Hatırlamayı hatırlamak?

"Hatırlamak sadece doğal olarak yaşanan bir şey değildir, bilinçli bir çabayı ya da bakışı da gerektirir. Proust’vari bir bilinç akışını tetikleyebilecek ‘doğal’ bir hatırlama silsilesi mümkündür, ama insanın bazen de hatırlamayı hatırlaması, bakışı yoğunlaştırması da gerekir."

05 Mayıs 2022 19:30

Henry Miller’ın Hatırlamayı Hatırlamak diye küçük bir kitabı var. Bu anı kitabında yolculuklarından ve yaşadığı küçük aydınlanma anlarından bahsederken şöyle diyor:

“Her şey yalnızca bir kez olur ama sonsuza kadar sürer… Bellek, sonsuzluğun zemininde dolaşan uyurgezerin tılsımıdır… İnsanın yeryüzündeki görevi hatırlamaktır, hatırlamayı hatırlamak.”

Hatırlamak değil, hatırlamayı hatırlamak. Miller’ın bu vurgusu hatırlamakla ilgili bir kapı açıyor: Hatırlamak sadece doğal olarak yaşanan bir şey değildir, bilinçli bir çabayı ya da bakışı da gerektirir. Proust’vari bir bilinç akışını tetikleyebilecek ‘doğal’ bir hatırlama silsilesi mümkündür, ama insanın bazen de hatırlamayı hatırlaması, bakışı yoğunlaştırması da gerekir. Anlamlarla dolu olabilecek bu ‘hatırlama eylemi’ni icra etmeyi de sürekli hatırlamak ya da bir hatırlama ritüeline girişmek. Peki, bu eylemi Miller’ın ‘insanın yeryüzündeki görevi’ ilan etmesine ne demeli? Biraz abartı değil mi? Hatırlamanın kimlik ve anlamla olan bağları düşünüldüğünde, hayır, çok da abartı değil. ‘Amnezi’nin çoğu zaman kimlik kaybı anlamına gelmesi boşuna değildir. Bir sürü filmde ya da romanda görmüşüzdür: Hafıza kaybı yaşayan karakter geçmişsizdir, dolayısıyla da kimliksizdir, hatırladıkça kimliğini de tekrar inşa eder, parça parça. Hatırlamazsanız, yoksunuzdur; bellek-kaybı, kimlik, benlik ve gerçeklik kaybıdır.

Aslında birçok yazar da Miller gibi düşünüyor ve hissediyor: Şahsi ya da toplumsal olayları kayda geçirmek, yaşanan şeylere bir anlam vermenin bir başlangıcıdır. Sanırım Baudelaire’di, şöyle bir şey demişti: “Bütün bunları yazmalıyım, o zaman yaşadığım şeylere bir anlam verebilirim.” Aslında yazmak da bir hatırlama, geçmişin hayaletlerine cümle formunda cisim kazandırma vesilesidir. Yazarken hatırlanır, hatırladıkça yazıldığı gibi. Nabokov’un Konuş, Hafıza’sını da anmış olalım bu vesileyle. Hafızaya da seslenmek lazım bazen, sahneye davet etmek lazım onu.

Hatırlama meselesi sadece yazının meselesi değil tabii. Son zamanlarda Türkiye’de edebiyat, sinema ve çağdaş sanat çeşitli hatırlama ritüelleriyle ve tanıklık çabalarıyla dolu. Buralarda ‘mevzu’ çok önemli, zira hafıza büyük ölçüde namevcut. Hatırlanmayı hatırlatmak ve müfredatın anlatmadığını anlatmak da kültür ürünlerine düşüyor. Hafızanın ve hatırlama uğraşının baskın bir leitmotiv haline gelmesinin muhtemel sebebi bir yokluğun, amnezinin hissedilmesidir herhalde.

