Ayşegül Devecioğlu: Benim hayal ettiğim dünyada insanlar varoluşlarını öyle zenginleştirecekler ki sanat kimilerine özgü bir ayrıcalık olmaktan çıkacak...
09 Mart 2017 13:57
Roman ve öykü kitaplarıyla tanıdığımız Ayşegül Devecioğlu’yla, referandum tartışmalarının sürdüğü yoğun siyasî gündemin arasında söyleştik. Ayşegül Devecioğlu’nun deyimiyle, “edebiyata zaman çaldık.” Devecioğlu’yla siyaset- edebiyat ilişkilerinden yazma yordamlarına, kadın olarak yazmanın anlamından dilin imkânsızlıklarına dek pek çok konuya değindik. Devecioğlu’nun “kendine ait odasına” konuk olduk.
Bir söyleşinizde diyorsunuz ki: “Siyasî kavramlar ne denli güçlü olurlarsa olsunlar, kaybolan zamanın hakikatini bize vermekte yetersiz kalıyorlar. Arada yalnız edebiyatın doldurabileceği bir mesafe kalıyor.”
Bir 12 Eylül romanı olarak nitelendirilen Ara Tonlar’ın o hakikati yakalayabilmesinin temelinde ne tür bir poetika var? Gündelik hayata ve düşünme kalıplarına sızmış siyasî kavramlardan kendini kurtararak siyasî bir hikâye anlatabilmenin imkânını nerelerde görüyorsunuz?
Öncelikle siyasî metinler siyasî kavramlarla bir olguyu tarihselliği içinde kavrayıp açımlarken işleyişlerinin kaçınılmaz bir parçası olarak o olguya bazı genellemeler ve nesnellik adına bazı şeyleri dışarıda bırakacağı önceden kabul edilmiş kavramlarla yaklaşırlar ki ben bunun çok gerekli ve kıymetli olduğunu düşünüyorum. Siyasî metinler yapıları gereği bir mesafeden konuşur. Bu mesafe gereklidir. Bir siyasî metinden almak istediğimiz bilgi de farklıdır ve o bilginin niteliği bu mesafeyi gerekli kılar. Edebî metinlerle siyasî metinlerin talip olduğu hakikat de farklı, ki zaten böyle olmasaydı ve siyasî metinlerin de tümüyle insanî olanı anlattıklarına inanmasaydım, edebiyatın, hakikat ile siyasî kavrayış arasındaki mesafeyi insan hikâyesiyle doldurduğundan söz ederek sorunun kenarından fiyakalı biçimde geçerdim. Ve kendim de ikna olmazdım. Çünkü bu işleyişi çok daha karmaşık biçimde düşünmek gerekiyor.
Edebîliğin işlediği bir metinde biz her olgunun ve olayın arkasında insanlık manzumesini görürüz. Dünyayla tamamen farklı ve tamamen özgün biçimde temas ederiz. Kahramanlarla özdeşleşiriz; ayrı zamanlarda, ayrı mekânlarda yaşamış olmamıza rağmen bu özdeşlemeyi mümkün kılan büyük insanlık hikâyesinin birer parçası olmamızdır. Bunu edebiyat öyle bir yolla yapar ki, başka bir bilgiye ulaştırır bizi. Burada edebiyat “eksik” bir anlamı eksik olduğunu bile bile yakalamaya cüret eder. Dil kelimelerden çok daha fazlası olarak işin içindedir. Ama dil hakikatı kavramakta yetersizdir. Yazarın bütün bu güçlükler içinde edebî bir metin ortaya çıkarmayı başarabilmesi için edebiyatı araç olarak kullanmaması gerekir. Çünkü aslında edebiyatın araç olarak kullanılması da mümkün değildir. Yani sistem şöyle işlemiyor: Anlatacağım şeyi edebiyatla anlatayım ki okuyanları etkilesin. Tam tersine dünyayı, anlattığı şeyi diyelim 12 Eylül’ü sadece edebiyata özgü biçimde tanıması gerekir. Benzersiz biçimde. Ancak bu tanıyışla hikâyeyi edebî biçimde anlatmak da mümkün hâle gelir. Siyasetin toplumsallaştığı, siyasî hareketliliğin yükseldiği diyelim 12 Eylül öncesi ve gezi direnişi gibi hallerde siyasî kavrayışın bazı halleriyle edebî tanımanın bazı bakımlardan benzeştiklerini de düşünüyorum. Dünyayla hemhâl olmak anlamında.
