Düşünmenin yoluna koyulmaya dair

Almanlar Heidegger'in kulübesini, dilin düşünce ve hakikatle ilişkisinde olduğu gibi, saklarken göstermeyi ve işaret ederken gizlemeyi tercih ediyor. Heidegger'in kulübesi bir tür göstereni olmayan gösterilen sanki...

23 Ağustos 2018 12:32

                           Im Denken wird jeglich Ding einsam und langsam.
                               [In thinking all things become solitary and slow.
                                 Düşünmede her şey yalnız ve yavaş hâle gelir.]

Martin Heidegger
Aus der Erfahrung des Denkens
[The Thinker as Poet/Düşünme Tecrübesinden]

 

Bekâr ve çiçeği burnunda bir taze doçenttim; sene 2014 idi ve dünya daha Yeni Türkiye’ye düşman olmadığı için döviz şimdiki kadar pahalı değildi; üstelik Yeni Türkiye henüz ruhumun derinliklerindeki piyanomu çivilemediğinden kapı gibi yeşil pasaportum da cebimdeydi. Hayatıma gireli on-on beş gün olan Toprak’ı eşe dosta emanet edip, sömestr tatili için Freiburg’a gitmiştim. Amacım, yıllarca Freiburg’da yaşamış ve her boş kaldığında Todtnauberg’deki kulübesinde varlık ve oluş üzerine tefekküre dalmış Martin Heidegger’in ayak izlerinden yürüyerek Cervantes’ten bir sonraki ve Freud ile Pessoa’dan bir önceki hac ziyaretimi ifa etmekti.

Kışın en sert olduğu günlerde hiç tanımadığım bir şehirde, hiç bilmediğim insanlar arasındaydım. Edebiyatını da felsefesini de kendi entelektüel pozisyonumu tahkim ederken büyük bir tutkuyla okuduğum Almanlarla aslında ilk kez tanışıyordum. Kesinlikle soğuk ve mesafeli ama bir o kadar da kibar olan ve arada sırada mütebessim olmayı dahi başarabilen Almanlar, detaylar üzerinde yoğunlaşmış, hatta uzmanlaşmış bir kültürün mensupları olarak kelimenin tam anlamıyla benim ötekilerimdi. Bulgarlar, Yunanlar ve İspanyollarla mukayese ettiğimde belki de ilk defa hakiki mânâda yabancıların arasındaydım. Düğün davetiyelerinde sekiz yazan ama gelinle damadın bile “nasıl olsa kimse sekiz buçuktan önce gelmez,” diyerek dokuzdan önce düğüne gitmediği, Doğuya has “geviş getiren” bir zaman anlayışının içinde şekillenmiş zihnim, beklenen tren bir dakika gecikeceği için yarım saat öncesinden anonsların yapıldığı istasyonlarda kendini evinden uzak hissetmeyecekti de ne olacaktı!

Sabah erkenden güne başlayıp karınca gibi çalışan ve ardından da akşamlarını dostlarıyla bira ve şarap içerek geçiren insanlarıyla Freiburg, doğayla uyum içinde küçük ama entelektüel etkinliklerinin geniş yelpazesiyle de her metropole meydan okuyabilecek bir üniversite şehriydi. Kesme taşlarla döşenmiş yollarında yürürken, şehrin yerlisi olup da hayatını bir toplama kampında kaybetmiş olanları yad eden, yere serpiştirilmiş pirinç künyeleri okumak insanın tüylerini diken diken ediyor. Gerçi o yollar sizi kâh Husserl Enstitüsüne kâh Heidegger’in orijinal dilindeki kitaplarını aldığım Avrupa’nın en eski kitapçılarından birine götürüyor—meraklısı için söyleyeyim dünyanın en eski kitapçısı Lizbon’daki Livraria Bertrand (1732) ama o Pessoa Haccı yazıma artık kısmetse.

Refik Halid boşuna “Bir milletin ekmeğine bak, terakkisini anla!” dememiş1. Ekmeğe, peynire, şaraba doyuyorum; bıraksan bir ömür evimden uzakta bu yaban ellerde yaşayacağım. Daha ilk akşamdan Biergartenları ve ev yapımı biraların lezzetini keşfediyorum. Favorim 1460’dan beri bira üretimini sanata çevirmiş Feierling.

Eski kitapçılar, eski evler, eski kaldırım taşları, kadim ekmek ve bira imalatı... Bütün bunları düşünüyorum. Sonra akşam sabah “gelenek,” “millî değerlerimiz,” “yerli olmak lazım,” “tarihten önce de vardık, tarihten sonra da olacağız” benzeri bütün lafları ağzımızdan düşürmediğimiz o tuhaf, huysuz ve tatlı memleketimizi hatırlıyorum. “Since 1998,” gibi ifadelerin olduğu fırınlarda yapılan, ekmekten çok Eflâtuncu mânâda ekmeğin gölgesi olan besin değeri düşük süngerler mi “millî değer”? Yoksa sürekli yıkıp ardından yeniden yapmaktan ayrı bir zevk aldığımız yollar, evler, dükkanlar ve şehirler mi “gelenek”ten anladığımız? Ama burada insanlar tarihle başka bir ilişki geliştirmiş; Almanlar tarihi söylemde değil gündelik hayatta yaşıyor. O nedenle içlerinden biri çıkıp bütün bir felsefe tarihini yerle bir edebilecek şekilde düşünmeyi başarabilmiş. Daha şehirden çıkıp Heidegger’in taşradaki o ıssız kulübesine gitmeden, yavaş yavaş “gelenek,” “tarih,” “yurt,” “yer,” “yakınlık,” “inşa etmek,” “iskân etmek,” ve “düşünmek” ne demektir anlamaya başlıyorum.

