Ebru Askan: Yazıyı birilerine ışık tutmak, bildiğim bir sırrı paylaşmak, toplumsal bir meseleyi unutturmamak yahut derdinden kederinden öldüğüm bir olayı-yaşantıyı anlatmak için kullanmıyorum...
23 Ağustos 2018 12:40
İlk öykü kitabı Beni Kim Sevsin, 2015 yılında Ayizi Yayınları tarafından yayımlanan Ebru Askan’ın ikinci kitabı Böyle İyi mi!, geçen aylarda Edebi Şeyler Yayınevi etiketiyle okura sunuldu. Ebru Askan ile yazarlığı, öyküleri, edebiyat ile kurduğu ilişki üzerine konuştuk…
Yazı ile olan ilişkini konuşarak başlayalım istiyorum izninle… Yazı yazmak ne demek senin için? Ne oldu da masanın başına oturdun?
Aslında böyle şeyler birdenbire olmuyor, insan bunu geriye dönüp baktığında görebiliyor ancak. Yazılan ve edebiyat dersinde utana sıkıla okunan şiirler, başka yazara ulaşma imkânım olmadığı için tekrar tekrar okuduğum Kemalettin Tuğcu’yu taklit hikâyeler, sonra yazılıp yırtılan ajanda dolusu günlükler ve açılıp kapatılan blog’lar derken başı sonu belli, adına öykü denebilecek yazılar… Bana kalsa yayımlamam çok zordu ama neyse ki yaz diyen, dene diyen, devam diyen dostlarım olmuş şu hayatta. Yazmak ise olmazsa olmazım, nefesim suyum değil. Yolda kaldığımda, ilerleyemediğimde, buradan sonra ne ola ki dediğimde sarıldığım yoldaşım. Umulur ki beni bırakmaz…
Peki, edebiyatla nasıl bir ilişki kuruyorsun? Gündelik hayat ile olan ilişkinde nerede duruyor? Okur ya da yazar olarak, bu ikisinin iç içe geçtiği, ayrıştığı anları da dahil edelim…
Hayatımın büyük çoğunluğu babamın peşinde şehirden şehre taşınmakla geçti. Bu şehirler ise küçük, unutulacak kadar uzak yerlerdeydi bazen. Her yeni şehirde arkadaş edinmek, tekrar bir hayat kurmak bir yetişkine göre kolay olsa da bir süre sonra hayatınızda değişmeyecek bir şeyler arıyorsunuz. Benim için kitaplardı. Kitaplarla ilişkim ise “mutlaka okumalıyım, okumadan ölmemeliyim, yazmaya cüret eden şunu okumamışsa katiyen olmaz” tarzı cümlelere yer vermeyecek kadar aylak. Uzun süre sadece roman okudum, okulun etkisiyle siyaset bilimi, sosyoloji vb. kitaplara dadandım bir süre; âşık oldum, şiirleri keşfettim; sonra bir söyleşi okudum -yazarı bende kalsın- öyküye/hikâyeye takıldım kaldım. Epey bir süre çağdaşlarım ne yapmış diye kaçırmaksızın okudum. Sonra ustalar vs... Ama tabii bunun sonu yok. Hele de okuduklarımın çoğunda kadınlar yan rollerde olunca, erkeğin hikâyesini daha da güçlendirmek için kullanılmış yardımcı bir öge konumundan çıkamayınca ve yazan kadınlara ille de melankolik, ille de prenses, ille de “deli” vb. sıfatlar yakıştırılınca sanırım doldum taştım, ilk kitap öyle bir doluluk sonucu yazıldı. Bir daha yazar mıyım bilemiyordum. Baktım ki heybe ağırlaşıyor ve bu ağırlık içinde ne aradığımı bulamaz hâle geliyorum, yeniden bir dosya oluşturdum. Yazmak biraz da yolda kalmak benim için. Yani devam edemesem de orada bekleyebilmek. Belki bir okur çıkar da “senin derdin şu a canım” der. Okumayı ise çok özledim.