Bu söylediklerimin bildiğimiz anlamda poetikayla ilgisi varsa bile yazdığım 12 Eylül roman ve öykülerinde edebîliği işler kılan sistemi benim kavrayıp anlatmam pek olanaklı değil. Poetik okuma benim farkında olmadığım şeyleri de içerir.
Sizin de farkında olmadığınız şeylerin metne geçişi nasıl gerçekleşir? Bu zaten kendiliğinden olan, yazma eyleminin zorunlu bir sonucu mudur? Yoksa sizin buna izin vermeniz mi gerekir? Eğer öyleyse ne yaparak ya da ne yapmayarak metne farkında olmadıklarınızı dahil edersiniz?
Yazma eylemi kendiliğinden değil. Tam tersine akıl, kurgu, sistem, emek gibi kavramların işin içinde olduğu bir eylem. Ben de oldum olası bu süreci mistifiye etmekten özenle kaçınırım. Ama bu sürecin büyülü bir yanı olduğunu da teslim ederim. Fakat edebî tanıma söz konusu olduğunda yazar zihnindekilerin tam olarak farkında olamaz. Çok yoğun zihinsel emek harcayarak bunları bir kurgunun, karakterlerin içine sığdırmaya çalışır. Dil ile mücadele eder. Çünkü az önce de söylediğim gibi dil tanıdığı şeyi anlatmakta her zaman yetersizdir, yetersiz olacaktır.
Somut bir örnek vereyim ben Ara Tonlar’ı yazarken Tiffany’de Kahvaltı bölümündeki İsabel’le MİTçi’nin hikâyesi zihnimin derinliklerinden çıkıp geldi. Niye geldi? Bu sorunun yanıtını veremem. Niye ben belki yarın ölecek bir insanın son bir kaç gününde yaşadığı aşkı bütün âna hapsedilmişliği ve geleceksizliğiyle -çünkü aşk sonsuzluğa meraklıdır, bunun imkânsız olduğunu bile bile meraklıdır- bütün farklı çağrışımlarıyla Tiffany’de Kahvaltı’ya teslim ettim. Yanıtı yok. Önceden planladım mı? Hayır. Niye çok başka türlü de anlatılabilecek bir siyasî kaçaklık hikâyesini Çiççionalya adında bir rüya kedisine teslim ettim? Ki bu bölümü hakikaten de rüyamda gördüm. Cevabım yok. Niye anlatıcı isimsizdi? Baştan böyle mi kurgulamıştım? Hayır. Sonradan bazı söyleşilerde de sorulan sorular üstüne düşünüp söylediğim gibi isimsizliğin anlatıcıya verdiği tedirgin edici erki tercih etmiş olabileceğimi düşündüm. Bilmiyorum.
Demek ki kendiliğinden olmayan ama tanıma, bilme, yazma süreçlerinde dünyaya teslim olmayı göze almamız gereken bir durumdan söz ediyoruz. Benim için en önemli ipucu, bedenimizin de işin içinde olması. Yazarken, disipline edilmiş bedeninizin bu disiplinin dışına çıkmaya meylettiğini hissedersiniz. Bir çeşit vahşileşme diyebilirim, daha iyi bir kelime bulamadım. Olay bütünüyle insanlık dediğimiz şeyin içinde gerçekleştiği halde insanlığınızın yetmediği bir durum. Sezgilerinizin zincirlerinden boşanması, bilincin belki biraz hayvanlara özgü tehlikeli bir keskinliğe ulaşması. Bütün bunlar olurken metnin kurgusuna, karakterlere anlamın oluşma biçimine kadar bütün alanlarda kararı etkileyen çok ince, ölçülü biçili bir terazinin işin yine de merkezinde olması. Buralarda neyin içinde kaldığımı, neyin dışına çıktığımı bilmiyorum. Ve daha iyi anlatacak kelimelerden de şu anda yoksunum.
