Kurbağalara İnanıyorum, elektronik postanın da "bir edebiyat türü olarak mektup" sınıfına girebileceğini bize gösteren metinlerden meydana geliyor
Günün, teknolojinin, modernitenin -artık adına her ne dersek- getirdikleriyle dünya da, yaşantılar da büyük değişimler geçiriyor. Üstelik dünya tarihi boyunca yaşanan teknolojik değişimden daha fazlasını geride bıraktığımız yüzyılda, geride bıraktığımız çağa yakın değişimi de 2000'lerin ilk çeyreğinde yaşadığımızı düşünürsek, hayatlarımızdaki bu değişimin nedenleri üzerine daha rahat konuşabiliriz. Bu değişimin içinde en öndeki yerini ise şüphesiz haberleşme alıyor. Bu zamanlar için "iletişim çağı" denirken söylenmek isteneni her geçen gün daha iyi kavrıyor gibiyiz.
Ancak bu yazıda bahsedilmek istenen iletişim ve araçlarının ne büyük bir değişim geçirdiğinden ziyade, belki de en eski haberleşme araçlarından birinin bugün hâlâ kendine has formunu koruyarak varlığını sürdürüyor olması. Mektuptan, mektuplaşmadan bahsediyorum. Mektuplaşmaya dair değişen sadece üzerinde yürüdüğü zemin oldu. Artık beyaz kâğıtlar yerine beyaz "mail gövdesi" üzerinde dile döküyoruz hissiyatımızı, dertlerimizi ya da bahsetmek istediklerimizi... Bahsetmek istediklerimiz edebiyata dâhilse de durum değişmiyor elbette. Aynı şekilde "mail gövdesi", bu konudaki marifetli yardımcımız.
Beyaz kâğıdın büyüsü, birinden haber bekliyor olmanın ve o haberin postacılar tarafından getiriliyor olmasının dayanılmaz çekiciliği, zarf açacakları, mühürler, pullar... Bazen bazı "şey"lerin ritüellere dökülüyor olması da yapılanı özel kılar. Mektubun da üzerine aldığı imgeleri, taşıdığı anlamları, doldurduğu boşluğu düşünürsek böyle bir yanı olduğu şüphesiz. Fakat kim kaldı geriye bu ritüellerin ve dahi mektubun derdine düşmüş? Herkes, kendi hayatının koşturmacası içinde işini daha pratik yollarla çözme derdinde. Ve bu derde düşenlerin içinde edebiyatçılar da var doğal olarak. Bu da ister istemez habere, bilgiye ya da kaynağa ulaşma şeklini değiştiriyor. Sonuçta "edebiyatçı mektupları" diye ismini koyabileceğimiz yazışmalar var ve bu yazışmalar, edebiyat tarihi içinde çok önemli bir yer tutuyor. Pek çok araştırmacı için olduğu kadar pek çok okur için de ilgilendiği ya da sevdiği yazarın bambaşka yönlerini görme fırsatı doğuyor bu mektuplar aracılığıyla.
Mektuplaşma henüz ortadan kalkmamışken, bu yol yazara ve ilişkilerine ulaşmak adına en doğru ve güvenilir başvuru adresiydi doğal olarak. Sonuçta ortada "belge" niteliği taşıyan kâğıda dökülmüş yazışmalar söz konusuydu ve mektuplar, yazarın terekesini miras bıraktığı ellerce değerlendirilme şansı yakalıyordu. Bazen bu durum kesif bir şanssızlık da doğuruyordu ama bugünün sorusu ve konusu bu değil. Bugünün sorusu ve konusu; çağdaş yazarlara ulaşmak isteyen araştırmacı ya da okurun, nasıl bir yol izlemesi gerektiği ilgilendiği kalemin ilişkilerini, tartışmalarını, bağlantılarını ortaya çıkarmak, öğrenmek için...
Bugünün şartlarıyla düşündüğümüzde az önce bahsettiğim türden bir terekeye ulaşabilmek için edebiyat tarihçisinin ya da konuyla ilgilenen birinin, yazarın elektronik posta adresinin şifresini kırması gerekiyor. Yani bir anlamda araştırmacının aynı zamanda bir hacker olması anlamını taşıyor bu. Konunun yasal sınırlarını tartışmayacağım elbette ama dikkat çekmek istediğim noktanın nasıl çözüme kavuşacağını da merak ediyorum doğrusu. Sonuçta edebiyat tarihçisinin bir hacker'a dönüşme ihtimalinden söz ediyorum ki düşüncesi bile sıkıntıyı anlatmaya yetiyor sanıyorum.