 

I

Cuma günü sabah erken kalkıyorum. Kahvaltıda tarihçi dostlarım Nurcan ve Zeynep’le güzergâhı tekrar gözden geçirirken de kabul ettiğimiz gibi yolumuz uzun değil ama bizler için hayli meçhul. İlkin Freiburg Hauptbahnhof’tan (ana istasyon) yaklaşık yirmi dakika trenle Kirchzarten’a gidilecek. Bilenler bilir, Almanya’da tren yolculuğu gerçek bir keyif. Yirmi dakika sonra istasyonda indiğimizde bizi Todtnauberg’e götürecek otobüsü yaklaşık bir saat beklemek zorunda olduğumuzu öğreniyoruz. Hava çok soğuk. Sadece istasyonun eski bekleme salonunda oyalanarak henüz gelmemiş olan zamanın gelip geçerek gitmesini beklemek çok da cazip değil. O nedenle kahve içebileceğimiz bir yer aramak, henüz gelmemiş ama gelmekte de olan zamana beklerken yüzümüzü dönebilmek için, yeniden yağmaya başlayan kara rağmen, eski binanın yakınlarında bir açıklık bulmayı umarak dışarı çıkıyoruz. Küçük bir market ve dönerci birleşimi “Bay Kebap”a böyle tesadüf ediyoruz. Yine bilenler bilir ki Almanya’da böyle anlamsız bir bekleme ânında başınıza gelebilecek en keyifli şey bir Türk esnafla karşılaşmaktır. Hemşehrimizle laflarken gelmekte olan yaklaşıyor ve gelip gidiyor. 7215 numaralı otobüse biniyoruz. Artık Almanya kendisini taşra olarak bize açıyor. Kırın, manzaranın, doğanın, doğayla mücadele olarak köylülüğün, ormanın, yeşilin, soğuğun, rüzgârların ortasında bir yakınlık yavaş yavaş peyda oluyor. Yaklaşık otuz beş-kırk dakika yolculuktan sonra Todtnauberg’e varıyoruz. Köyün içinde yürürken daima konuşan dil yavaş yavaş Heidegger’in sözlerini dillendiriyor:

Wälder lagern
Bäche stürzen
Felsen dauern
Regen rinnt.

Fluren warten
Brunnen quellen
Winde wohnen
Segen sinnt.

[Forest spread
Brooks plunge
Rock persist
Mist diffuses.

Meadows wait
Springs well
Winds dwell
Blessing muses.

 

Ormanlar uzanıyor
Dereler çağlıyor
Kayalar direniyor
Yağmur durmuyor.

Kırlar bekliyor
Pınarlar kaynıyor
Rüzgârlar barınıyor
Bereket tefekkürde.]2

Hakikaten önümde vadi uzanıyor, kırdaki kulübe beni bekliyor, rüzgârlar hiç durmaksızın fısıldıyor, kar durmuyor, sis her şeyi örtüyor ve “düşünmek ne demektir” diye soran filozofun ayak izlerinden tefekkür patikasında yürümek ve dille tecrübeye maruz kalmak için sabırsızlanıyorum.

 

II

7 Şubat 2014 günü defterime şunları yazmışım:

Kara Orman’da puslu ama temiz, kısmen berrak fakat ansızın sisli bir havada, rüzgârın rastgele savurduğu uçuşan kar tanelerinin altında, vadinin aşağılarında kalmış binalara bakarken; sessizlik ve huzur içinde, insan kendi iç sesiyle baş başa kalıyor.

Todtnauberg’in dinginliğinde insan önce kendi içine, sonra ruhunun derinliklerine dönüp zamanın ötesinde bir tefekküre dalıyor.

Ve anlıyor...

Evet ancak burada insan dilin konuşmasına cevap verebilir ve varlığa yüzünü dönebilir. Çünkü yalnızca burada “dil konuşur.” İnsanın teknolojik mahkûmiyetinde varlığın sesine kulak verme şansı varsa bu dünyada; orası, işte burası! İnsan varlığın sesini elbette burada duyabilir; kendi sesini ve hiç susmayan dilin sesini de...

Varlığın dilinin sesini duyabilmek için, burada olduğu gibi, iç dinginlikle uyumlu bir dış dinginlik elzem!

 

III

Köyün içinde turistler için bir danışma merkezi buluyoruz. Oradaki memura Heidegger’in kulübesine nasıl gideceğimizi sorduğumuzda, adamcağız “Bu havada mı? Emin misiniz?” diye tebessüm ederek sormaktan kendini alamıyor. Bir harita çıkarıp, bizim için üzerine izlememiz gereken yaklaşık bir buçuk-iki kilometrelik rotayı çiziyor. Köyden dışarı doğru aşağı yukarı bir kilometre kadar çıkıp, sonra “Martin Heidegger Rundweg” (Martin Heidegger Yolu) denilen, filozofun kulübeden çıkıp Kara Orman içinde tefekküre dalarak yürüdüğü patikaya, tefekkür patikasına dönmemizi ve tabelaları takip etmemizi teferruatlı olarak anlatıyor. Danışma bürosunda çeşitli hediyelik eşyaların satıldığını görünce, ona Heidegger veya kulübe ile ilgili objeler satıp satmadıklarını soruyorum. Tıpkı girişteki diğer broşürlerin sergilendiği teşhir kutularında bulamadığımız Heidegger ve kulübesine dair broşürü masasının arkasından çıkarıp verdiği gibi, bu sefer de Heidegger’in kulübesinin renkli bir fotoğrafından ibaret olan bir kartpostalı yine çekmeceden alıp bana uzatıyor. Sanırım Almanlar tarihlerinin büyük filozoflarından Heidegger’i Nazi geçmişinden dolayı ulu orta sergilemekten imtina ediyor, ancak buraya kadar gelip soracak meraklıları için bir kartpostal ve bir broşürü de zulada tutuyordu. Nitekim yol boyu diğer tabelaların aksine kıyıya köşeye sanki saklanarak koyulmuş “Martin Heidegger Rundweg” tabelaları da aslında yerel yetkililer tarafından 2002 gibi çok yakın bir tarihte düzenlenmiş.3

Martin Heidegger, yurttaşları için hem gurur hem de utanç kaynağı. Almanlar bu büyük filozofu ve kulübesini, dilin düşünce ve hakikatle ilişkisinde olduğu gibi, saklarken göstermeyi ve işaret ederken gizlemeyi tercih ediyor. Heidegger’in kulübesi bir tür göstereni olmayan gösterilen sanki.