Söyleşilerde sorulan sorular üzerine düşünürken bulduğunuz şeylerden söz ettiniz. Kendi metninin okuru olabilmek yazma esnasında da mümkün müdür sizin için? Bir metnin oluşum sürecinde böyle bir çabaya girmek kendi ayağına çelme takmak mıdır, yoksa böylesi bir eleştirel gözün yararına mı inanırsınız?
Okurluk hâli tek bir hâl değil. Mesela benim kitap yazmaya başlamamla birlikte okurluğum da değişti. Edebî metinlerle ilişkim farklılaştı. Bunun belki başka hazlara açılması anlamında olumlu bir yanı olduğu gibi zaman zaman keşke kitap yazmasaydım da eskisi gibi okur olarak kalsaydım dedirtecek kadar olumsuz gelen yanları da var. Buradan yola çıkarsak demek okurluk derken de tek bir durumdan söz etmiyoruz. Yazarken kendi kitabımın okuruyum elbette fakat bu okumanın ve okurluğun niteliği çok farklı. Eleştirel göz her zaman ve mutlaka var, fakat bu gözün görme biçimi farklı.
Kitap yazmaya başlamanızla birlikte edebî metinlerle ilişkinizde değişen neydi, bundan biraz bahsetsek?
Bakışım saflığını yitirdi. Beşiğinde mışıl mışıl uyuyan okurlardan değildim. Duras, Beckett, Genet… ama metinlerle ilişkim eskisi gibi değil. Tekniği fark etme, okurken bu yüzden tökezleme, yazarın attığı adımları, nereden nereye gittiğini görmek, eksiklikleri bulmak, küçümseme, rekabet, kıskançlık, biçim değiştirmiş bir hayranlık, ustalık karşısında ümitsizliğe kapılma. Bunları da açıksözlükten çok aksini iddia etmeyi aptalca bulduğum için söylüyorum. Umarım çarmıha gerilmem.
Belli bir roman üzerinde çalışırken, yazarken başka edebi metinler okur musunuz? Demin sözünü ettiğiniz “engeller” sizi yazma sürecinde okumaktan alıkoyar mı? Bir de soru içinde ikinci soru; yazacağınız konu, hikâye için farklı okumalar yapar mısınız? Bu tür bir hazırlık süreciniz var mıdır?
Yazarken başka edebî metinler elbette okurum. Ama en çok da yıllardır defalarca okuduğum altı yedi kitabı yanımdan ayırmam. Herhangi bir yerinden açar okurum. Bu benim için önemli bir şey. Nedeni herhalde yazarken kendimi “evimde” hissetmek istemem. Yazacağım kitap için ön hazırlık babında pek çok farklı disiplinde pek çok farklı kitap okurum. Araştırma yaparım, insanlarla konuşurum. Kuş Diline Öykünen ve Ağlayan Dağ Susan Nehir’de böyle oldu. Ara Tonlar’da pek bu türden bir hazırlık yapmadım. Öykülerde de öyle. Şimdi yazdığım roman için birçok makale, haber ve özelikle yeraltı edebiyatı okuyorum.
Defalarca okuduğunuz o kitapları merak ettim. Ama belki söylemek istemiyorsunuzdur, anlarım. Bir de tabii şimdi yazmakta olduğunuz romanla ilgili bizimle paylaşabileceğiniz bir şeyler varsa onları da duymak çok isterim.