Tabii ki kimseden bir elektronik posta adresinin şifresini -deyim yerindeyse- kırmasını, ilgilendiği yazarın kişisel bilgilerini ele geçirmesini isteyemeyiz. Fakat bir ortak nokta neden bulunmasın diye düşünmeden de olmuyor. Barış Bıçakçı, Behçet Çelik ve Ayhan Geçgin'in ortak çalışması diye nitelenebilecek Kurbağalara İnanıyorum ise bu "ortak nokta" adına umutlanmamızı sağlıyor.
Kurbağalara İnanıyorum, öykü ve romanlarıyla tanıdığımız, dahası yazdıklarıyla ilgili konuşmaktan çok da hoşlanmayan bu üç ismin elektronik posta aracılığıyla edebiyat üzerine yazışmalarından oluşuyor. "Edebiyat Üzerine Yazışmalar", aynı zamanda kitabın altbaşlığı. Elektronik posta üzerinden gerçekleştirilen ilişkiler genelde "yazışma" olarak adlandırılsa da Bıçakçı, Çelik ve Geçgin'in "klavyesinden" çıkanlar mektup samimiyetini taşıyor. Öyle ki daha önce sesini hiç duymadığımız Barış Bıçakçı'dan, elektronik posta yoluyla da olsa roman ve öyküleri dışında bir şey okumak bu samimiyeti perçinliyor.
Hazır Bıçakçı'dan söz açmışken kitap için yazdığı önsözden de bahsetmekte yarar var çünkü Kurbağalara İnanıyorum için yazılmış bu önsöz, bir anlamda konu üzerine düşündüklerimin de tercümanı.
"Fikir Behçet'indi," diye başlıyor Barış Bıçakçı. "Onun bir iş için Ankara'ya geldiği günlerden birinde, hep oturduğumuz pastane pek çok benzeri gibi içinde yiyecek içecek her şeyin olduğu ama bir tek pastane hüznünün olmadığı bir yere dönüştüğünden, başka bir mekânda eğreti oturuyorduk. Tabii edebiyattan konuşuyorduk; okuduğumuz kitaplardan, yazmayı düşündüğümüz şeylerden, sınırlarımızdan ve o sınırları aşmamızı sağlayacak imkânlardan. Bir ara Behçet, çok güzel konuştuğumuzu, ama sonra benzeri konuşmalar gibi bu konuşmayı da unutacağımızı söyledi. Ayhan'ı da bu sohbete katıp edebiyat üzerine yazışmayı önerdi."
Behçet Çelik'in söylediği, Barış Bıçakçı'nın kaleme getirdiği, Ayhan Geçgin'in de katıldığı gibi bu güzel konuşmalar unutulup gidiyor. Mektuplar ise geçmişte bir anlamda bunların unutulmaması için bize fırsat tanıyordu. Kurbağalara İnanıyorum örneğinde bu işi elektornik posta üstleniyor. Tek farkının Barış Bıçakçı'nın önsözde bahsettiği "pastane hüznü" gibi bir duygunun eksikliği olduğunu düşünüyorum sadece.
Bu anlamda Kurbağalara İnanıyorum, elektronik postanın da "bir edebiyat türü olarak mektup" sınıfına girebileceğini bize gösteren metinlerden meydana geliyor. Üç edebiyatçının, edebiyat merkezinden uzaklaşmadan sinemadan felsefeye, psikolojiden yazının kendisine kadar uzanan yazışmalarını barındırıyor.
Buradan yazının başından beri dile getirmek istediğim noktaya dönersek; Bıçakçı, Çelik ve Geçgin'in elektronik posta yazışmalarını yayımlamalarının bahsettiğim "ortak nokta" açısından, en azından bugün için, gerekli bir çözüm olduğunu öne sürmek yersiz olmaz.
Gerekli, evet ama yeterli mi?
İşte onu zaman gösterecek. Çünkü böylelikle yazarların geleceğe bırakmak istedikleri de kendi ukdelerine geçmiş oluyor ki bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğunu belki çok seneler sonra görme imkânı yakalayacağız.