Filozofun saklanma tercihine ilaveten Almanların da onunla birlikte Nazi geçmişlerini saklama isteğiyle iyice üzeri örtülen ve izlerin sadece bilen gözler için aşikâr olduğu kulübeye doğru yürümeye başlıyoruz. Yoğun bir kar tipisinin ardından askerdeki er gazinosunun içi gibi gözün gözü görmediği dumanlı bir sis bastırıyor. Kara, işaretsizliğe, yönsüzlüğe ve yabancılığımıza rağmen; bize direnen ve meydan okuyan hakikatin üzerindeki örtüyü sanki bu hac ziyaretimle kaldıracakmış gibi kendimi dönüştürecek bir tecrübeye doğru ilk adımlarımı atıyorum. Belki de felsefe sürekli bu başlangıçta olmak hissini yaşamaktan başka bir şey değildir!

 

IV

Üç kafadar; Zeynep, Nurcan ve ben dik bir yokuşu kar yağışı altında hem şakalaşarak hem de nefes nefese kalarak çıkıyoruz. O hava şartlarında yarım saat civarında yürüyoruz ve “Martin Heidegger Rundweg” tabelası nihayet karşımıza çıkıyor. Artık danışmadaki ağabeyin bize neden güldüğü anlaşılıyor. Yanımızdan sadece kayakçılar geçiyor. Hava giderek kötüleşiyor. Düşünmenin koşulları daha da çetrefilleşiyor.

Üstad, “Sormak, bir yol açmaktır,” der.4 Bizden önce açılmış yolda yürüyerek hep sorulagelen sorunun kendisini dillendirerek çoğaltmasına imkân tanımak umuduyla, uzunluğu tam olarak 6,4 kilometre olan ve her defasında başlangıç noktasına yeniden vararak tamamlanan bir tür ezelî ve ebedî deverandan ibaret olan bu patikaya Heidegger’in başladığı yerin tam aksinden giriyoruz. Tefekkür patikasında, o karın ve sisin içinde ben elimde olmayarak küçük grubumuzdan kopuyor ve bir başıma yola düşüyorum. Ne de olsa Golgota’ya giden yolda her fani çarmıhını bir başına taşımaya mahkûmdur!

Bir süre sonra karşıma bir bank çıkıyor. Bankın yanında bu yazının başına epigraf olarak koyduğum dize var. Heidegger yürüyüşünü bitirip, kulübeye dönmeden önce bu bankta oturup aşağıdaki vadiye bakarak bir miktar daha düşünürmüş. Bu sayede kulübeye iyice yaklaştığımı anlıyorum.

O sisin içinde bir başıma yürürken üstadın “Dile Giden Yol”da anlattıklarını, mesela “Konuşma, konuştuğumuz dili dinlemedir. (...) Dilin konuşmasını işitiriz,” gibi derin cümlelerini susarak söylüyor ve dinliyorum.5 Söyleneni yalnızca ona dahil olduğumuz için işittiğimize, işitmeyi ancak Söyleme bahşettiğine göre yürürken kendimi Söylemeye açıyor ve ona dahil olarak işitmeye çalışıyorum. O sessizliğin buyruğunu dinlediğim için işitiyorum.

Sonradan aynı gün defterime şunları yazıyorum: “Ölmek, dilin bizde/bizle konuşmaktan vazgeçmesidir. Dil sustuğunda ölürüz.”

V

Editörüm ona gönderdiğim fotoğrafların hangilerini bu yazıda kullanacak bilmiyorum ama kar ve sisle kaplanmış yolda yürürken arkamdan çekilmiş fotoğraflar Nurcan’a, Heidegger’in kulübesinin etrafında ve kulübenin hemen yanı başındaki çeşmede çekilmiş fotoğraflar ise Zeynep’e ait. Kulübenin yaklaşık iki yüz metre yukarısında ve aslında Heidegger’in tefekkür yürüyüşüne başladığı yer olan bir açıklığa geliyoruz. O açıklıkta yola devam edersek tefekkür patikasına başlangıç noktasından devam etmiş olacağız. Oysa kulübeye gitmek için yoldan çıkmak ve yokuş aşağı yol/iz olmayan bir ormanlık alanda kendi patikamızı açmak zorundayız. Nihayet danışma bürosundan ayrıldığımızdan beri geçen kırk beş dakikalık yolculuğun son kısmındayız. İşte o anda Nurcan bizi bu açıklıkta beklemeye karar veriyor ve Zeynep’le beni bir başımıza bırakıyor. O nedenle ilk fotoğraflar Nurcan, ikinci fotoğraflar ise Zeynep tarafından çekiliyor.

Kar içinde daha çok debelenerek ve büyük ölçüde içgüdüyle ilerleyerek kulübeyi yukarıdan ve sırtından gördüğümüz yere varıyoruz. O son yarı kartopu gibi yuvarlanarak kulübeyi sağımıza, çeşmeyi de solumuza alarak bir çırpıda iniyoruz. Artık yirminci yüzyılda bize Varlık’ı yeniden hatırlamamız gerektiğini öğütleyen o büyük adamın, düşüncelerini belirsizlik ve mistisizm kokan muhteşem cümlelere döktüğü açıklıktayız. Tevafuk işte! Sis dağılıyor ve hava açılıyor.

