Mektuplar, yazar ve şairleri kişisel özellikleriyle tanımamıza yardımcı olurken, edebiyat tarihçisinin pek çok eksiği gidermesine, tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış, unutulmuş gerçeklere ulaşmasına da yardımcı olur
01 Eylül 2016 16:25
Genel bir bakış
Mektuplar, edebi değerleri ne olursa olsun, edebiyat tarihçileri ve biyografi yazarlarının en önemli kaynakları arasında yer almaktadır. Türk edebiyatı tarihinin yazımında henüz yeteri kadar yer bulamayan mektuplar, yeni bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, yazarların / şairlerin hayatlarına dair bilgiler, (okudukları okullar, yaşadıkları ve çalıştıkları yerler vb.) aldıkları ödüller, yayımlanmayan eserleri, sanat ve edebiyat anlayışları gibi pek çok temel bilgide karşılaştığımız yanlışların düzeltilmesini, eksiklerin giderilmesini sağlayabilir. Bunun yanı sıra dergi ve kitap yayıncılığı, ödüller, jüriler vb. konularında da kişisel ve kurumsal yazışmalardaki pek çok bilgi değerlendirilmeyi beklemektedir.
Mektuplar, farklı üsluplarda ve farklı okur kitleleri için yazılmış tüm biyografiler için de birincil kaynaktır. Bir biyografi yazarının konu edindiği kişinin hayatına dair en önemli ipuçlarını mektuplarda bulacağı su götürmez bir gerçektir. Patricia Highsmith’in biyografisi Güzel Gölge’nin yazarı Andrew Wilson çalışmalarında Bern’deki İsviçre Edebiyat arşivindeki mektuplardan çok yararlandığını belirtir.[1] Benzer bir biçimde Auerbach’ın İstanbul’da Mimemis’i nasıl yazdığının peşine düşen Prof. Dr. Kader Konuk da Auerbach’ın Marbach Alman Edebiyat Arşivi başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesindeki arşivlerde saklanan mektuplarının çalışmasına önemli bir kaynak oluşturduğunu dile getirmektedir.[2] Yine Marbach Edebiyat Arşivi’de bulunan yayınevleri arşivleri bölümü edebiyat ve yayıncılık tarihine ışık tutan pek çok mektup bulunmaktadır. Bu arşivde bulunan dünyanın en önemli yayınevi Suhrkampf’ın yazışmaları yazarlar ve şairlerin yayıncılarıyla ilişkilerini göstermesi bakımından olduğu kadar, yayıncılığın edebiyat üzerindeki etkisini göstermesi açısından da araştırmalara ilginç bir kaynak oluşturmaktadır.[3]
Türkiye’de edebiyat tarihi araştırmacılarının ve biyografi yazarlarının vazgeçilmez bilgi kaynağı olan mektup ve daha pek çok kişisel evrakı bir araya getirebilen arşivlerin hâlâ kurulmamış olması ise sanırım başka bir yazının konusu olmalı. Ancak Abidin Dino’ya gelen mektuplar ve onun kişisel belgelerinden oluşan Digital SSM Abidin Dino Arşivi’ni anmadan geçmek istemem. Arşivdeki bütün mektupları okuyabilmek ise biz mektup severler için çok büyük bir armağan.[4]
Kişisel arşivlerde ve koleksiyonlarda kalan pek çok mektup, yazar ya da şairin tanınırlığına koşut olarak yayımlanma olanağı bulabiliyor. Sabahattin Ali, Sait Faik, Nâzım Hikmet, Kemal Tahir, Orhan Veli, Tezer Özlü, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Fikret Otyam gibi yazar ve sanatçıların mektupları okurlarla buluşurken, yayımlanmayı bekleyen unutulmuş daha pek çok mektup var.
Kitaplaşamayan mektupların bazıları dergilerde yayımlanma olanağı bulmuştur. Türkiye’de mektup yayıncılığına dergilerin önemli katkısı vardır: 1964’te Tercüme dergisinin Mektup Özel Sayısı (Cilt XVI, Sayı 77-89); 1974’te Türk Dili dergisinin Mektup Özel Sayısı (Cilt XXX, Sayı 274) bu tür için yapılan ilk kapsamlı çalışmalardır. Oluşum, Düş, Soyut, gibi dergiler de benzer özel sayılar hazırlarken Kitaplık dergisinin “Günışığı” ve “Sandıktan” bölümlerinde yayımladıkları mektuplar da araştırmacıların yeni kaynaklara ulaşmasını sağladı. 2003’te bu alanın en önemli araştırmacılarından Turgut Çeviker’in yayımladığı Posta Kutusu dergisi özel bir yayın olarak biz mektup severlerin açlığını biraz olsun gidermişti ancak yazık ki uzun ömürlü olamadı.
