadelelerin ardından yaşanan bireysel trajedilerden öyküler çıkarmış Aysun Kara. Sessizce Şarkı Söylüyorduk’a adını veren öyküdeyse Kuzey Ege yakın yıllardaki bir başka büyük trajedinin mekânı. Ortadoğu’dan Avrupa’ya geçmeye çalışan mülteciler için de bir anlamda dünyanın orta yeri değil midir orası; bir evrenden öbürüne geçebilmek için aşılması gereken bir büyük su!

Papaz İkonomo’nun İda’ya bakarken “kendisini gündelik işlerin, zamanını dolduran hay huyun dışında bambaşka biri gibi hissediyor” olması, “alabildiğine özgürleş[mesi]” romanın bütünü açısından da önemli bir noktaya temas ediyor. Değindim, romandaki efsane düşlerle ilgili, insanların düşlerine köle olmaları ya da düşlerinin bir insana musallat olması şeklinde ifade ediliyor bu durum. Bir yanıyla gerçeklikten kopmak bu, “bambaşka biri olmak” – sadece Papaz Yanni’deki gibi dinsel anlamda bir günah değil, toplumsal olarak da kabahat, suç ya da yetersizlik hali olarak algılanabilecek sonuçları olan bir şey. Ama yukarıdaki alıntıda vurgulandığı gibi, aynı zamanda bir özgürleşme imkânı.

Düşten bahsettiğimizde konunun hikâyeye, hikâye anlatmaya gelmesi olağan elbette, ancak Aysun Kara farklı bir denklem kuruyor düş, gerçek ve hikâye arasında. Bir düşün vakti geldiğinde hikâye olacağını ileri sürüyor roman kişilerinden biri. Hikâye olmak da düşün gerçeğe dönüşeceği yoldaki en önemli uğrak olsa gerek.[5]Hatta dönüşümün başladığı an olarak da kabul etmek mümkün bu ânı. İfade edilebilmesi, aktarılabilmesi, paylaşılması, uçtu uçacak doğasının söze, kelimelere, nispeten somut bir varlığa bürünmesi… Kuşkusuz, bütün düşler güzel değil, kâbuslar da var! Bunu da hesaba katmak gerekir, ama Dünyanın Orta Yeri’nde olay örgüsü hikâye anlatmanın başka sorunlarına ve düşten hikâyeye geçmenin muhtelif aşamalarına değinilerek ilerliyor. Yine Papaz İkonomo’dan bir örnek.

“Aynaroz’dakilere benzeyen bir manastır hayal etti. […] Papaz, ‘Ayışığı Manastırı’ diye mırıldandı, içini kıpır kıpır bir sevinç kapladı. Karşısında gördüğü yapı gerçek gibiydi, […] ‘Ayışığı Manastırı’ diye yüksek sesle yineledi. Tekrar ettikçe taş bina aydınlandı, aydınlandıkça gerçeğe dönüştü. Papaz Yanni İkonomo o yaz gecesinde bu ismi söylemekle manastırın suya düşen gölgesini apaçık gördü. Gölgesi olan her şey gerçektir, diye bir düşünce belirdi zihninde.” (s. 62, vurgu metinde var)

Hayalin söze döküldükçe (üstelik başkalarına anlatılmasına bile gerek olmaksızın) gerçeğe dönüşmesi var burada. Söz mühim, söz aynı zamanda gerçekliğin gölgesi, ama bildiğimiz gölgeden azıcık farklı; gerçeklikten önce gelen bir gölge çünkü, giderek gerçekliği var edecek bir gölge. Kara’nın yukarıda değindiğim öyküsünde Homeros’un Zeus’tan hikâyesinin devam edebilmesi için bir şeyler yapmasını istemesini hatırlayabiliriz. Yaşananı hikâye etmemiştir Kör Ozan, yaşanacak olanın yaşanabilmesi için önce gölgesini, sözünü, hikâyesini kurmuştur.

Aysun Kara, öykülerinde ve romanında hikâyenin düz bir çizgi halinde ilerlemediğini de sıkça vurguluyor. Düş, hikâye ve gerçek arasındaki denklem dümdüz değil, dönüşlü, kavisli, sıçramalı, yinelemeli, yanı sıra devam eden, dönüşen başka hikâyelerle bağlantılı, tek başına, yalıtık değil. Birimizin hikâyesinden bir başkasının hikâyesine bir lekenin, bir çizginin sıçrayıvermesi mümkün. İkinci öykü kitabı Kıymık’ taki[6] bölüm başlıklarından biri “Gerçek ile Düş Arasındaki İnce Bir Çizgi”. Bu, aslında Dünyanın Orta Yeri’ndeki denklemi oldukça andırıyor – hikâyenin yerinde “ince bir çizgi” var. Nitekim bu bölümün başındaki “Çizgi” öyküsünde bir binada dolaşan bir çizgiden söz edilir. Öykünün anlatıcısı, “Elimle üçüncü kattaki doktorun muayenehanesinden bitişiğindeki gelinlik diken modaevine bir çizgi çekiyorum” dedikten sonra, “Parmağım buğulu camda kaydıkça başına buyruk bir hikâye kılığına giren çizgim alıp başını gidiyor” diye devam ediyor. [vurgu eklenmiştir]