VI

Herkesin Heidegger’i bildiği Türkiye üniversitelerinde akademik kariyer yapmış biri olarak, pek çok kez birilerinin ağzından kendileri dışında kalanların aslında Heidegger’in “h”sini bile bilmediklerini dinlemişimdir. Bizim yerli ve millî akademiklerin varoluş tarzının bu olduğunu, kendi bildikleriyle değil de başkalarının bilmedikleriyle ancak yerkürede anlamlı bir yer işgal edebildiklerini elhamdülillah bunca yılda gayet iyi öğrendim.

Rahmetli hocamın Heidegger’e ilgisi ve ardından dil çalışmaya başlamam nedeniyle ben de geçtiğimiz yirmi senede bolca Heidegger hatmettim. Ama hiçbir zaman Heidegger-bilenler cemaatine dahil olamadım. Olsun varsın, bu beni yine de ısrarla Heidegger okumaktan hiç alıkoymadı.

Heidegger’in açıklamayan, tanımlamayan, sabitlemeyen, aksine yalnızca tasvir eden, olmaya bırakılmışlık içinde tahkiye eden, akan ve anlatan üslubunun yer yer mistik ve efsunlu boyutunu ilk okuduğum günden beri – bazen anlamakta zorlansam dahi – hep sevdim. Çünkü cevap vermeyi değil de soru sormayı tercih eden bu tutkulu adam, modern hayatın tahakkümü altında kaybolmaya mahkûm olan hayatın gizemini bize yeniden hatırlatmaya çalışıyordu.

Heidegger kendi düşünme tarzını, Batı metafiziğinin veya Derridacı mânâda mantık-merkezci (logocentric, logico-centric) geleneğin mantıkî ve nedenselliğe dayalı düşünmesinden ayırt etmek için “sahici düşünme” (echtes Denken) olarak adlandırır. Böyle sahici olan ve pek çok açıdan da sarih olmayan düşünme, gerçeklikten soyutlama yoluyla, yani tasavvura dayalı meydana getirilen bir düşünme değildir. Bu, insanın kendisini evrenin merkezine koyan hümanizmin düşünmesinden veya Descartes’ın kendisinin bilincinde olan öznesinin düşünmesinden çok farklıdır. Sahici düşünmede insan ancak Varlık ile ilişkisi temelinde düşünebilir; Varlık’ın kendi gizini açabilmesi veya kendisini açığa çıkarabilmesi için insana ihtiyacı vardır. Bu nedenle Heidegger her seferinde bize uzun bir süredir unuttuğumuz Varlık’ı hatırlamamız gerektiğini söyler. Bu anlamda epistemolojinin değil de ontolojinin aslî olduğunu öne süren Heidegger, rasyonalizm, bilim ve teknolojinin insanlığa zarar veren yoğun etkisinden, hep bu Batı metafiziğinin mantık-merkezci düşünme biçimini sorumlu tutar.

Ona çok genç bir yaşta, 1927’de ün getiren Sein und Zeit [Varlık/Oluş ve Zaman] ile anılmasına rağmen, savaştan sonra, bilhassa 1950-1955 arası akademik felsefeden ziyade bir tür içgüdüsel diyaloğa dayalı felsefeyi savunan ateşli retoriğinin ürünü “Düşünmek Ne Demektir?” (1951-52) ve “Olmaya Bırakılmışlık” (1955) gibi metinleri belki de şahsî tefekkürünün en tepe noktasıdır.6 En azından düşünmenin ormanda bir yolu takip etmeye benzediğini ben bu iki küçük kitaptan öğrendim.

Hakiki ve zor soruları unutmak için kendini gündelik hayatın akıntısına bırakan modern insanın düşünmekten veya kaygılanmaktan anladığı şey, her akşam gittiği üçüncü nesil kahvecide boş masa bulup bulamayacağı veya hafta sonu gittiği alışveriş merkezinin otoparkında arabayı park edip edemeyeceğidir. Oysa doğru düşünme Varlık ve onun izleriyle, mesela gölgemizle, ırmağın şırıltısıyla, uzaktaki tepenin ihtişamıyla, rüzgârın etkisiyle salınan ağaçların ritmiyle, ormanın içinde kaybolan patikanın bilinmezliğiyle kendi varlığımızın farkına varmaktır. Çünkü insan çaresizliğini ve sınırlılığını ancak doğa karşısında olanca çıplaklığıyla tecrübe eder.

Bu nedenle Heidegger için kırın manzarası asla estetik hazza indirgenemez. Bu daha çok dağın tepesinde akıllı telefonuyla canlı yayın yapan turistin işidir. Manzarayı şehirli turistler seyreder; oysa düşünür onun değişimini, gündüz ile geceyi, mevsimlerin coşkulu geliş ve gidişlerini, soğuğu ve sıcağı, sisi ve güneşi, doğanın nefes alış verişini tecrübe eder.

O gün çeşmesinden su içtiğim, kapısının önündeki ahşap basamakları tırmandığım ve duvarlarını okşadığım o altı metreye yedi metrelik küçük kulübede (die Hütte) Heidegger elli seneden fazla düşünür ve yazarken, düşünceyi işte bu doğanın dönüşümünde olmaya bırakıyordu.