2008’de Hece dergisinin Mektup Özel Sayısı (Sayı 114-116) ise bugüne kadar yapılan dosyalar arasında özel bir yere sahiptir. Yusuf Turan Günaydın’ın hazırladığı “Mektup Edebiyatı Bibliyografyası” bugüne kadar hazırlanan en kapsamlı kaynakçadır.
Yanlışları düzeltmek
Mektuplar, yazar ve şairleri kişisel özellikleriyle tanımamıza yardımcı olurken yazımın başında da belirttiğim gibi edebiyat tarihçisinin, pek çok eksiği gidermesine, tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış, unutulmuş gerçeklere ulaşmasına, kimi zaman da yanlışları düzeltmesine yardımcı olur.
Sait Faik Abasıyanık’ın mektuplarını Karganı Bağışla adını verdiğim kitapta bir araya getirirken karşılaştığım bir mektup, uzun yıllar boyunca Sait Faik’in sanılan bir öykünün ona gönderilmiş bir öykü olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştı.[5] Kısaca hatırlatmam gerekirse, Muzaffer Uyguner tarafından hazırlanan Sait Faik’in toplu eserlerinin 14. kitabı olan Sevgiliye Mektup’ta yer alan “Sır” adlı öykü, Muzaffer Uyguner’in de şüphesini haklı çıkaracak üzere Sait Faik’e ait değildi. Bu bilgiye ulaşmak ise ancak Sait Faik’e gelen mektupların düzenlenmesinden sonra mümkün oldu. Rana Ergür tarafından 12 Ekim 1949’da Sait Faik’e yazılmış bir mektup, “Sır”ın sırrını açığa çıkarıyordu. “Sır” Rana Ergün tarafından kalem alınıp değerlendirilmesi için Sait Faik’e gönderilmiş bir öyküydü.
Melih Cevdet Anday, Cevdet Kudret’e 1970’te yazdığı bir mektupta biyografisinde sürekli tekrarlanan bir yanlıştan söz eder ve bunun düzeltilmesini ister. Bugün hâlâ pek çok biyografik çalışmada bu yanlışın sürdürülmesi, hem Melih Cevdet’in yaşamöyküsünün yeteri kadar aydınlatılamamasından hem de edebiyat tarihi yazımında birincil kaynaklara yer verilememesinden kaynaklanmaktadır:[6]
“Şaka bir yana, gelelim ikinci şikâyetime: Ben Dünya Savaşı’ndan önce gerçi Belçika’ya gittim. Ama üç ay kaldıktan sonra dönmek zorunda kaldım. Babam, ağabeylerim ben giderken yardım vaadinde bulunmuşlardı. Bu yardım çok cüzi bir şey olacaktı, çünkü o zaman Belçika dünyanın en ucuz memleketi idi. Fakat sonradan bu vaadlerini unuttular. Kalabilseydim, okuyacaktım. Bunu arkadaşlarıma da anlattım. O zamanlar çıkan bir antolojide, benim sosyoloji tahsil etmek üzere gittiğim Belçika’da bir süre kaldığım hakkındaki sözler bu yüzden yer almıştı. Ondan sonra artık her antoloji yapan bu lafı tekrarladı durdu. Ben de önüne geçemedim. Biyografim için bana sorduğun zaman, Necatigil’in kitabındaki o cümleleri atmayı akıl etseymişim çok iyi olacakmış. Ama romanın arkasında yer alan –bütündeki– cümle ile, Behçet Necatigil’in kitabındaki cümle arasında fark var. Romanın arkasında düpedüz ‘bir süre Belçika’da toplumbilim okudu’ denmiş. Eğer o ‘bir süre’ sözü de olmasaydı ben büsbütün komik bir mevkie düşecektim. Gerçekte hiçbir şey okumadım. Biraz Fransızca dersi aldım, o kadar. Aman bundan sonraki kitaplar için rica ederim, o sözleri tümden kaldıralım.”[7]
Özeleştiri
Edebiyatçı mektuplarının, önemli olan diğer yanlarından biri de, yapısı gereği taşıdığı samimiyet nedeniyle eserleri hakkındaki kişisel görüşlerini de barındırmasıdır. Bu özelliğiyle pek çok mektup bir “özeleştiri” metni olarak okunabilir.