Kitaplar bana kalsın. Referandumda hayır çalışmasının yoğunluğu yüzünden fena halde kesilen, başka metinler yazdığım ve zihnim tamamen güncel siyasetle meşgul olduğu için dışına çıktığım, yeniden içine girmek için günler harcadığım bir roman var. Benim günler harcamam da kapıdan içeri girmemi sağlamıyor bu arada.
Araştırma süreci ile yazma süreci iç içe mi geçer peki? Yoksa araştırma safhasının bitmesini mi beklersiniz? Aslında en başından alacak olursak, bir romanın belirmesi ve sonrasında ete kemiğe bürünme aşamaları nasıl işliyor sizde?
Bir şey içimde hikâyesiyle doğar. Yani onu gördüğüm ve dikkatimi çektiği zaman onu saran dünyayı da fark etmişim demektir. Şimdi yazdığım romandaki çıkış noktam olan pembe yorganı, yorgan olarak görmedim, içime hikâyesiyle doğdu. Sonra onun açtığı kapıdan girer ve dünyayla bu kez çok farklı bir düzeyde temas ederim, kendimi dünyaya açarım ve her şey de oradan doğar. Yazma sürecinde zihnimden neler çıktığını görmek beni çok heyecanlandırır. Aşağı yukarı çıkış noktamda kalırım ama arada o kadar çok şey değişir ki, buna her zaman şaşırdım herhalde hep de şaşıracağım. Roman boyunca hem romanın hiçbir zaman bitmeyeceğini, bir öncekinin son yazdığım kitap olduğunu ama aynı anda kesinlikle tamamlanacağını ve benim dizgiyi elime alacağımı düşünürüm. Bütün yazarlar gibi kelimelerle boğuşurum. Dil bana yetmez. Dil dünyaya yetmez. Her ifade yetersiz kalır. Ama yazmanın bence en tatmin edici yanı da gerçekten hakikati ifadeye sığdırdığınıza inandığınız anlardır.
Benim için esas zorluk şurada; benim yorganı gördüğüm bakışın ardında benim tarihim vardır, bedenimin travmaları, yaşama sevincim, dünyaya ve insan ilişkilerine yüklediğim siyasî anlam, hepsi vardır. Yazar olarak yaşadığım zorluk da bu bakışımdan kaynaklanmaz. Siyasî mücadelenin içinde bulunmaktan dolayı zihnim durmadan parçalanır. Dünyayla, romanla birlikte kurduğum teması kaybederim. Onun dünyasından çıkarım. Halbuki benim yorgan’ın dünyasında olmam gerekir. Roman yazarken bundan daha büyük bir eziyet düşünemiyorum. Ha diyeceksiniz ki o zaman siyasetle uğraşma buna da verilecek bir yanıtım yok. Sadece diyebilirim ki imkânsız. Ben tarihimin ve siyasî bakış açımın kavrayışımı derinleştirdiğini inkâr etmiyorum, aksine. Ancak siyaseti de eyleme tarzım ikisini bir arada yürütmeye elverişli değil. Çünkü orada “konuk yazar” değilim. Bütün zihnimle bütün varlığımla bulunmaya çalışıyorum, kendimi geri çekip sınırlandırdığım zaman da siyasî mücadele içinde bulunuş tarzımdan memnun olmuyorum. Çünkü tarihim buna elvermiyor. O yüzden kendime hak da vermem, eşe dosta ağlar sızlarım, ama bunun değişmeyeceğini de bilirim. Eğer yanılmıyorsam bu durum yani siyasî oluşumdan ziyade siyasî mücadele içinde bulunuş tarzım yazarlığıma etki ediyor. Derinden derine hissiyatım bu etkinin edebiyat açısından olumlu olmadığı yönünde.
Peki, siyaset alanında bulunmak ile roman evreninde soluk almak arasındaki bu çatışma bir yandan da yazıyla ilişkinize bir dinamizm katıyor olabilir mi?
