Kadın okur olmak bazen, kendini nehirde sürüklenir gibi romanın akışına kaptırmakla değil, dalgalarla boğuşmakla eş anlamlı olabiliyor...
Edebiyatta erkek kahramanların ya da tutunamayan erkek anti-kahramanların dünyasında kadın karakter olmak zorlu bir mücadele gerektirir. Yazarın kadın karakterlere odaklanmaktaki isteksizliğini, odaklandığında ise cinsiyetçiliğini, kadınlara dair algısındaki erkek egemen bakışı aşabilmek, kendine romanda güçlü bir yer edinebilmek bu mücadelenin sadece bir kısmıdır. Kadın karakterin yazara ve romandaki diğer karakterlere rağmen sesini duyurabilmesi, kurgunun iplerini eline alması ve okuru etkileyebilmesi Türk edebiyatında çok sık rastlanan durumlardan değildir. Kadın okurun ise özellikle erkek yazarların kaleminden çıkma romanlarla ilişkisi kadın karakterlerin temsiliyetlerinin sorunlu olması sebebiyle çetrefildir.
Kimi “büyük yazar”ları okuduğumda bir okur olarak hayal kırıklığımın sebebi budur sanıyorum. Aklıma bir çırpıda Tehlikeli Oyunlar’ın Sevgi ve Bilge’si, Aylak Adam’ın Ayşe ve Güler’i, Masumiyet Müzesi’nin Füsun’u geliyor. Elbette çok kıymetli romanlar, fakat kadın karakterlerin klişeden öteye geçemediği ve seslerinin olmadığı romanlar da aynı zamanda. Merkezdeki erkek karakterlerin yanında figüran kadınlar, konuş(a)mayan, erkeklerin arayışlarında, sancılarında, kendilerini gerçekleştirme çabalarında araçsallaştırılan, merkezdeki erkek karakterlere göre konumlandırılan kadınlar hepsi. Kadınları karalayan onca muhafazakâr erkek yazar varken neden bu üç yazar geldi aklıma ilk anda? Belki sevdiğim yazarlar oldukları için bir “sizden beklemezdim” sitemi. Fakat on yıllardır sürüp giden “kadın yazar nasıl yazar” tartışmasının çoksesliliğinin aksine bir yazarı “erkek yazar” yapan en önemli unsur da zaten kurgudaki kadın karakterleri, en hafif tabirle, araçsallaştırması değil midir? Muhafazakâr, dindar, liberal, solcu, sağcı, çok entelektüel, az entelektüel vs. fark etmeksizin yazarın erkekliği, en çok kurguladığı kadın karakterler üzerinden hissedilir.
Hangi okur istemez ki okuma serüveni süresince roman onu içine çeksin ve sürüklesin… Ancak kadın okur olmak kendini nehirde sürüklenir gibi romanın akışına kaptırmak değil, bazen dalgalarla boğuşmakla eş anlamlı olabiliyor... Patriyarkanın hayatın her alanına sızmış kodlarının edebiyattan uzak olması beklenemez elbet. Bu nedenle erkek yazarların kaleminden çıkmış kadın karakterleri okurken tetikte olmak zorunda kaldığımızda, bu tetikte olma hâli bir okur olarak keyfimizi ziyadesiyle kaçırabiliyor. Ve bazen sessizleştirilmiş, erkeklerin eylemler dünyasında hareketleri kısıtlı kadın karakterler yerine hareket kabiliyetlerini şeytanlıklarına borçlu kadın karakterleri okumak daha heyecanlı olabiliyor!
Belki de erkek yazarların dünyasında en çok sesi duyulan ya da romanda kendilerine alan yaratan kadınlar bu “şeytanî kadınlar”dır. Kadının şeytanla işbirliği yapması, ya da bizzat şeytanın ta kendisi olması ve medeniyeti yaratan erkeği baştan çıkararak ahlakî çöküşe sebep olabileceği korkusu toplumsal cinsiyet algılarını biçimlendiren en eski kurgulardandır. Bu algıyı anlatının her alanında (dinî ya da edebî) görmek mümkün. Bu topraklara bakacak olursak, örneğin Tanzimat edebiyatının da odağındaki temalardan biri olmuştur “şeytan kadın”la mücadele meselesi. Şeytan ve melek kadın tezatlığı üzerine inşâ edilen edebiyatın evrenselliği ise elbette Tanzimat ya da Türk edebiyatını da aşar.