Son zamanlarda böyle bir hatırlamaya, hatırlamayı hatırlamaya davet eden iki sergiden bahsetmek istiyorum. Birincisi, Derya Yücel’in Büşra Çeğil ve Hamza Karbaş’ın işlerini bir araya getirdiği ‘Bir Hatırlama Deneyimi’ adlı ortak sergi, diğeri ise Burak Delier’in Festus Okey davası ve hafıza üzerine hazırladığı ‘Tarihin Küçük Odası’. Bu iki serginin adlarını birleştirirseniz, son zamanlarda Türkiye’de kültürel-siyasal alana hâkim olan iki şeye ulaşırsınız: hatırlama ve tarih. Aslında tersten: amnezi ve tarihsizlik.

***

Bir Hatırlama Deneyimi’yle başlayayım. Majör mevzulara (bellek, tarih, kimlik, denetim, vs.) minör bir dokunuş yapan bu serginin iyi yanı şu: Bir bilgi ya da tanıklıktan çok, adı üstünde, bir deneyim sunması. Düşünsel değil, deneyimsel bir hamleyle, geçmişin hayaletlerini mekânda hissettirmesi. Büşra Çeğil’in “Bir Aile Portresi” adlı enstalasyonunda dağılmış bir masa ve sofra sunması, bir şiddet kalıntısını hissettiriyor. Aile artık orada değildir, geride şiddet izleri taşıyan bir manzara kalmıştır, kırılmış tabaklar ve dökülüp saçılmış şeyler, bir şiddetten-sonra manzarasıyla o şiddet ânına geri götürüyor bakanı. O masaya, o dağılmış gündelik sahneye yaklaşmak, yakın tarihe yaklaşmak da olabilir, 6-7 Eylül’e mesela, ya da başka herhangi bir toplumsal şiddet ânına. Arşivci ve hafızayı dert eden sanatçının asıl hamlesi budur herhalde: Geçmişin kayıp parçalarını ‘kurtarıp’ (Benjamin’in bahsettiği anlamda ‘kurtarmak’) şimdide görünür ve hissedilir kılmak. Büşra Çeğil’in bu kayıp hafıza ya da an deneyimi çağrısına bir de geçmişten gelen tekinsiz sesleri andıran sesler eşlik ediyor, mekânı kaplayan biraz da ürpertici sesler.

Anlatılmamış bir şiddeti hissettiren bu tekinsiz sesler Hamza Kırbaş’ın video enstalasyonuna ait. Kırbaş’ın ‘Tanıklar’ adlı işi, bir gözetlenme hali de sunuyor. Hafızayı gözetleyen birileri hep vardır, zira hafıza ziyadesiyle kritik, politik ve hayati bir şeydir. Devletler ve türden otoriteler insanların neyi hatırlayacağına dair bir denetim sistemi kurarlar, hem kültürel hem de fiziksel anlamda. Mekânda duvardan bize bakan o uğursuz ve tehditkâr figürler, hafızayı denetleyen bütün otorite ya da süper-ego kurumlarının temsili olabilir. Hamza Kırbaş’ın mekânda bir mekanik yapı üzerinde dolaşan ‘beton blok’u da sonsuz çağrışımlara açık. Mesela, hatırlanmayan ve adlandırılmayan bir şeylerin mekâna musallat olmasının simgesi olabilir bu ‘şey’. Kafka’nın adlandırılamayan, işlevsiz ama hikâyeye sonsuza dek musallat olan amorf ve gizemli yaratığı Odradek gibi, yadsınamaz ama adlandırılamayan varlığıyla mekânı dolaşan bu ‘beton-şey’i sokakta bir kamusal performansın parçası olarak görmek müthiş olurdu. Gündelik hayatta bir yabancılaştırıcı öğe gibi dolaşan bu ‘şey’ bir hatırlama kanalı da açabilirdi.

Dağılmış bir masa, bize bakan tehditkâr figürler, rahatsız edici sesler ve sergi alanında dolaşan bir ‘tanımsız şey’le hafızayı neredeyse beş duyuyla uyaran bu haptik, işitsel ve görsel serginin rahatsız edici bir hafıza alanı kuruyor. Peki, hafıza niye rahatsız edici olsun? Hafıza eğer bir hayvansa, çıkardığı sesler niye ürpertici olsun? Cevap aşikâr sanırım. Bastırılmış bir hayvan dehşet verici şeyler görmüştür ve bastırıldığı ölçüde deforme sesler çıkarır. Odradek de o Kafka hikâyesinde böyle sesler çıkarıyordu. Bu sergi işte böyle bir ses çıkarıyor: Tarihin hayaletlerinin ya da ötekilerinin sesi varsa, böyle bir ses olurdu herhalde.