Sabahattin Ali, pek çok anonimleşecek kadar çok bilinen şiirlerin şairidir. Dağlar, Hapishane Şarkısı (Başın öne eğilmesin dizesiyle başlayan), Melankoli bu şiirlerin en ünlüleridir. Oysa mektuplardan anlaşıldığına göre Sabahattin Ali, yazdığı şiirleri pek beğenmez; öyle ki onların kitap haline getirilip yayımlanmış olmasından da pişman olur. Ayşe Sıtkı İlhan’a 11 Nisan 1934’te gönderdiği mektupta şiirlerine dair düşüncesini paylaşır:
“Dünyada pek çok hatalar yapmışımdır, fakat bunların bir tanesi gayr-i kabil-i tamirdir. Ve beni her zaman üzecektir. Ben bu şiirleri kitap halinde çıkarmamalı idim. Bunları neşretmekle, asla iyi bir şey yapmış olmadım. Başkalarının fikirlerini bir tarafa bırakalım, bu manzumelerin kaç paralık şeyler olduğunu ben herkesten iyi bilirim. Gelip geçici bazı taraflarım bunlarda görülse bile ben asıl Sabahattin Ali ile bu yazılar arasında irtibat göremiyorum.”[8]
Öte yandan mektuplar bir yazarın / şairin yazma süreci ve biçimi, okuduğu kitaplar, üzerinde çalıştığı ama belki de hiç basılmayan, kaybolan kitapları hakkında da edebiyat tarihçisine ve eleştirmenlere ipuçları verebilir. Mektupların izinde yapılacak araştırmalar, edebiyat tarihine yeni eserler kazandırabilir.
Sabahattin Ali’ye gönderilen mektuplar arasında yer alan bir mektup bu açıdan oldukça ilginçtir. 16 Mart 1937’de Kültür Bakanlığı adına İhsan Sungur tarafından gönderilen mektupta Sabahattin Ali’nin de yazarlarından biri olduğu ve bugüne kadar yayımlanmamış bir eserden bahsedilmektedir:
“Müzik Öğretmen Okulu öğretmenlerinden Halil Bedi Erses, Ulvi Cemal Erkin ve Gazi Eğitim Enstitüsü öğretmenlerinden Ahmet Kutsi Tecer ile birlikte hazırladığınız ‘Batı Şan Eserlerinden Seçilmiş Opera Aryaları ile Koro Parçaları ve Lied’ler’ adlı eserinizin 53 şarkıdan mürekkep dördüncü kısmının, aranızda mütesaviyen taksim edilmek üzere 1325 lira telif hakkı mukabilinde Bakanlığımızca satın alınması uygun görülmüştür.
Eserin müsveddelerinin acele Bakanlık Yayın Direktörlüğü’ne teslimini rica ederim.”[9]
Mektupların edebiyat tarihi ve biraz da edebiyat dedikoduları için önemli kaynaklar olduğu şüphe götürmez. Edebiyatçı ve sanatçı dostluklarını, kavgalarını, aşklarını öğrendiğimiz mektuplar, eserlerin kaynaklarını ya da yazmaya ilham veren olayları, durumları ve kişileri öğrenmemizi sağlar. Benzer bir biçimde bir kitabın yayımlanma serüvenine de mektuplar aracılığıyla tanıklık edebiliriz.
Katater ameliyatından çıkan roman
Sevim Burak’ın Mach I’dan Mektuplar’ının satır aralarında Yanık Saraylar’ın, Palyaço Ruşen’in, Everest My Lord’un ve Afrika Dansı’nın nasıl yazıldığına dair pek çok ipucu bulmak ve bu eserlerle Sevim Burak’ın yaşamı arasında paralellikler kurmak mümkün. Sevim Burak, Güzin Dino’ya yazdığı 20 Ocak 1976 tarihli mektubunda katater ameliyatının ona nasıl ilham olduğunu anlatır:
“Cerrahpaşa Haseki Kardiyoloji Servisi’nde geçirdiğim ‘Katater’ ameliyatının raporunu Afrika Dansı’na baz olarak kullandım (...) raporun etkisini kendimde yenip ondan Afrika Dansı’nı çıkarttım. Şimdi alacağım raporun etkisi nasıl olacak merak ediyorum; gidip hastahaneden alamıyorum, korkuyorum. Artık, sağlık raporlarım hastalığımı saptayan belgeler olmaktan çıkıp sanatımda yeni bir üçüncü boyut, bir sanat potansiyeli oluşturdu.”[10]
Sevim Burak oğlu Karaca’ya yazdığı 12-14 Ekim 1982 tarihli uzun mektubunda da eserlerinin kaynaklarına değinir:
“Biliyorsun Nebahat Teyze, Yanık Saraylar’daki ‘Daktilo kız’ tipiydi. Ne tuhaf değil mi, hem benim hikâyelerimin kahramanı hem de onları daktiloya yazan insan... Aslında yeni çıkacak olan Afrika Dansı kitabımdaki ‘BİR GECE YEMEĞİ’ öyküsü de onun hayatı.”[11]
Mektuplar kimi zaman da bir kitabın yayımlanma sürecine tanıklık eder. İki yazar arasında ya da yazarlarla yayıncılar arasındaki mektuplar bu açıdan oldukça ilginç bilgilere sahiptir.