VII

Heidegger hiç kuşkusuz savaştan önce de büyük bir filozoftu. Ama savaştan sonraki ürkek ve nedamet getirmiş halinin aksine, 1933’teki meşhur rektörlük konuşmasında görüleceği üzere o günlerde aynı zamanda tutkulu bir Nazi’ydi de. Savaştan sonraki savunmasında, geride kalan Hitler yıllarını rejime karşı sessiz bir karşı koyma ile geçirdiğini söylese de 1951 senesine dek ders vermesi resmen yasaktı. Her ne kadar Nisan 1934’te üniversiteyle ilgili emellerinin önünün kesildiğini iddia ederek rektörlük görevinden istifa etse de, o güne dek pek çok Nazi politikasını hayata geçiren karara imza atmış, içlerinde hocası ve dostu Husserl’in de bulunduğu Yahudi akademisyenlerin kaderini değiştiren “ırkçı” talimatlar vermiştir.7

Rektörlük macerasının böyle bir hayal kırıklığı ile sonlamasından sonra tekrar sınıfta ders anlatan hoca rolüne geri dönen Heidegger’le, hınzır bir meslektaşı, eski öğrencisi Dionysius’u adil ve erdemli bir kral yapabilmek umuduyla Sicilya’ya üç yolculuk yapan Eflâtun’a göndermeyle şöyle dalgasını geçecekti: “Hayrola Martin, Sirakuza’dan geri mi döndün?”

O yıllarda 1100 metre yükseklikteki Todtnauberg’deki kulübesinden çıkıp 6,4 kilometrelik parkurunda sessizce yürürken, uzağı görmenin mümkün olmadığı ormanda, yolcunun kafasının karışabileceğini düşünmek için herhalde bolca vakti olmuştur. Her yürüyüşçü gibi o da nihayetinde bir yere varacağı inancıyla ormandaki patikayı izlemiştir. Ne var ki yolcu yürürken, filozof da düşünürken asla doğru yolda olduğundan emin olamaz. Yol, hele ki Kara Orman’daki bu sisli tepenin ağaçlar arasındaki kıvrılan patikası, bir yere varmayacağı gibi sizi en başa da döndürebilir. Ancak bütün bu manzarayı kuşatabilecek bir açıklığa varmak yürüyüşçünün ve filozofun yönünü yeniden bulmasını sağlar. Bunun için kişi kendisinden önce o yoldan geçenlerin ormanda açtıkları yolu izlemeyi, sağa sola öylesine bırakılmış ayak izlerini takip etmeyi, bazen kaybolmayı, bazen karanlığın kalbine girip geri dönmeyi, nerede olduğumuzu hatırlamamızı ve yolumuzu bulmamızı sağlayan bir açıklığa ulaşmayı denemelidir. Düşünme de yolculuk da düşüneni ve yolda olanı ancak o vakit şaşırtabilir.

VIII

1922’de yerleştiği bu küçük kulübede Heidegger, neredeyse kaldığı her gün boyunca düşünür, yürür, yazar, odun keser, kayak yapar ve yakındaki pınardan kovayla su taşır. Söz konusu kulübe bayıra yarı gömülmüş olarak neredeyse yamacın devamı görünümündedir—Heidegger’in teknoloji eleştirisi ile uyumlu olarak kulübe doğaya meydan okuyan bir bina/baraj değil, aksine doğaya eklemlenmiş bir meskendir/köprüdür.8

Ormanın kucağındaki bu kulübe çoğunlukla keresteden yapılmış ve tahta kiremitlerle kaplanmıştır. Kapısı vadiye tam karşıdan ve yukarıdan bakan kulübede yaşama ve yemek yeme alanı olarak batı tarafında bir Vorraum (öndeki oda) ve doğu tarafında da bir yatak odası ile hemen onun ardındaki Heidegger’in çalışma odası olmak üzere toplam üç oda bulunur. Kulübenin sırtını yamaca yasladığı kuzey tarafında ise bir tuvalet ve kiler vardır. Suyun hemen yandaki kaynaktan kovayla taşındığı bu kulübeye 1931 yılına dek elektrik bağlanmamıştır. Kulübedeki en modern teknoloji ise Küba krizi esnasında haberleri takip etmek isteyen Heidegger’in 1962’de aldığı ufak radyodur.

“Üniversite profesörleriyle vakit geçirmeyi hiç istemiyorum,” diyen – aklı başında kim üniversite profesörleriyle vakit geçirmek ister ki zaten! – Heidegger’in içinde çalışabilmesi için inşa edilen bu kulübe onun ikamet ettiği tek yer değildir. Ama anlaşılan, Heidegger ne zaman çalışmak veya aile hayatından kaçmak istese soluğu bu kulübede almaktadır.

IX

Kırın kendi felsefî vokabülerine sızmasını ve felsefesinin kırda kendisini şiir-düşünce olarak demlemeye bırakmasını mümkün kılan, kulübedeki bu yaşama tarzıdır. Yürüdüğü, kayak yaptığı, kovayla su taşıdığı, oduncularla birlikte ağaç kestiği ve yoğun bir tefekküre daldığı Todtnauberg’te hayat kendini bütün saflığı, yalınlığı ve heybetiyle filozofa açmaktadır. Bu nedenle Heidegger şehirdeki hayatından ve üniversiteden unten, yani “aşağıdaki” yahut “alttaki” diye bahsederken, Kara Orman’daki hayatından ise oben, yani “yukarıdaki” yahut “üstteki” olarak bahseder.

Felsefenin yüksek zamanı ve yüksekliğin kendisini adlandırmak demek olan “kavramak,” kar fırtınası kulübenin etrafında yüksek sesle uğuldayıp her şeyi karla kaplayıp örttüğünde başlar. Çünkü filozof kulübede artık tek başınadır. Büyük şehirlerde yalnız kalan ama asla tek başına olamayan her insanın bildiği gibi tek başınalık yalnız olma değildir. Bu nedenle “yukarısı,” yani kulübe Heidegger’in vadiye yerleşmiş olan “çalışma-dünyası”dır. Kulübe, filozofun doğa şartlarından korunduğu ve doğa şartlarıyla hemhâl olduğu meskenidir.