Peki, şeytan kadın kimdir? Cinselliğiyle baştan çıkarır, hedefine ulaşmak için kötücül planlar yapar, ya da özünde kötü olmasa bile bencildir, sadece kendini düşünerek hareket eder, kurnazdır ve içgüdüleriyle davranır (bu kapı da cinselliğe çıkar) ya da aklını yitirmiştir, delirmiştir ve nihayetinde bu özellikleri sonucu birilerinin (özellikle de erkeklerin) mahvına sebep olur. Bir romandaki şeytan kadının varlığı çoğu kez bize romanın bir noktasında bir biçimde alt edileceğini fısıldar. Fakat hiç mi yoktur ayan beyan şeytanî ve kötücül çizilip yine de hem romandaki diğer karakterleri hem de okuru peşinden sürükleyen kadın karakterler? Erkek yazarların sessizleştirdiği kadın karakterlerdense, kötülükleri üzerinden de olsa dominantlıklarını teslim ettikleri kadın karakterler daha sahici olabilir.
Bu yazıda bu kadınların en kudretlilerinden iki karaktere odaklanmak istiyorum: Nahid Sırrı Örik’in Kıskanmak romanında Seniha, Peyami Safa’nın Selma ve Gölgesi’nde Selma. İki roman da 1940’ların ilk yarısında basılır ve ilginçtir ki 2000’lerde birer sene arayla sinemaya uyarlanırlar. Peyami Safa ve Nahid Sırrı Örik ne politik olarak ne de edebî olarak birbirine benzeyen iki erkek yazar olmasına karşın, aynı yıllarda tozu dumana katan iki güçlü kadın karakteri romanlarının merkezine almışlardır. Örik’in hikâye ve romanlarında kadınlar “hırsları” üzerinden diğer karakterlerin kader belirleyicileri olarak karşımıza çıkarlar. Bu anlamda “kötücül” karakterler de olsalar kurguyu yönlendirirler. Peyami Safa’nın romanlarındaki kadın karakterler birbirinin aynısı kadınlardır: irrasyonel, histerik, yoldan çıkarıcı; fakat hep uysallaştırılarak denetlenmeye mahkûm kadınlar. Fakat bu yazıda Safa’nın kurguladığı bambaşka bir kadından bahsedeceğim.
Kıskanmak’ta Seniha’nın ve Selma ve Gölgesi’nde Selma’nın güçlerini kötücül yanlarından almaları tesadüf olmasa gerek. Kadınların şeytanî varlıklar olduğu yönündeki yaygın inanışın bir tezahürü olarak okunabilir belki bu “tesadüf”. Selma “histerik” Seniha ise “çirkin”dir; ikisinin de klişe olan bu “karanlık” yönleri birbirine benzemez, ancak ortak noktaları özellikle erkek karakterlerin hayatlarını yönlendirmeleri ve tekinsiz karakterler olmalarıdır. Edebiyat tarihi erkekleri ve toplumu baştan çıkaran kadınlarla ve onların aldıkları türlü cezalarla doludur. Ancak bu iki kadın karakterin bizzat kendileri “cezalandırıcılar” olarak karşımıza çıkar.