Bana çok yorucu geliyor. Yeniden metnin dünyasına girmekte zorlanıyorum günlerimi alıyor. Ben buna benzer koşullarda BDP PM ve Anayasa Komisyonu üyesiyken Başka Aşklar’ı yazmıştım. Ve oradan edindiğim deneyimle şunu söyleyebilirim: Romanın ihtiyaç duyduğu zamanla hikâyenin ihtiyaç duyduğu zaman da farklı. Roman daha uzun bir zamana ihtiyaç duyuyor ve bu zamanın sürekli bölünmesi bana iyi gelmiyor.
Son dönemde şiddetini giderek artıran bir baskı ortamı var. Yazan, çizen, düşünen herkesin özgürlüğü sürekli bir tehdit altında. “Şiddet ortamında yazmak” desem, neler söylersiniz? Bu ortamın yazarı ketleyen ya da yaratıcı kılan tarafları var mı?
Şiddet ortamında yazmak bence yazarı ketleyen bir durum. Edebiyat da bir ifade biçimi, bütün ifade biçimlerini ketleyen bir durum var. Toplumsal yükseliş ile sanatsal üretim arasında olumlu bir ilgi görürüm ben hep. Ancak bir direniş ve mücadele varsa baskıya rağmen yaratıcılık bundan etkilenir. Yok sadece koyu bir baskı varsa yaratıcılığa ket vurur diye düşünüyorum. Bu beni bir önceki soruya getirdi. Siyasî mücadele içinde oluşum, bu direnişi sezebildiğim ve oradan güç alabildiğim zaman bence yazıyla ilişkime dinamizm katıyor.
Daha önceki bir yanıtınızın içinde yazma eylemini mistifiye etmekten kaçındığınızı belirtmiştiniz. Oraya dönersek sanatın bir dehâ ya da yetenek işi olduğunu düşünüyor musunuz?
Böyle genellemeler yapamam. Ancak şunu söyleyebilirim; ne tek başına dehâ ne yetenek insanı sanatçı yapar. Bir dâhi çok iyi bir sanatçı olamayabilir. Ama sanatta dehâ düzeyine erişenler elbette vardır. Bunun tam tersi; yani emek veren herkes iyi bir öykü ya da roman yazar diyemem. Ya da hep söylendiği gibi isterse herkes yazabilir diyemem. Buna hiç inanmıyorum. Herkes yazamaz. Demek ki bazı niteliklere ihtiyaç var. Burada dünyayı kavrama, anlama kabiliyeti bunu bir ifadeye sığdırabilme cüreti, her cümlenin ardında büyük bir insanlık hikâyesinin parçası olduğumuzu hissettirme yeteneği, dil ve dünyayla başka türlü bir ilişki gerekir. Benim yazma eyleminin mistifikasyonuyla ilgili itirazım yazma sürecinden aklın ve emeğin çekip alınmasına.
Bu tür bir mistifikasyonun sonuçlarından birinin de sanatçıyı ulaşılmaz bir konuma yerleştirip, sanatı ayrıcalıklı bir “sınıf”ın işi gibi göstermek olduğunu düşünüyorum. Bu kutsama hali yazarın kendi yolculuğu ve metinleri için bir tehlike barındırıyor mu?
Bu bakış açısının sanatın kendisi kadar eski tarihsel toplumsal nedenleri var. Sanatın üst sınıflara, ayrıcalıklı kişilere ya da erkeklere özgü bir ayrıcalık olarak kabul edilmesi vb. Bu tartışmanın içinden ancak cinsiyetçilikten sınıflı toplumlara, kapitalizmden metalaşmaya kadar birçok kavramı dâhil ederek çıkabiliriz. Ki bu da bambaşka bir çerçeveyi gerektiriyor. Ayrıca sanatın nasıl tanımlanabileceği kadar da kadim ve karmaşık bir tartışmayla da yakın akraba. İşin kolayına kaçmak istemem. Tarihsel, toplumsal nedenleri olan bu kutsama halinin yaratıcı sanatçıda nasıl bir etki yaptığı konusunda da bir genelleme yapamam. Sadece bu sorunun hafifçe yanından geçerek diyebilirim ki, benim hayal ettiğim dünyada insanlar varoluşlarını öyle zenginleştirecekler ki sanat kimilerine özgü bir ayrıcalık olmaktan çıkacak.