Filozofun kulübeden ve buradaki zorlu yaşama koşullarından bahsedişinde manevî bir tını vardır. Todtnauberg’de dile gelen düşünceler sanki tamamen kendisine ait değil de, daha çok buradaki hayatın kaynağından fışkırıyor gibidir.

Öyle görünüyor ki filozof, kaybolmuş bir kadim dünyanın tasavvurunu Todtnauberg’in karlı, sisli, ıssız zirvesinde tahayyül etmekten ve o yiten dünyanın silinmeye yüz tutmuş siluetine dair kulübesinin etrafında mevcut olan izleri aramaktan büyük sevinç duyuyordu. Heidegger adı ve felsefesi, Kara Orman, kulübe, patika, yürüme, tefekkür ve tek başınalığın katkısıyla daha efsanevî bir hâl alıyordu—ki muhtemelen bu efsane çok daha muazzam bir keyif kaynağıydı. Bu nedenle çağdaşlarının kulübeyi mistik bulmalarına ve düşünürün inziva yeri olarak tasvir etmelerine hiç ses çıkarmamıştır. Düşünceleri ile düşüncelerinin dile geldiği mesken olarak kulübe arasında böyle mitik ve de mistik bir ilişki kurulması, onun Nazilikle hayli yıpranmış filozof imajını makyajlıyordu. Dağda bir başına sertleşen fırtınaya karşı direnen ve varoluş ile kahramanca yüz yüze gelen bu filozof imajı, besbelli ki Heidegger’in de hoşuna gidiyordu. Yoksa mizantrop veya merdümgiriz olmayan Heidegger, asla bir Alceste değildir.

Aslında savaş öncesi “aşağıdaki” üniversite profesörü maaşıyla “yukarıdaki” hayatı döndürebilen Heidegger, savaştan sonra “Nazilikten arındırma” sürecinde saygınlığını koruyabilmek için kulübeye sığınmış ve kulübenin çevresinde doğayla kurduğu ilişki haricinde dış dünyadaki her şeyden uzak durabilmeyi başarmıştı. İşte bu yıllarda düşüncesi daha poetik bir tını kazandı.

X

“Ne zaman ki” dedi Heidegger, “zaman hızdan başka bir şey olmaz.” Bunu da nereden çıkarmıştı acaba? Karaormanlar’daki yalnız ve ağır tempolu yürüyüşlerinden mi? Yakın çevresindeki köylülerle paylaştığı uzun suskunluklarından mı? Hep kendi elleriyle yaptığı kaba saba pipolarını tüttürürken köylülerle paylaştığı o suskunluklardan mı?9

Sabahın dağların üzerinde sessizce yükselen ilk ışıklarında, düşünmenin bir düşünceyle sınırlanmak olduğunu; kulübedeki çalışma odasının önündeki rüzgârgülü yaklaşan fırtınada çınladığında, bilimlerin inceleme nesnesi ile bir düşünme meselesi arasındaki farkı tecrübe edenlerin ne kadar az olduğunu; yırtılan yağmurlu gökyüzünden karanlık çayırlar üzerine güneş ışıkları düştüğünde, bizim düşünceler değil de düşüncelerin bize vardığını söyleyen hep bu poetik-düşünce idi.

Hızdan muztarip günümüz dünyasında “düşüncesizlik”in davetsiz bir misafir gibi hiç gitmemek üzere evimize yerleştiğini tebliğ eden ve bizi tekrar düşünmeye davet eden Heidegger, bir peygamber gibi bize daha güzel bir gelecek müjdelemez. Aksine umutsuzca bizi haberdar eder. Durum kötüdür ve böyle devam edilecekse daha da kötü olacaktır. Der Spiegel’e, ölümünden sonra yayınlanmak şartıyla verdiği mülakatta bunu açıkça söyler: “Felsefe dünyanın mevcut durumunu bir anda değiştirecek etki üretemez. Bu yalnızca felsefe için değil, ama insan açısından kaygıların ve özlemlerin konusu olan her şey için geçerlidir. Yalnızca bir Tanrı bizi hâlâ kurtarabilir.” 10 Bir kurtarıcıdan bahsetmez, hatta kendisinin de kulak verilmesi gereken yol göstericiler arasında olmadığını da itiraf eder: “Dünyanın mevcut halini bir çırpıda değiştirmeğe götüren hiçbir yol bilmiyorum, tabii en başta böylesi bir değiştirmenin insanlar için mümkün olabildiğini varsayarsak. Ancak bana öyle geliyor ki düşünme denemesi sözünü ettiğim serbestiyi uyandırabilir, onu aydınlatabilir ve sağlamlaştırabilir.”11

Yazdığı her şeyle insanı hayrete düşürmenin ustası olan Heidegger, çağın ruhu üzerine, çağın ruhuna aykırı bir üslupla – ki not defterine şöyle yazmıştı: “Üslubun kendisi, asıl fikre boyun eğer ve böylelikle onu ele verir.”12 – ormanda odun kesen bir köylünün sakin ritmiyle düşünmeye ve yazmaya koyulmuştu.

Gördüğü şey, Nietzsche’nin Zerdüşt’te dile getirdiği “Çöl büyüyor,” ifadesinin modern hayat için her şeyden çok geçerli olduğuydu. Modern insan, tekno-kapitalist dünya kendi kendisini yok ediyordu. Sancısızdık ve daha da kaygı verici olanı, kaygı uyandıran zamanımızda hâlâ düşünmememizdi.

XI

Sürekli anladıkları kitapları okuyanlar veya sadece anladıkları metinleri derin sananlar unutmamalı ki anlamak zihni tembelleştirir. Zihnimizin tembelleştiği bir çağda yaşıyoruz.