Yakın zamanda ikinci kez anne oldun. Son öykü kitabında, “Çocukça Dua”da da mesela hamile bir kadının hem bedensel varlığını kanlı canlı duyuyoruz hem de ilişkisine dair mırıltılarına kulak kesiliyoruz. Öyküde dolanan hamile kadın bedeni bir yönüyle distopik, bir yönüyle de tuhaf biçimde vahşi, ilk olana ait… Şu her daim burnumuza sokulan “huzurlu, şefkatli, sabırlı, aşırı sakin” hamilelik hâlinden çok uzak… Kadına bedeninin varlığını sürekli dayatan hastalıklı bir hâl gibi öyküde… Bunun yanı sıra, yazan kadınlara yöneltilen “meşhur” soruyu sorayım mı artık? Çocuk bakımı, onu besleyip, büyütmek, eğitmek, ilgilenmek hep yazarlıktan önce gelmeli, çoğu zaman yazmaya ayrılacak zamandan çalan, onu kemiren bir şey gibi ya da çocuktan azade olmak yazmak için belirleyici, özgürlükçü yol gibi düşünülüyor. Şüphesiz bu konuda çok yol alındı, bazı şeyler aşıldı ama… Aşıldı mı sahiden? Yazı yazmak ile çocuk büyütmek, anne olmak arasındaki gerilimler ya da alışveriş için ne dersin? Ya da yazarlığının içinden düşündüğün, onu biçimlendiren bir şey mi anne olmak?
İlkinde çok gençtim ve annelik hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Tek bildiğim bir bebek istediğimdi. Ama o ilk annelik beni fena sarstı. Öyle bebeğimi gördüm ve sonsuz bir aşk başlamadı. Evet, onu çok sevdim. Hep sevdim. Ama o benim hayatımı da elimden mi almıştı? Her şey ona göre mi olacaktı? Bir daha asla “Ebru” olamayacak mıydım? Uzatmayayım, bin çeşit soruyla geçti uzun süre. Şimdi buradan baktığımda ise, ikinci anneliğimden ve geçen dokuz yıldan sonra, “normal” bir anne olmadığımı, olmak zorunda olmadığımı kabul ettim ve ikinciyi hayatıma dâhil etmek ve onla yola devam etmek ilkine göre daha kolay oldu. Ama ne kadar yol alınırsa alınsın, annelik ilk yıllarda pek çok şeyin yarım kalması, pek çok şeye geç kalmak benim için. Mesela okuyamıyorum şu an. Ve yazamıyorum. Zihnimin berraklaşmasını, sisin çökmesini, duygu durumumun en azından bu kadar sık değişmemesini bekliyorum. Bir de tabii hamilelik çok kolay da geçebilir, benim gibi beş ay açlık, dört ay tansiyon sorunlarıyla da. Sonrası doğum, inanılmaz bir tecrübe ama bir o kadar da sarsıcı. Hâlâ o gün tam olarak ne olmuştu bilemiyorum. Annelik ise durmaksızın bir şeyler yapmak ve düşünmek, şimdilik. Ve bu düşündüğüm şeyler kaçta yatmıştı, ne kadar emmişti, niye böyle kaka yaptı, bu normal mi, her şey yolunda mı tarzı paranoyanın sınırlarında da olabiliyor. Bebeğinizi büyütürken herhangi bir anda keşfettiğiniz yaranızla baş etmeye çalışmak da olabiliyor. Bir çocuk büyütmek insanı unuttuklarıyla yüzleştiriyor ve pek çok şeyi de görünür kılıyor. Elbet sular durulacak ve ben de istiflediğim kitaplarıma gömülebileceğim. Ve tüm bu yaşadıklarım, düşüşlerim, yükselişlerim, bir küçük insanla dünyayı yediden keşfedişlerim, eksik kalışlarım, gecikmelerim yazıma da tesir edecektir. İyi mi olur kötü mü bilemiyorum. Bir de işin beraber okuyup yazmak kısmı var ki, oğlumla yapıyoruz, tadından yenmiyor.
Apartmanlar… Tıpkı apartmanların mimarî yapısı gibi üst üste binmiş, yan yana düşmüş hayatlar öykülerinde yer buluyor. İlk kitabında “Mavi Mozaikli Apartman” öyküsü, bu kitabında da “Pembe Apartmandaki” adlı öykün... Nedir seni bu bir biçimde birbiriyle kesişen, bazen de birbirinden uzağa savrulan hayatlara karşı çeken? “Başlangıç” öykünde de “kendimin hem dostu hem de hiç haz etmediği zoraki komşusu oldum” diyorsun…
Apartmanda yaşamaktan mutsuzum. Bana hapishaneleri hatırlatıyor. İnsanlar için uygun yapılar olduklarına inanmıyorum. Bir de onca hikâye birikiyor. Ama kimsenin bu anlatıları dinlemeye vakti yok, hep “koş koş”, “yetiş yetiş” hâli ve şimdilerde bir de buna eklenen “daha daha”, “yeni yeni” arzuları. İnsanların bu şekilde mutlu, huzurlu, sağlıklı olabileceklerine inanmıyorum. Ama işte bir umut, belki pembe bir apartmanda yaraları öpüp iyileştirecek birileri kalmıştır.