Emek vermek demişken, yazma sürecinde bu emek kendini nasıl gösterir. Sözgelimi her gün o masaya oturup, saatlerini vermek midir emek? Çok okumak, çok düşünmek midir? Pratik olarak nasıl bir çalışma sisteminiz vardır?
Kendi yordamımdan söz edecek olursam ki ancak ondan söz edebilirim, bunların hepsi ve çok daha fazlası. Daha çok metnin dünyasına girmek ve orada kalmak için çaba harcıyorum. Eğer zihnim başka nedenlerle yarılmıyorsa roman ya da öykü yazılırken neyle uğraşırsam uğraşayım her ânım yazma sürecidir. Bilgisayarın başında hiçbir şey yazamadan saatler geçirdiğim de olur. Yemek yaparken, evi temizlerken geçen süreyi de yazma süreci olarak tarif edebilirim. Bunun daha çok kadınlara ait bir yordam olduğunu düşünüyorum. Günde şu kadar sayfa yazmak, şu kadar zaman çalışmak gibi sistemli bir çalışma tarzım yok. Belki buna pek imkânım da yok. Ama konunun imkânla değil daha çok yordamla ilgili olduğunu biliyorum.
Dört duvara, pür yalnızlığa, bölünmemiş zamana ihtiyaç duyarım ama bunları çok az bulabilirim. Benim “kendime ait odam” kapısını kapatabileceğim herhangi bir oda olabilir. Hatta odanın bir köşesi olabilir. Ama her zamanki mekânlarımda. Yani bir otele gidip birinin köydeki evine gidip yazmak, bir başka kente gidip yazmak fikri bana çok çok uzak. Kitaplarım yanımda olmalı. Hep okuduğum kitaplar, müzik, hep dinlediğim CD’ler. Mekân bana ait nesnelerle ve kokuyla dolu olmalı. Ara verip zihnim yazdığım şeyle dolu olarak işlerimi yapabilmeliyim. Ben “kendime ait odamı” böyle kuruyorum. Ayrıca pek çok kadın gibi zorluklara karşı dayanıklıyım.
Aklıma Ursula K. Le Guin’in pek çok romanını mutfak masasının bir köşesinde, bir yandan yemek yapıp, bir yandan çocuklarına ve daha sonra torunlarına kahvaltı hazırlarken yazdığını söylemesi geldi. Kadınlar için “zor koşullar” bu noktada bir olanağa dönüşmüş olabilir mi? Yaratıcılığın rahatlığa ve konfora ihtiyacı olduğu bir yanılsama mı yoksa?