Hız düşünceyi öldürüyor. Günümüzde her şey gibi okumak da artık hızla ve “hızlı” icra edilen bir eylem. Hızla bir kitabı okuyoruz; ve bir okumayı başka okumalar, bir kitabı başka kitaplar kovalıyor ve okuduğumuz her şeyi hızla unutuyoruz. Hızlı okumak için daha hızlı unutmaya mahkûmuz. Okuyoruz ama düşünmüyoruz. Düşünmeye vakit yok ve düşünce kıtlığı metinlerin, yazarların, okurların eve yerleşmiş sevimsiz misafirleri. Okumak düşünceden azat oldukça daha çok okuyoruz. Daha çok okuyoruz ve daha az düşünüyoruz.

Daha az düşünüp, daha çok okuduğumuzdan her şeyi biliyoruz. Bu çokbilmişlik sebebiyle, düşünmekten muaf tutulduğumuzu zannediyoruz. Aramamıza gerek yok. Nietzsche’yi veya Heidegger’i bildiğimiz için söylediklerinde daha mühim bir şeyi aramıyoruz. Aramadığımız için bulamayacağız. İnsanın sabırsız olduğu için kovulduğu cennete, tembel olduğu için asla geri dönemediğini söyleyen Kafka ne kadar haklı! Bilmekten ve anlamaktan yorgunuz, aramaktan ve yürümekten değil.

Zaman hızdan başka bir şey olmadığında, yakın olan uzaklaşır.

XII

Doğal bir kaynağa bağlı, tepesinde Musevilikte “gezinen” insanları sembolize eden altı köşeli bir Yahudi yıldızının bulunduğu içi oyulmuş bir kütükten ibaret olan çeşmeden su içtikten sonra, yüzümü önce Heidegger’in bulunduğum tarafa bakan çalışma odasının penceresine çeviriyorum. Sonra yavaşça kulübenin önündeki sonradan düzleştirilmiş açıklığa yürüyorum.

Filozofun düşüncesinin bu en mahrem ve münzevi mekânında kimlerle beraber olduğunu, kimlerle muhabbete daldığını şöyle bir gözlerimin önünden geçiriyorum: öğrencisi filozof Hans-Georg Gadamer’i, teolog Rudolf Bultmann’ı, hocası Edmund Husserl’i, tarihçi Gerhard Ritter’i, fizikçi Werner Heisenberg’i, yazar Ernst Jünger’i, şair Paul Celan’ı ve başka daha pek çok entelektüeli.

Ama ânında içim cız etmiyor da değil. Aynı düzlükte beraber oturup sohbet ettiği Nazi öğrenci ve meslektaşlarını da hatırlıyorum. Yapılan yürüyüşleri, söylenen marşları, yakılan ateşleri, geceleyin Kara Orman’ın çimenleri üzerinde yanan odunların dans eden alevleri arasında atılan “yurt müdafaası” üzerine nutukları ve doğanın ve coşkunun şairi Hölderlin’den (belki de “Yurdavarış. Hısımlara”dan) ezbere okunan mısraları tahayyül edebiliyorum:

Freilich wohl! das Geburtland ists, der Boden der Heimath,

Was du suchest, es ist nahe, begegnet dir schon.

[Değil mi ya! doğduğun ülkedir, yurdun toprağı,

Aradığın, yakındır, gelip karşılıyor bile seni.]13

Ne de olsa varmak, ulaşmak demek değildir; bu sebeple de varan, arayan olmaya yazgılıdır; çünkü aranan henüz bulunmamıştır. Aradığıma yakınlaşmak için bana yakın olmayana doğru yürüyorum. Kim bilir? Belki de üstad haklıdır: “Büyük düşünen büyük yanılır.”

XIII

Heidegger’in düşüncesindeki o kır havasına özgü sert ve özgürleştirici tını, aslında bu yüzyıla ait değildir. Kadim zamanlardan günümüze esen bir çayır rüzgârıdır. Kanatlarını kapatıp üzerine konduğu çiçekle beraber rüzgârda salınan kelebek misali, kadim olan ve aktüel olan yekvücuttur. Çok eskilerden gelir ve bize eşlik eder ve yeniden yuvasına geri döner.

Git! Korkma! Her nesne dönecek kaynağına,

Önceden olup bitendir ortaya çıkması gereken.14

Peki ama bize kalan nedir?

XIV

Bize kalan yamaçtan vadiye, “aşağıya” inmek ve ardından tekrar yuvaya, memlekete dönmektir. Hızla hareket etmesine rağmen değişmeden aynı kalan hayata devam etmektir. Belki de insan sürekli aynı hataları yapıp, aynı hayatı yaşamaya mahkûm bir varlık olduğu için kültürümüz değişimi bu kadar yüceltiyor ve vurguluyordur.‬‬

O gün bana yakın olmayan, tam üç sene sonra yine bir 7 Şubat günü vatanseverliği ölçüsünde hukuksuz olan bir kararla kaderim olarak tecessüm ediyor; önceden olup biten geç kalmıyor ortaya çıkmakta ve varıp, katlanılmaza katlanarak asıl yurduma ulaşıyorum. İşsiz ve yalnız kalıyorum yükümü daha kolay taşıyayım, uzaklardan nihayet dönebileyim ve sadede gelebileyim diye.

Pisa Kulesi kadar bile dik duramadığı için göz göze gelemediğimize içerleyip her geçen gün daha da hınçla dolan insanların arasında, Heidegger’in kulübesindeki “her şeyi yalnızlaştıran ve yavaşlatan” düşünmeye ne kadar yakın ve ne kadar uzak olduğumu idrak ediyorum.

Tarihin akışı içinde çiçeklenip meyve verebilmek için bu memleketin toprağına kök salması gereken ben ve bazı dostlarım, hiç de böyle dertleri olmayan üstün akademik vasıflarla donanmış vatansever rektörlerce saksıda yaşamaya mahkûm edildiğimizden beri elimde sisler içinde yürüdüğüm hac fotoğrafım, dilimdeyse kırık bir türkü: Memleketim, ah memleketim; talihim ve talihsizliğim!