Ferit Edgü’nün Tezer Özlü’ye yazdığı ve Her Şeyin Sonundayım adlı kitapta bir araya getirilen mektuplardan 20 Mart 1984 tarihli olanı Türkçe edebiyata bir başyapıtın kazandırılma belgesidir. Ferit Edgü Tezer Özlü’nün “Bir İntiharın İzinde” adıyla yazıp gönderdiği kitabı okuduktan sonra ilk izlenimlerini
“‘Bir İntiharın İzinde’ müthiş bir kitap. Çok müthiş bir kitap. (Başka sözcük bulamıyorum.) Yıllar var ki böyle bir metin okumadım. (Tabii Türkçe metinlerden söz etmiyorum.) Bana gençlik yıllarımda, Rimbaud’yu, Lautreamont’u, daha sonra Kafka’yı, Rilke’yi, Hölderlin’i keşfettiğim günleri yaşattı.
Birkaç yıl önce, çocukluğunun soğuk geceleri için düşünüp de söyleyemediğim, dile getiremediğim buydu işte: o malzemenin öykülemeye değin, böylesi bir çığlığa dönüşmesi gerektiğini düşlemiştim. İçine sıçayım edebi türlerin. Romanın. Öykünün. Şiirin. İçine sıçayım. Bana yaşamın ucuna yapılan yolculuklar gerek. Bu yolculuğun türü olur mu?”[12]
Ferit Edgü’nün bu satırları unutulmaz bir kitap adını müjdeler:
“Kitabına ne güzel yakışırdı YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK.”
Sonraki mektuplar boyunca Yaşamın Ucuna Yolculuk’u ve Pavese’yi konuşurlar. Tezer Özlü bu adı benimser, Celiné’nin Gecenin Sonuna Yolculuk’a benzemesinden biraz çekinse de 26 Mart 1984 tarihli mektubunda kitabının kendi içindeki yankısını dile getirir:
“Dediğin gibi, kitap benim varoluşumun ucuna yolculuk. Belki bundan sonra ölümümün ucuna da yolculuk edebilirim.”[13]
Ferit Edgü kitabın kusursuz yayımlanması için çok uğraşmışsa da Tezer Özlü’nün düzeltileri geç kalınca dizgide ve düzeltide aksaklıklar olmuş; kitap Edgü’nün içine sinmeyecek biçimde hatalı çıkmıştır. Ferit Edgü 27 Nisan 1984’te yazdığı mektupta basılmış üç bin kitabı kalorifer kazanında yakacağını söyler ve dediğini yapar. 7 Mayıs’ta da “Kitap bu yanlışlarla çıksaydı, çıldırırdım. Çünkü herhangi bir kitap değil” diye yazar.[14]
Memet Fuat’la İlhan Berk’in çeviri şiirleriyle başlayan çevirmen-editör ilişkisi Memet Fuat, İlhan Berk’in şiirlerini Yeni Dergi’de yayımlamaya başlayınca, şiirin nasıl olması gerektiğini tartıştıkları bir sürece dönüşmüş, zamanla Memet Fuat, İlhan Berk’in şiirleri üzerinde etkin bir rol oynamaya başlamıştır. İlhan Berk bu uyarıların bir kısmına başlangıçta itiraz etse de kısa zamanda ikna olmuş; şiirlerini ve kendini Memet Fuat’a teslim etmiştir. “Âşıkane” Yeni Dergi’de yayımlandıktan sonra İlhan Berk 6 Ekim 1968 tarihli mektubunda Memet Fuat’a şiirindeki katkısından bahseder: “Sahi, o şiirde senin de payın var, biliyor musun?”[15] Yıllar sonra da Memet Fuat’ın kendi şairlik serüveninin bir parçası olmasını ister, 26 Ocak 1983’te bu isteğini dile getirir:
“Günaydın Yeryüzü ile Galile Denizi’ndeki bu tür çalışman beni çok gönendirdi. Bu yüzden yaratıya senin katılmanı istiyorum.”[16]
İlhan Berk’in Memet Fuat’a yazdığı mektuplar kararsızlıklarla doludur, bu nedenle de sık sık kendini ve şiir anlayışını anlatmak zorunda kalmıştır. Bu mektupların bir araya getirilmesiyle oluşturulan Elin Üstünde Gezsin’deki mektuplar İlhan Berk’in şiir anlayışını kendi ağzından okuma olanağı vermektedir. Kitaptaki mektuplar şair ve editör ilişkisi açısından da önemli noktalara temas etmekte Memet Fuat’ın yayıncılık tarihimizdeki önemli yerini ve ne kadar iyi bir editör olduğunu da ortaya koymaktadır.