Peyami Safa’nın Server Bedi mahlasıyla yazdığı ve 1941 yılında yayımlanan Selma ve Gölgesi isimli “kara roman”ı dört erkek karakterin katil olduğunu düşündükleri kadının sırrını açığa çıkarma çabalarını sergiler. Peyami Safa’nın romanlarında tipik bir durumdur bu: erkek karakterlerin kadınların ne olup olmadıklarına dair sürüp giden tartışmaları. Selma ise baştan çıkarıcılığı, karanlık, gölgeli ve esrarlı havasıyla bir femme fatale olarak çıkar karşımıza. Selma, dilsel düzlemde erkek karakterlerin kendisi hakkında ürettiği kurguların ve yaptığı tanımların nesnesi olsa da, roman boyunca onların eylemlerini biçimlendiren kişidir aslında. Romanda duygusallık ve rasyonellik tezatlığı arasında yelpazenin farklı noktalarında yer alan erkekler Selma’nın nasıl bir kadın, dahası nasıl bir varlık olduğunu tahlil etmeye ve “vampir kadın”ı yakalamaya çalışan dedektifler misali hamleler yaparken, Selma onları yavaş yavaş ağına doğru çeker. Selma’nın etrafındaki tüm erkek karakterler Selma’nın bir “hasta”, bir “histerik”, bir “canavar”, bir “vampir”, bir “nemfoman” olduğunu ispatlama arzusuyla planlar yaparlarken esasında hükmedilemeyen kadınlara dair o bildik korkuyu yinelerler. Peyami Safa’nın romanlarındaki kadın karakterler her zaman erkekler tarafından himaye edilir ya da aşağılanırken, yazarın Server Bedi personası, belki de kendisine korkutucu gelen bu kadını zapt etmek ya da bertaraf etmek yerine, kendisini bu korkunun ellerine bırakmıştır.
Tanımlanamayan, ele geçirilemeyen, hükmedilemeyen kadına karşı duyulan korku şöyle tariflenir romanda: “Hani bir film vardı: ‘Drakula’nın Kızı.’ Orada şekli Selma'ya az benzemekle beraber bir kadın gündüz ölür, tabuta girer, gece dirilir, tabuttan çıkar ve başkalarının kanını emerek, onları öldürerek yaşardı. Frenkler bu masal tiplerine vampir derler.” (63)1 “Onun [Selma’nın] bu hali femme fatale dedikleri meş'um kadın tiplerini hatıra getiriyor. Ben tiplere pek inanmam. Galiba yalnız romanlarda ve filmlerde vardır.” (20) Peyami Safa’nın Selma üzerinden Batı edebiyatında gördüğü gibi bir “femme fatale” karakter kurgulamaya çalıştığını düşünmek mümkün.
Kadının aklı, duyguları, bedeni, hareketleri erkekler tarafından denetlenmediğinde, kadınların eylemlerinin sonuçlarının yıkıcı olduğu düşüncesi patriyarkanın kadınları denetlemek için uydurduğu en eski numaralardandır. Nitekim romandaki hiçbir erkek tarafından sınırlanamayan Selma, onu avlamaya çalışan, onunla oyun oynayan erkekleri kendi yöntemleriyle bertaraf eder. Kendisine duyulan arzunun da korkunun da kaynağı aynıdır; hem cinselliği arzulanır hem de erkekleri öldüren nemfoman bir vampir olduğu iddiasıyla mahvedilmek istenir Selma.
Roman, Nevzat’ın Halim’e vapurda Selma hakkında bilgi vermesiyle başlar. Selma İstanbul’da bir yalıda yalnız yaşar ve dört sene boyunca bir kez bile şehre inmemiştir. İnsanların arasına karışmaz, tenha yollarda tek başına gezer. Bu haliyle şehirde bir “efsane” hâline gelmiştir. Kendisinin Selma’yı tanımasıysa, Selma’yı merak edenler kulübüne girmesiyle olmuştur. Selma’nın sırlarını çözmeye çalışan erkeklerden oluşan bu kulüpte herkes adeta birer hafiyedir. Dolayısıyla Selma üzerinden “kadın nedir?” tartışmasını yürütenler de onlardır. Erkek karakterler he ne kadar Selma hakkındaki bilgilere ulaşsalar ve onun katil olduğunu keşfetseler de Selma ustalıkla cinayetlerinin üstünü örter.