XV

Heidegger’in kulübesini ziyaretimin üzerinden dört, üniversiteden ihraç edilmemden bu yanaysa bir seneden fazla geçti. Bu sürede hayatın kendisi talepleri ve dayatmalarıyla daha da bezdirici bir hâl aldı. Kendisini gökyüzünün enginliğine açan ve aynı zamanda yeryüzünün karanlığında kök salan Heidegger, nasıl oldu da aklıma düştü inanın ben de bilmiyorum.

Günlerim köksüzlük, umutsuzluk, sıkışıp kalmışlık ve çaresizlik duyguları içinde geçip gidiyor. Zor zamanlarda hafıza bir teselli kaynağı oluyor. Bilhassa zihni ve bedeni yormak için gecenin bir yarısında karanlık sokaklarda yapılan yürüyüşlerde. Yürürken şekilleniyor sorular; tek tek atılıyor fazlalıklar ve bir köpeğin telaşsızlığıyla çıkarılıyor sadece ve sadece o ânın tadı. Yürümek kendimizi kendimizle yakınlaştırıyor. Anlıyorum ki kendimle baş başa kalırken, Heidegger de kulübesi de sadece bir vesile.

 

Geh und trage

Fehl und Frage

Deinen einen Pfad entlang.

 

[Go bear without halt

Question and default

On your single pathway bound.

Yürü ve taşı

Kusurunu ve Sorunu

Kendi Patikan boyunca.]

Karanlığa gömülü bir yolda, karanlığı ve yolu hiç aklıma getirmeden yürüyorum. Yürüyorum; düşünüyor olduğum zannına kapılmadan yürüyorum. Umut etmiyorum. Gelmekte olanı beklerken sadece biraz hareket ediyor ve kendimi dinliyorum. Kök salmak için kendi derinlerime doğru yola çıkıyorum.

1 Refik Halid Karay, Mutfak Zevkinin Son Günleri, İnkılâp Yayınları, İstanbul 2015, s.164.
2 Şiirin Almanca, İngilizce ve Türkçesi için bkz. Martin Heidegger, Aus der Erfahrung des Denkens, Klett-Cotta, Stuttgart 2005, s.27; “The Thinker as Poet,” Poetry, Language, Thought, trans. Albert Hofstadter, Harper & Row Publishers, New York 1975, s. 14; Düşünme Deneyiminden, çev. Mustafa Tüzel, Nod, İstanbul 2014, s. 13.
3 Adam Sharr, Heidegger’s Hut, The MIT Press, Massachusetts 2006, s.19, s. 109 ve s.118. [Adam Sharr, Heidegger’in Kulübesi, çev. Engin Yurt, Dergâh Yayınları, İstanbul 2016, s. 20, s. 117 ve s. 128.]
4 Martin Heidegger, Tekniğe İlişkin Soruşturma, çev. Doğan Özlem, Paradigma Yayıncılık, İstanbul 1998, s. 43.
5 Martin Heidegger, On the Way to Language, trans. Peter D. Hertz, Harper & Row Publishers, New York 1982, ss. 123-124. [Martin Heidegger, “Dilin Doğası,” İnsan Bilimlerine Prolegomena/Dil, Gelenek ve Yorum, der. ve çev. Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayıncılık, İstanbul 2002, s. 50.]
6 Martin Heidegger, What is Called Thinking, trans. Fred D. Wieck and J. Glenn Gray, Harper & Row Publishers, New York 1968 [Martin Hiedegger, Düşünmek Ne Demektir?, çev. Rıdvan Şentürk, Paradigma Yayıncılık, İstanbul 2009.]; Martin Heidegger, Discourse on Thinking, trans. John M. Anderson and E. Hans Freund, Harper & Row Publishers, New York 1969 [Martin Hiedegger, Olmaya Bırakılmışlık, çev. Mesut Keskin, Avesta Yayınları, İstanbul 2013.]
7 Heidegger’in bu konudaki hayli kötü karnesi hakkında daha fazla şey öğrenmek için bkz. Julian Young, Heidegger, Philosophy, Nazism, Cambridge University Press, Cambridge 1998; Mark Lilla, Pervasız Dahiler/Filozof Entelektüeller ve Politika, çev. Ahmet Ergenç, Paradigma Yayıncılık, İstanbul 2006, ss.3-51.
8 İnşa etmek ve iskân etmek, bina ve mesken, köprü ve yer gibi Heidegger’in düşüncesindeki mimarî kavramlar için bkz. Adam Sharr, Mimarlar İçin Heidegger, çev. Volkan Atmaca, YEM Yayın, İstanbul 2013.
9 José Pablo Feinmann, Heidegger’in Gölgesi, çev. A. Cengiz Büker, Doğan Kitap, İstanbul 2009, s. 93.
10 Martin Heidegger, Profesör Heidegger 1933’te Neler Oldu? Der Spiegel’in Heidegger’le Tarihi Söyleşisi, çev. Turhan Ilgaz, YKY, İstanbul 1993, ss. 29-30.
11 A.g.e., s. 34.
12 Peter Trawny, “Heidegger’in ‘Kara Defterleri’ Üzerine,” çev. Pınar Ecevitoğlu, https://viraverita.org/yazilar/heideggerin-kara-defterleri-uzerine 
13 Hölderlin, “Heimkunft. An Die Verwandten,” (“Yurdavarış. Hısımlara”), çev. Oruç Arıoba, Defter, Yıl: 8 Sayı: 25, Metis, İstanbul, Sonbahar 1995, ss. 14-15.
14 Hölderlin, Empedokles, çev. İsmet Zeki Eyüboğlu, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 2000, s. 153.