Kadınlar Rüyalar Ejderhalar değil mi? Ben de okumuştum ancak epey zaman oldu bu koşulları tercih mi ediyor, yoksa zorunluluktan mı böyle yapıyor, onu hatırlamıyorum. Ben sadece yazdığım şeyle baş başa olacağım zamanı tercih ederdim mesela. Yemek falan pişirmezdim. Sadece kitaplarla yaşardım ve fazla kimseyle de ilişki kurmazdım. Yabanileşirdim ki bunu yapabildiğim zamanlar oldu ve bu kesinlikle bana iyi gelirdi. Çünkü roman ya da öykü, yazma sürecinin sadece bir ürünü, daha fazlası insanın içinde kalıyor. Bu öyle haz verici ve tatmin edici bir şey ki insan bu boyuta uzun süreliğine yerleşebilir. Ben zor koşulların kadınların yaratım süreçleri konusunda bir olanağa dönüştüğünden çok kadınların zor koşullarda bile yaratıcılıklarını ortaya koyabildikleri gibi bir fikre yakınım. Ama birçok sanat dalı için kadınların koşullarından çok kadınlık yordamlarının ve bilgisinin büyük bir imkân olduğuna inanıyorum. Konfora gelince, ne anladığımıza bağlı. Birçok kadına göre kendi koşullarımı konforlu görüyorum. Konfordan anladığım da şu; çekileceğim bir köşe, kitaplar, asgari şartlarda geçinecek kadar para ve kendine ayıracak zaman. Okuyacak zamanım var, istediğim kitaplara ulaşabiliyorum. Kadınların koşullarını düşününce bunlar lüks.
Bir de mekânın size ait nesnelerle ve kokuyla dolu olması gerektiği konusu var. Bu da mı kadın olmakla ilgili? Kadının mekânla kurduğu ilişki, erkeklerden farklı mı?
Kadınların mekânla kurduğu ilişki ile erkeklerinki farklı. Bunun da biçilmiş cinsiyet rolleriyle ilgisi var. Doğurganlık ve çocuk bakımıyla birlikte ev içleri kadınlara, sokaklar erkeklere kalmış. Buradan kadınlara özgü bazı yordamlar türemiş. Dolayısıyla kurulan ilişkinin farklı olması doğal. Benim kastettiğim biraz farklı olarak belki çok insana da özgü sayılamayacak biçimde bir tür “yuva” hatta kovuk ihtiyacı.
Kadınlık durumu demişken, bu, edebiyatınıza, bizatihi metinlere yansıyor mu? Yalnızca içeriksel bir yansımadan söz etmiyorum. Dilde, biçimde, yapıda dişil ve eril ayrımları olduğunu düşünüyor musunuz?
Bu kadim bir tartışma... Kadın dili diye söylenip geçiliyor. Ama tartışma sizin de söylediğiniz gibi erillik ve dişillik kavramları çerçevesinde sürüyor. Dişil olan erilliğin hâkim olduğu dilde kendine alan yaratabilir mi? Bu sorunun arka planında farklı post-modern feminist, post yapısalcı tezler var. Bu konuda dikkate değer tezler ortaya atan kadın kuramcıların her üçü de (Irigaray, Kristeva, Cixous) Lacancı ve Derridacı.
Cixous, dilin semantik ve gramatik yapısının yıkımından, tarihsel çizginin bozulmasından; tanımlanamaz, kapatılamaz, çerçevesi oluşturulamaz bir uygulamadan söz ediyor.
Irigaray’ın anne-kız ilişkisinden türeyen bir dişil dil tezi var. Kristeva ise dilin anne bedenine duyulan bağlılığın ortaya çıkardığı bir boyutundan söz ediyor. Kristeva’ya göre bu şiirsel olanın kaynağı. Şiir kadındır ifadesinin bir ölçüde dayandığı da bu tez. Kristeva, dişil yazının sadece kadınlara özgü olmadığını söylüyor. Kuramında ırkçı antisemit bir yazar olan Céline’nin metinlerinin önemli bir yeri var.
Farklı olarak Judith Butler ise Cinsiyet Belası adlı kitabında, Kristeva’yı, hem anne bedenini kültürden önce bir dizi anlam taşır biçimde tanımlamakla ve doğalcı betimlemelerle anneliği şeyleştirmekle eleştiriyor. Tartışma çok yönlü ve karmaşık.
Radikal feministlerin dilbilgisi kurallarının dışına çıkma, hecelemeyi farklı yapma kelimeleri farklı yazma, kadınları aşağılayan kelimelerin anlamlarını bozma gibi bir yordamları var.