Buradan, ilk öykülerinden başlayarak “kendilik” ile verdiğin mücadeleye gelmek istiyorum. Her şeyden, herkesten önce kendi ile derdi olan bir sesin var senin. Bence senin öykü izleklerinden birinin de “zül” olması buna dayanıyor. Her şeyin zül hâline dönmesi senin kendinle olan mücadelenle ilintili sanki… Hatta Böyle İyi mi! kitabının ilk ve son öykülerinde, sonunda okumaktan, anlatmaktan bile sıkılıyorsun: “İnanmak, yeni hikâyeler dinlemek istemiyorum. Bu son olsun” diyorsun. “Başlangıç” adını taşıyan öykün de bu açıdan çok şey söylüyor okura. Önce kendini, tanıyamadığın kendini, sonra kelimeleri yazan sesi, yazılanları imha ederek başlıyorsun hikâyelerini anlatmaya: “Şu dünyada hiçbir şeyi üzerime alınmadım. Ne tatlı bir söz, ne bir güler yüz, ne de sevildiğine dair bir dokunuş. (…) Kötü olan ne varsa kendime sandım. Öyle öyle kendime kapandım. (…) Ne de olsa insan kendi kendinden kurtulmalı, bildim. Her şeye baştan başlarsam kendime layık bir son bulurum belki dedim.” Kendimizi sevmemiz öğretilmiyor sanırım hiçbirimize, sadece kendimiz tarafından değil, başkaları tarafından da sevilme isteği fazlasıyla lüks ve ayıp bir şey gibi...
Yazıyı birilerine ışık tutmak, bildiğim bir sırrı paylaşmak, toplumsal bir meseleyi unutturmamak yahut derdinden kederinden öldüğüm bir olayı-yaşantıyı anlatmak için kullanmıyorum. Bir platformun üzerindeyim ve aşağıdakilere “hey, beni takip edin, burası doğru yol, burada bulacaksınız aradığınızı” demiyorum. Ya da bağıra bağıra isyan etmiyorum. Aslında bunların hepsini de içeriyor öykülerim. Elbette, kendi doğrularıma göre yazıyorum, elbette bir derdim var ve tabii ki toplumdan soyutlanarak yazmıyorum. Bu, günün sonunda, her şey olup bittikten sonra ortaya çıkıyor. Yoksa masaya öyle saiklerle oturmuyorum. Tamamen kendi hâlimden yola çıkıyorum. İlk kitapta bir türlü sevgisizliği anlayamamıştım, insan neden sevmez ki diye diye yorulmuştum. İkincisindeki hâlim ise daha suskun, artık eskisi kadar konuşmak, “bak, bunu bunu yaptın da bunlar bunlar oldu” diye anlatmak istemiyor. Bunlara ihtiyacın olmadığını, eğer çok konuşuluyorsa aslında çözümden uzaklaşıldığını düşündüğüm için belki de bazı öyküler okurlar için tamamlanmamış hissi yaratacak. Bir tatmin, bir rahatlama vadetmiyorum. Aslında tatminin olmadığı noktada sorgulamanın başlayacağına inanıyorum. Biraz “saçma”da takılmış gibiyim ve o hâl üzerinden ilerledi öyküler. Yani mânâya olan inancımı yitirecekken, oturdum bunları yazdım. Belki de “bunların hepsi yanlış, sen bir rüya görmüşsün, haydi uyan,” demesi içindir. Yani evet, meselem tamamen şahsî, ama öykülerim bir anı, bir yaşantı da değil.
