Şimdi bütün hukukçular ve hukuk eğitimi almakta olan öğrenciler kendilerine şu soruyu sorsunlar: “Sait Faik’in hangi eserlerini okudum?’’ Aramızda Sait Faik’in bir eserini okuyan sadece bir kişi bile varsa bu ülke için hâlâ umut var demektir
11 Mayıs 2015 03:02
Adalet olması gereken ile olan arasında sıkışmış, hareket kabiliyetini neredeyse yitirmiş bir kavram olup çıktı ülkemizde. Adaleti düşünmek ve sorgulamak insanı çıldırtacak bir noktaya erişmiş durumdayken, hukuk eğitimi almakta olan bir üniversite öğrencisinin adaleti sorgulayarak eğitimine devam etmeye çalışmasının acısını, bu yazıyı okuyanlar az da olsa hissedebilecektir. Ben bu yazıda bu acıyı zihinlerde somutlaştırmaya çalışacağım. Acı çekerek hayatına devam eden bu kişiye yöneltilebilecek soru şu olabilir : “Sana bu kadar zarar veren bir eğitimden neden vazgeçmiyorsun da, hâlâ bu eğitime devam etmek istiyorsun?’’
Bu soruya idealist bir cevap vermeyi ve bir kahraman gibi algılanmayı gerçekten çok isterdim ancak daha fakülteden mezun olmadan bu işe kalkışırsam, siyasallaşan hukuk ile karşılaştıktan sonra bütün arzularımı bir kenara bırakıp bir köşeye çekilmeyi hazmedemeyeceğimden dolayı bu soruyu daha yumuşak bir şekilde yanıtlamak istiyorum. Hukuk eğitimine devam etmek istememin tek sebebi, yaşamın her köşesinden yumruklarını savurmaya çalışan hukuk sistemine karşı dirençli olabilmenin yollarını öğrenebilmek. Yazının başında vurgulamaya çalıştığım, olması gereken ile olan kavramlarının içini şimdi doldurmaya başlayabilirim. Bana göre hukuk olması gereken değil, olandır. Adalet ise olması gerekenlerin gerçekleşmesinden sonra ortaya çıkan huzur duygusudur. Bu huzur, toplumun ileriye doğru, daha açık bir ifadeyle demokrasiye doğru gitmesini sağlar. İşte tam da bu yüzden hukuk eğitimi bana kalırsa herkes için gereklidir. Hukuk fakültelerinde derslerde öğretilenler, olması gerekenler; ülkemizde yaşanan hukuksuzluk hali ise olandır. Hukuk fakültesinden mezun olacak olan benim gibi bahtsızlar siyasal sistemin içinde oradan oraya savrulurken, öğrendikleri ilkeleri bir dövüş ustası gibi kullanmadan önce düşünecek, sonra da uygulamaya çalışacaktır. Bu yazının konusu Türkiye’de “siyaset ile iç içe geçen hukuktan doğan adaletsizlikler” olacağı için başka ülkelerde ne türden bir dövüş yapılıyor ya da böyle mücadelelere gerek kalıyor mu sorularına cevap aramayacağım. Aramaya çalıştığım siyasete bulaşmış hukuk adalet sağlayamıyorsa, adaletin sağlanması için yapılması gerekenlerin ne olduğu olacaktır.
Yazının başından beri hukuk ile şiddetin ne kadar iç içe olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Şiddet, bireyi bir şekilde hizaya çekme yoludur. Şiddetin görünümü çok çeşitlidir ve zihinlerde canlandırıldığında bireyi fazlasıyla ürküten bir görüntüsü vardır. Hukuk tarafından oluşacak şiddeti anlatmaya çalışmak bana kalırsa çok kolay olsa da başkalarını bu anlatılanlara inandırmaya çalışmak tam aksine çok zordur. Kavramların yan yana gelmesi bile insanları bir hayli şaşırtır. Hukuk sorgulanmadığı vakit adalet ile eşanlamlı zannedildiği için hukukun kesin yargılarının çok can yaktığını izah etmek epey bir zaman alır. Bana kalırsa bir mahsuru yok. Türkiye gibi bir ülkenin her konuda daha alması gereken çok yol olduğunu düşünürsek, Türk hukuk sisteminin gelişebilmesi için yavaş yavaş ilerlemek, kavramları her gün tekrar tekrar incelemek yanlış bir strateji olmayacaktır. Türkiye’deki hukuk sisteminin en büyük dertlerinden biri de adaleti hızlı bir şekilde sağlamaya çalışmaktır. Adalet içinde insanı, hayvanı ve doğayı barındırır. Hepsi o kadar karmaşık bir yapıdadır ki hızlı bir eleştirel bakış bu anlamda başarısız sonuçlara zemin hazırlayacaktır. Tıpkı Türkiye’de yaşananlar gibi. Binlerce sayfalık dosyalardan adalet çıkartması beklenen hâkimlerin anlama, düşünme, sorgulama ve sonuç çıkarma için neredeyse hiç vakitleri yoktur. Düşünülmeden verilecek kararlar adaleti getirmeyeceği gibi, konu edilen kararı da adeta bir ateş topuna çevirir. Bu ateş topu bir tarafı mağdur ederken, diğer tarafı haksız bile olsa haklı göstereceği için ortamı şiddete uygun bir hale getirir. Bu hızlı adalet anlayışı, adaleti de geciktirecektir. Bu yazıyı okuyanlar söylediklerinin tam tersini aynı cümle içerisinde söyleyebilen birini tanıdıklarında hukuk eğitimi ile ilgilenmekten vazgeçebilirler. Hayır! Hukuk eğitiminin kendisi de içinde çelişkiler barındırır. Bu çelişkiler, bir hukuk öğrencisini ileride iyi bir hukukçu yapmak için vardır zaten.