Ben bunun neresindeyim? Bir kere 7-8 sene öncesi kadar bu tartışmalarla sıkı fıkı değilim. Dolayısıyla donanımım da yetersiz. Politik ilgim daha çok başka alanlara yöneldi.
2011’de Amargi’de Nilgün Yurdalan’la yaptığımız söyleşiye baktım. Orada şöyle demişim: “Dünyada kadın olarak bulunmamızın kadın bedeniyle, bu bedenin bütün deneyimleri ve bu deneyimin tarihselliği içinde farklı bir ifade tarzı oluşturabileceğine inanıyorum ama orada dişil diyebileceğimiz bu ifade tarzını ne ölçüde sahiplenebileceğimi bilmiyorum.” Şimdi daha çok tarihsel olanı sahiplenebileceğim, dahası kaçınılmaz olarak sahiplendiğim düşüncesindeyim.
Kristeva sözü bedene taşımakta da dili yaralayan ama belki daha kışkırtıcı hâle getiren bir yan olduğunu söylüyor. Kadın yazısının bu suskunluktan, bedene dönüşmüş dilden türediği savunuluyor.
Dişil dile yakıştırılan suskunluk, tutarsızlık yukarıda özetlediğim tarihsel deneyim sonucunda oluşmuşsa, benim feminizmin de yardımıyla arayacağım ve yaratacağım dişil dil ya da yazı; bütün bu ifade biçimlerini yeni ve özgür olanı yeniden yaratma süreçleri içinde reddedeceğim bir şey olabilir diye düşünüyordum.
Şimdi köklere eskisinden daha fazla anlam yüklüyorum. Suskunluk ve tutarsızlığın, sayıklamaların, mırıldanmaların kesintiye uğramaların; dilin eril yapısında yarıklar açtığına, burada özgün ve dönüştürücü bir şey olduğuna inanıyorum. Bunları yazarken konunun kuramsal yanı üzerine eskisi kadar keyifle ve merakla eğilmememe rağmen hissettiğim değişimin nedenini de sorguladım. Bunu yazıyla ilişkimin değişmesine, bedenimin ve yazma sürecinin bana öğrettiklerine bağlıyorum. Fatmagül Berktay’ın bazı metinlerinin etkisini de yadsıyamam. Kadın hafızası da farklı. Ara Tonlar’da sözgelimi kadın hafızasının dışavurumu ve 12 Eylül’ün kadın-bedenleştirilmesi çok belirgin görünüyor bana.
“İnsana özgü olmayan biçimde bir kovuk ihtiyacı” ifadesinden de hareketle, daha önce bir iki kez geçen “yabanileşme” kavramını biraz derinleştirmenizi istesem… Yazı ve yabanileşme arasında nasıl bir ilişki var?
Bu benim hissettiğim bir şey, bedenle yazmakla ilgisi var. İnsan günlerce yazının dünyasında kalabiliyor; yemek yemek, saçını taramak, yıkanmak insanlarla konuşmak, giyinmek anlamını yitiriyor. Benim yazarken hayal edebileceğim en büyük lüks bu. Yazdığım şeyin bana açtığı dünyayla baş başa kalmak hatta saç saça başa başa kalmak. Hiçbir sosyal gerekliğe uymadan. Penolope gibi bir yandan örer, bir yandan sökerim.
Duras, “henüz yazılmamış bir kitapla baş başa olmak insanlığın ilk uykusunda olmak gibidir. Bunun sizi öldürmesine izin vermemeye çalışmaktır. Beden gücü olmadan yazılamaz. Yazının başına oturabilmek için yazdığınız şeyden daha güçlü olmanız gerekir” der. Yazmak adlı kitapta söylüyor bunu daha uzun. Bir kısmını atlamışımdır. Yazdığınız şey üzerinde hâkimiyetinizi yitirdiğiniz an başa çıkmanız güçleşir. Çünkü hâkim olmaya çalıştığınız kadar kendinizi teslim de ediyorsunuz.