“Farz-ı Misal” adlı öykünde “Kadınlar sevilmediğini bilir. Erkekler? İyice ayrımcı oldum. Herkes bilir tabii de, kadınlar daha…” diyorsun. Öykülerindeki kadınca bilişler, hatta bilmeyişler üzerine konuşalım mı biraz? “Alışır Alışır” ya da “Hamamcının Rüyası”, “Maşallah Ana” mesela…
İlk kitabımdaki “Ateş” öyküsü şöyle bir yorum almıştı; “muhafazakâr olmayan çevreden yazılan ikna odaları öyküsü muhafazakâr bir kadının durumunu hiç de ajite etmeden ve sömürmeden vermiş” mealindeydi. Okuyan çok şaşırmış belli ki. Oysaki bu seziş, yetenek, biliş, hissetme hâli her insanda var. Ama insanların çoğu bu bilişle hareket etmektense ön kabulleri, yargıları, sembolleri tercih ediyor. Hazır kalıp cümleler, hazır kalıp çözümler… Hangi taraftan olunursa olunsun, varılan sonun hep özgürlüğü kısıtlama, bir başkasını susturma, yok sayma, ezme, yıkma, yok etme olduğunu görürsünüz. Hayvan sevgisinden bahseder biri, karşısına “insan daha önemli ohoo,” diyen biri çıkar mesela; biri bir rüyasını anlatır, gülen çok olur da “gel birlikte yapalım,” diyeni bulamazsınız; biri bir işe cüret eder, cesaretini kıran en yakınındaki olur vs. Kimsenin o sesi dinlemeye vakti yok gibi. Ama neyse ki hâlâ o sesi susturmamışlar var. Dünya onların sayesinde yaşanılır bir yer. Sanırım şu dünyada en çok acı çekip üzülenler de -çok acı var- onlar.
Senin öykülerinde sadece kendinden, kendinin yarattığı kelimelerden değil her şeyden kurtulma isteğini duyuyoruz aslında. Rüyalardan, evlerden, kocalardan, sevgililerden, duygulanmalardan, anne ve babadan, aileden, korkulardan, kişinin aidiyetinin bir türlü son bulamadığı toplumsal sınıflardan… Ne dersin?
Roller, sınıflar, statüler, unvanlar çok yorucu ve hiçbiri kalıcı değil. Böylesi uçucu bir şeyin ağırlığı ise inanılmaz. Daha birkaç gün önce çalıştığım kurum kapatıldı. Oysa 40 yıl düşünsem ve 40 yılın sonunda bir o kadar daha düşün deseler aklıma gelmezdi. Ama bu çağ öyle bir çağ, ayaklarımızın altındaki halılar çekiliyor. Bunu bile bile bir şeylere sıkı sıkı sarılmak, onları sırtıma yük, zihnime kurt yapmak akıllıca gelmiyor. Söylemesi kolay da yaşaması zor imiş elbette… Yine de sarılacağım, bir umut arayacağım ve vazgeçmeyeceğim şeyler bana statüyle gelenler olmayacak.
İşin içine aitlik girince, sevgi de görünmez oluyor ve o rol ne gerektiriyorsa onu yapmak zorunda kalıyor insan. Annelik bile öyle. “Ama artık sen annesin” kadar bir insanı depresyona sokacak başka cümle var mıdır bilemiyorum mesela. Bir kitap yazdığınızda da o -meli/-malı cümleleri çok uçuşuyor. Biraz birbirimize nefes aldırabilsek belki daha mutlu insanlar olabiliriz.
Kitaplarına seçtiğin adlardan da bahsedelim istiyorum. Beni Kim Sevsin? ya da Böyle İyi mi!. Kitaplarının içinde yer bulan öykülerden birini seçmiyorsun. Genel bir temayülden kaçan bilinçli bir tercih gibi seninki. Üstelik kitap adları da açıkça okuru yönlendiren başlıklar değil, savuran başlıklar… Bu başlıklar ne tür bir anahtar sunuyor senin metinlerin için?
Öykülere isim vermeyi bile sevmiyorum. Bir şeyi isimle kısıtlamak bana zor geliyor. Çocuklarımın isimlerini de hep geç bulabilmişimdir. Kitabın adında bu zorluk had safhaya ulaşıyor. Herhangi bir öyküyü öne çıkaracak adlandırmanın okuru yönlendirici olduğunu ve hiç yoktan diğerlerini gölgede bıraktığını düşünüyorum. Sanırım benim için isimler her şey yazılıp bittikten sonra, “meğer ben her şeyi bu isim için yapmışım” dediğim noktada ortaya çıkıyor. “Beni Kim Sevsin?” sevgiye çokça önem verdiğim ve inandığım bir dönemde ortaya çıktı. “Böyle İyi mi!” artık ikiyüzlülükten, rollerden, gerçek olmayandan bunaldığım bir dönemde, yani aslında bir soru değil de imdat gibi…
Son kitabında “Hırçın Çiçek”, ilk kitabında ise “Masal” adlı öykülerinde hem ensest meselesini hem de çocuklara yönelik cinsel istismarı cesur bir dille anlatıyorsun. Bu meseleleri anlatırken yazarın, anlatan sesin tavrı üzerine biraz konuşalım mı? Sen nasıl konumlandırdın kendini?