Kara’nın öykülerindeki figürlerin ait oldukları metinlerde kalmayıp dolaştıklarına değinmiştim, çizgi bunlardan biriydi, bir başkası da yeşil taşlı bir yüzük örneğin. Bu yüzüğün bahsinin geçtiği iki öyküden kısacık olanında, “Aslında”da söz dolaylı olarak hikâye bahsine varır. Birtakım nesneler sayılır, “ıvır zıvır” babından şeylerdir bunlar, ama içlerinde hikâyeler saklıdır. Var olduğu halde göremediğimiz toz bulutunun “yeşil taşlı bir yüzüğün yansıttığı ışık huzmesinde görünür hale gel[mesine]” benzetilir bu ıvır zıvırın ayrıksı hali – başka şeyler yalanken sadece onların gerçek olması. Öykünün tamamını aktarıyorum.

“Bazen koskoca hayatta her şey yalandır da sadece kırık bir pasta tabağı, bir fotoğraf çerçevesi, giyilmekten şeklini yitirmiş siyah ayakkabının sol teki, giysi dolabında insan kokusunu özleyerek bekleyen yün bir ceket, dik yakalı beyaz kazak, gıcırdayan tahta merdivenin son dört basamağı, tek gözü eksik oyuncak ayı, sandık lekeli dantel bir tepsi örtüsü gibi ıvır zıvır gerçektir. Bunları da ancak yeşil taşlı bir yüzüğün yansıttığı ışık huzmesinde görünür hale gelen toz bulutu gibi, karanlıkta fark etmek mümkün değildir.” (s. 79)

Nesnelere görünürlük kazandıran, o ışık huzmesine şeyleri görünür kılma gücü veren, yalan olmaktan çıkarıp gerçek kılan birer hikâyeleri, demek yaşantıları ve bunların ifade edildiği sözleri olması, bunlar arasındaki ilişkilerden süzülüp gelmesi. Bu ilişkiler de hiç kuşkusuz, “o öyle olduğu için bu böyle oluyor” düz mantığıyla işlemiyor, hikâye anlatmanın ve hikâye anlatıcılığın dolayımları var, bir hayli çapraşık olabiliyor bunlar; hikâye, söylenti başkalarına gidip anlatıcısına dönebiliyor mesela, belki de ilk anlatıldığından daha inandırıcı bir hale gelmiş olarak ya da yolda dinleyenlerin itirazıyla beklenmedik bir yöne bükülebiliyor. Aysun Kara, Dünyanın Orta Yeri’nde Kuzey Ege’deki bir adadan yüzyıllar öncesinde geçen bir hikâye anlatırken, hikâye anlatmanın çapraşık güzergâhındaki kimi işaret taşlarına da hikâyelerden süzülen ışıklar düşürüyor.

 

NOTLAR: 


[1] Aysun Sezer, Panovaroş, Ava Yayınları, 2010, 76 s.

[2] Aysun Kara, Dünyanın Orta Yeri, İthaki Yayınları, 2022, 169 s.

[3] “diye düşündü”, vb. cümle yapılarıyla aktarılan iç sesler romanda italikle verilmiş. Hikâye anlatma ediminin bu denli öne çıktığı, anlatıcının anlatma edimini kimi roman kişileriyle paylaştığı, okumaktan çok dinlediğimiz bir hikâyeyle karşı karşıyaymışız hissine kapıldığımız bir metinde kişilerin iç seslerinin yazılı dile ait italik harflerle verilmesi romanın sözünü ettiğim anlatı yapısıyla çelişiyor, üstelik bu minvaldeki her cümle de böyle verilmiş değil.

[4] Aysun Kara, Sessizce Şarkı Söylüyorduk, Ayizi Yayınları, 2017, 115 s.

[5] Kıymık’ta yer alan “Mor Salkımlı Asma” öyküsünde de anlatıcı kendisini “ipsiz sapsız düşlere kaptırmış […] yazgı[sını] sözcüklere bağlamıştı[r].” “Hikâyeler[in] yalnızca yazıldıkları zamana sıkışıp kalmadıklarından [ötürü] insanlardan daha dirençli” olduklarını düşünüyordur. “Şehirde yaşayanların havai fişek patlamalarına benzeyen hırslarından, yumak yumak olmuş kin ve nefretlerinden arınacaklarını düşlüyordum. İçimde her gün yenilenen umudu sözcüklere yükleyip hikâyelere taşıtıyordum” der. (s. 37, vurgular eklenmiştir) Düşlerden hikâyelere giden bir çizgi burada da var, bu çizginin gerçeğe varıp varmayacağı belirsiz bırakılmış öykünün sonunda, ama anlatıcı bu yolda yalnız değildir artık, üstelik bahçesi de bakımsız değildir – adım atılmış, toprak havalandırılmıştır.

[6] Aysun Kara, Kıymık, Ayizi Yayınları, 2014, 79 s.