Nevzat’a göre Selma, “hiç düzgün, silsileli konuşmaz. Lakırdıları sarih değildir (…) karanlığı ve siyah rengi sever. Gürültüden ve yüksek sesten hoşlanmaz. Kendisi de kulağa söylüyormuş gibi fısıltılarla konuşur.” Halim bu bilgiler ve manzara üzerine Selma’nın “asabi bir hastalığı” olduğunu düşünür. Salon’da gördüğü heybetli divanı işaret ederek Nevzat’a orada “hatıraları” olup olmadığını sorar. Nevzat’ın cevabı şu olur: “Bu karanlık kadın, o bahiste hiç kimsenin tadamayacağı lezzetlerle doludur. Ne ihtiras! Adeta bir dişi kaplan! Burada iki güzel yastık daha vardı. (…) Parçalandı.” (6) Romanın ilk sayfalarından itibaren bu iki arkadaş Selma’nın irrasyonelliği, cinselliği, vahşiliği ve karanlığı üzerine tartışırlar ve bu tartışma roman boyunca merkezde olur. Sonunda esrar çözüldüğünde kocalarından nefret ettiğini ve öldürmek için evlendiğini söyleyen bir femme fatale’in elinde silahıyla yoluna devam edişini görürüz. “Hafiyeler”in tahmin ettiği üzere katil Selma’dır. Histerik, hasta, drakula, vampir, vahşi, nemfoman… Erkek karakterlerin bir türlü karar veremediği bu tanımların hangisine sahiptir Selma? Tek bildiğimiz onun ele geçirilemeyecek bir katil oluşudur…
Nahid Sırrı Örik’in 1946 yılında kitaplaşan Kıskanmak isimli romanının femme fatale karakteri Seniha da Selma gibi romandaki diğer karakterlerin kaderlerini adım adım çizer. Bu kez okuyucu olarak olayları daha çok Seniha’nın gözlerinden izleriz ve onun kıskançlığını, kötücüllüğünü sebepleriyle beraber adım adım hissederiz. Seniha’nın esas arzusu bir kadın olarak kendisinden çalınan yaşanamayan mutluluğun ve tatmin edilemeyen arzunun intikamını kardeşi Halit üzerinden almaktır, keza mutsuzluğuna sebep olduğunu düşündüğü için onu suçlamaktadır. Nitekim “suçlu”yu mahvetmeye yönelik planlarını büyük bir soğukkanlılıkla yavaş yavaş yürürlüğe koyar.
Seniha abisi Halit’i neden kıskanır? Romanda Seniha’nın çirkin, Halit’in ise “adeta bir kız gibi” güzel oluşunun altı her fırsatta çizilir. Fakat Seniha’nın kıskançlığının esas kaynağı kendi çirkinliği, ya da Halit’in kendisini gölgede bırakan güzelliği değildir. Romanda Seniha’nın kötülüğü ve Halit’e karşı olan kıskançlık ve nefret ilişkisi bir bakıma bu çirkinlik- güzellik karşıtlığı üzerinden ilerliyor gibi görünse de yakıcı sebep cinsel hazlara dairdir. Ailesinin tüm maddi kaynaklarının evin erkek evladına ayrılması ve Halit’in de bu ayrıcalığını, Seniha’yı hiç düşünmeden, sonuna dek kullanması; anne ve babalarının ölümünden sonra birlikte yaşadıkları uzun yıllar boyunca bir erkek olarak rahatça ihtiras ve aşkla dolu bir yaşam sürerken Seniha’nın cinsel hazlarını bastırmak zorunda kalışıdır bu kıskançlığın kaynağı. Sürekli kendisiyle kıyasladığı bu erkek kardeş, Seniha’nın bir erkek olsaydı yaşayabileceği hayatı simgeler. Avrupa’da okuması ve parlak bir geleceği olması için ailesi tarafından maddi olarak desteklenmiş, işinde hızla yükselmiş, bekârlık yıllarında cinselliğini sınırsızca yaşamış ve nihayetinde “genç ve güzel” bir kadının aşkına nail olup onunla evlenmiş olan Halit’in rahatlıkla elde ettiği bu hayata Seniha yıllar boyu nefret ve kıskançlıkla seyirci kalır ve Seniha’nın kıskançlığı en çok Halit’in rahatça yaşadığı cinselliğinde yoğunlaşır.