Çocuklar en büyük zaafım. Onlara yönelik zülüm ve istismarları zihnimde bir türlü konumlandıramıyorum, bu sebeple kalemim hep oraya varıyor. İlk kitaptaki “Masal” öyküsü biraz daha yakından bakan, biraz daha üzen bir öykü idi, kim bilir belki bir çocuğun dilinden dinlemek bir umur olur diye düşünmüşümdür. Ama hakikat öyle değil. Çocukları duymadığımızı anladım. Oysa onlar susmaz, mutlaka bir şekilde anlatırlar. “Hırçın Çiçek”te bu yüzden biraz daha uzaktan anlatıyorum. Belki de anlatmıyorum bile, onun bir çocuk istismarından bahsettiği “Masal”daki kadar belirgin değil. Çünkü burada derdim biraz da kimsenin, en yakının bile aslında dinlemediği, gerçek bir dinlemenin büyük bir sarsıntı yaşatabileceği.
“Bi’daha” adlı öykünde edebiyatla hayatın mücadelesini, elbette hakikatle gerçekliğin mücadelesini de sorguluyorsun… “İnanmak” çok mühim bu öykünde belki burada ikna olmak biraz da, bir o kadar da uçucu bir şey… Elinden kayıp gidiyor âdeta. “Uyanmaya hazır mıyız? Uyandığımız yerde göreceğiz birbirimizi”, sonra “Çocukça Dua” da “İnanmak ister insan. Yoksa korku çürütür” diyorsun…
İnanmıyor, kendimizi kandırıyoruz ziyadesiyle. Edebiyat da bu kandırma için kullanılabilecek şahane bir araç. Velhasıl kelam, edebiyatı da sömürüyoruz, ne kadar daha buna müsaade eder bilemiyorum ama şu an bir imaj yaratmakta, sizi görünür kılmakta. Belki dergilerin bu kadar artması, öyküye bunca düşkünlük de bundan. “Bi’daha” öyküsü böylesi bir kandırmadan, oyundan sıkılmış, uyanmanın bir yolunu arıyor. Umulur ki vardır!
Kadın cinayetlerine dokunduğun “Patates Günü”, yine “Farz-ı Misal”, “Nereye Gittin” adlı öykülerinde yazar olarak sesinin duyulmasından çekinmemişsin… Mesela “Lavabo mu desek daha edebi olur” gibi…
Yazarı da bir karakter olarak kurguya eklemek elbette yeni bir fikir değil, ama edebiyatın kandırmacasından -bilge yazar-tanrı yazar- soyutlanabilme uğraşı diyebilirim.
Senin yazma biçimin biraz Anne Carson’ın “Bazen bir konuda ne düşündüğümü kestirebilmek adına yazıyorum” tavrına da benziyor sanki… Anlamın eşiğinde bekliyorsun, öykünün peşinden gidiyorsun, biz fragman biçiminde olayları seyrediyoruz. Bir seyreden, anlamı yakalamaya çalışan kişiler gibiyiz. Bazı okurlar için bu bir eksiklik gibi algılansa bile, son dönemde çok tercih edilen bir tavır olarak aforizmalar ya da spot cümleler yaratmaktan çok uzaksın, bu bence okura nefes aldıran bir şey… Sen ne dersin?
Eğer bir öyküyü okuduktan sonra “oh be” demek, öfke duymak, kederden ölmek, acıdan kıvranmak, mutluluktan uçmak isteniyorsa, bu kitap onu tamamen karşılamayabilir; tatminden uzak olmayan, okura tamamlanma hissini de yaşatacak öyküler olmakla birlikte, bu kitap bu sefer fazlaca konuşmak istemeyen, okuyanın zaten onları bildiğini kabul eden hâl üzerine yazıldı. Yani tahkiyedeki eksiklik belki o soruyu sordurur umuduyla; böyle iyi mi?