***

Buradan fikrî gücü yüksek işleriyle bildiğimiz Burak Delier’e geçelim. Delier’in durumları nesneler aracılığıyla kavramlaştırma yeteneğini hep çok takdir etmişimdir. Nesneler bir şiddetin, kavramın ya da tarih parçasının temsili olurlar. Bazen de bir karşı-çıkışın. Mesela, tarihi tersten okumayı amaç edinen ‘Ters-Yön’ hareketi için tasarladığı, eylemcileri ve düşünürleri linçten koruyan ‘Parkalinç’ adlı kurgusal mont ya da Madımak anısına tasarladığı Madımak’93 adlı yanmaz takım elbise. Bunlar bir toplumsal şiddeti ifade eden ‘nesneler’di. Birkaç ay önce Karşı Sanat’ta görülen sergisindeyse Delier, bu sefer kayıt-dışı şiddetleri ifade etmek için bir ‘kavram’ ortaya atıyor, sergiye de adını veren bir kavram: “Tarihin Küçük Odası.”

Çıkış noktası şu: Bazı olaylar tarihin büyük odalarında (resmî ya da majör tarih bağlamında diyelim) gerçekleşir. Bunlar ‘anons’ edilirler, yasları tutulur, kutlamaları yapılır, kitaplara geçerler. Bir de tabii ki ‘tarihin küçük odaları’nda olanlar vardır. Görünmeden olanlar, görünmez kılınanlar, yası tutulmayanlar, kutlaması yapılmayanlar, adı konmayanlar, vesaire. Delier’in burada ele aldığı olay hem metaforik hem de reel anlamda bir küçük odada geçiyor, bir karakol odasında. Festus Okey cinayetinden söz ediyoruz. Yaşananları tekrar kurgulayıp şimdiye taşıyan bu performatif hatırlatma (ya da yeniden yaşatma) girişimi, aslında sadece Festus Okey’le de alakalı değil. Tarihin küçük odalarında gerçekleşen, yası ve hesabı tutulmayan, kayıt-dışı olayların hepsini anlatmak için kullanılabilecek bir çerçeveye sahip bu iş. Tam bir karşı-tarih işi, biraz da ‘olay mahalli’ estetiği ve aciliyetine sahip. Türkiye’nin yakın ve uzak tarihi böyle vakalarla dolu. Tarihin küçük odalarına hapsedilmiş vakalar. Bu küçük odaların karanlık havasını dağıtmak, oralarda yaşananları tarihin büyük odalarına taşımak en kritik entelektüel görevlerden biridir herhalde.

En son, hafızanın ve kültürel belleğin önemi üzerine Ümit Kıvanç’ın Hrant Dink belgeseli üzerinden bir yazı yazmıştım. Kıvanç’ın belgeseli de aslında ‘hatırlamayı hatırlamaya’ bir davetti. Hrant Dink’in ‘hayaletimsi’ varlığına (iyi anlamda kullanıyorum bu kelimeyi, belli belirsiz varolan ve hep etrafımızda dolaşan bir varlık olarak hayalet) cisim kazandırmış, böylece Hrant Dink’in toplumsal hafızaya işlenmesine önemli bir katkı yapmıştı. Son zamanlarda revaçta olan birçok biyografik-belgeselin yaptığı şey de budur zaten: Bir mikro-tarih çıkarmak ve bu mikro tarihi ‘büyük’ tarihe kültürel bir yolla zerk etmek. Ya da buradaki ifadeyle söyleyeyim: Tarihin küçük odalarında olan şeyi, tarihin büyük odalarına taşımak. Böyle karşı-hafıza hamlelerin çoğalması dileğiyle.

•