Ülkeye döndükten sonra Halit “Beyoğlu’nun eğlence ve sefahat yerlerinde muvaffakiyet ve maceraları en fazla göze çarpan adamlardan biri ol[ur.]” (71)2 Seniha ise “ağabeyinin çılgın eğlence saatlerinden sonra bitap uyumak üzere evine döndüğü gecelerin ertesi günleri, onun kahvaltısını hazırlayarak götürdükçe (…) bazen Halit’in yarı açık kalmış dudaklarının ancak birkaç saat evvel verdikleri ve aldıkları buseleri kinle, kıskançlıkla, hicapla, nefretle hem de ihtirasla düşünür.” (73) Seniha’nın hazlarını “meşru” bir biçimde yaşayabilmesine olanak sağlayacak olan evlilik, ailesi tarafından maddi kaynaklarının sadece erkek kardeşi için harcanmak istenmesi nedeniyle engellenmiştir. Fakat Seniha “sıcak ve karanlık bir yaz gecesinde sevdiği erkekle yapayalnız kalınca vaziyetine hâkim olama[z]” (201) ve aynı adam tarafından nefsine hâkim olmayan bir kadın olduğu gerekçesiyle terk edilir. Bu terk ediliş ve “döneklik” Seniha’nın “yüreğine sonsuz bir hüzün ve nefret” getirir. (201) Benzer bir nefreti dört sene sonra ömrünün ikinci ve son cinsel tecrübesi sonrasında da hissedecektir. Rasgele seviştiği bir adam ondan para isteyince “erkek zaafını” ebediyete dek öldürmeye karar verir Seniha. Bu esnada Halit’e olan kıskançlığı daha da artar, çünkü “onun her gün bir macera peşinde, severek ve sevilerek yaşadığını düşün[ür].” (204) Seniha’nın Halit’e duyduğu nefretle karışık bu kıskançlığı onu Halit’ten intikam almaya yöneltecektir. İntikam planı büyük müdahaleleri içermez, aksine zaten olmakta olanı küçük hamlelerle büyük acılara çevirmeyi hedefler. Seniha’nın arzusu hiçbir acının değmediği abisi Halit’in de kendisininkine benzer bir acı duymasıdır, belki eline silah alıp abisini öldürmez, fakat sonunda Halit’in katil olacağı kurguyu ustalıkla hayata geçirir. Gerçek katil Halit olsa da, cinayete giden yolu Seniha’nın döşediğini biliriz, dolayısıyla cinayete dolaylı yoldan ortak olur. Seniha diğer karakterlerin kaderlerini yönlendirmek için Selma’nın yaptığı gibi cinselliğini kullanmaz, ancak aşka, tutkuya, insanî zaaflara, hırslara dair düşüncelerini diğer karakterler üzerinden haklı çıkarır. Her ne kadar kendi cinselliğini kullanmasa da, ona yardım eden cinsel enerji abisi Halit’in karısı Mükerrem’in bastırmak istemediği cinsel arzuları olur.
Kıskanmak boyunca Örik, her ne kadar gerçekten kötücül bir kadının izini sürmüş olsa da, Seniha’yı “kötü” olarak tanımlamaz ve durdurulması, zapt edilmesi gerektiğini ima etmez. Aksine Seniha’nın hisleri ve eylemleri için meşru zeminler yaratıyor gibidir. Tıpkı Patricia Highsmith’in okuru kötücül arzularıyla yanıp tutuşan, fakat cinayete giden yolda kendi yarattıkları kurgunun iplerini tutarken soğukkanlılığı elden bırakmayan erkek katillerin gözünden bakmaya itmesi gibi, Örik de benzer biçimde okuru “katil”e yakın durmaya teşvik eder. Ancak bir farkla; dolaylı da olsa bu kez katil kadındır.