“Acele işe şeytan karışır” diye boşuna dememişler. Hızlı bir adalet, hukuk eliyle gelmeye kalkarsa hukuk orada şeytanlaşır ve sert yüzünü gösterir. Hukuk sert yüzünü göstermesin diye yavaşlamalı ve hukukçular eliyle yumuşatılmaya çalışılmalıdır. Ama nasıl?
Gülme eylemi ile hukuk kelimesini yan yana getirmeye çalışan biri olarak ironi yaptığım düşünülebilir. Böyle düşünmek elbette herkesin en doğal hakkı. Türkiye’de herhangi bir şehirde bulunan bir adliyeye gittiğiniz zaman yaşayacağınız kaos, orada çalışan görevlilerin yüz ifadeleri ve daha da çıldırmak isterseniz katılacağınız bir davadaki hâkimlerin konuşmaları, ses tonları ve mahkemede yaşananlar hukukçuların asık suratlı oldukları konusunda herkesin fikir birliğine varabileceği bir durum olabilir. Hukukçular haksız da sayılmazlar aslında. Aylarca, belki yıllarca hiç durmadan okunsa bile kesinlikle bitmeyecek dava dosyalarını hangi hâkimin önüne koyarsanız koyun suratı asılacaktır. Gülmek bulaşıcı olduğu kadar, gülmemek de bulaşıcıdır. Bu yüzdendir ki Türkiye’deki mahkemelerden toplumu sevindirecek kararlar kolay kolay çıkmaz. Çıksa bile adaletsizliğe maruz kalmış olanların yüzleri uzun yıllar gülmez. Türkiye’de avukatlık yapmakta olan kişileri bir düşünelim. Konuşma süreleri neredeyse hiç olmayan, dertlerini siyasallaşan hukuk karşısında anlatamayan, şiddete maruz kalan yargılamanın en önemli unsurlarından biri olan savunmayı hukuk şiddeti ile terbiye etmeye kalkarsanız, bu insanların yüzünün gülmemesi çok doğaldır. Türkiye’de hukuk sisteminin yaşattığı olumsuzluklar o kadar fazladır ki başka ülkeler ile karşılaştırma yapmak isteyen birisi neredeyse aklını kaçırır. Hukuk eğitiminin farklı bir boyutunu öğrenmek için İngiltere’de katıldığım bir program aracılığıyla Londra’da bir duruşma seyretme şansına sahip oldum. Türkiye’den gelen birisi olarak duruşma bana fazlasıyla sıkıcı geldi. Kimse kimseye bağırmıyor, hâkimler avukatların sözünü asla kesmiyor, davada karşı karşıya gelen avukatlar birbirlerine hakaret etmiyordu. İngiliz avukatların giyinişleri de göz önünde bulundurulunca bunlar hukukçu mu yoksa tiyatro oyuncusu mu diye düşünmeden edemedim. Ben Türkiye’de sadece hukukun sert yüzünü görmüştüm. Hukuk yumuşatılsın, adalet dünyamıza ve özellikle de ülkemize hâkim olsun diye uğraşmakta olan bir hukuk fakültesi öğrencisinin bu şartlar altında daha önce de vurguladığım gibi aklını kaçırmamak için edebiyat ile uğraşması kaçınılmaz hale gelir. Hukuk ne kadar baskıcıysa, edebiyat o kadar özgürdür çünkü. Yaşanacak bir dünyayı edebiyatın içinde kurmak, hukukun kesin yargılarına istemese de alışmaya çalışan ve her daim de bunlardan kaçmak isteyen birisi için daha rahat olacaktır.
Yazının son bölümü “Edebiyat ile hukukun yüzü gülecek’’ olsa da hukukçuların edebiyat ile yüzü güler mi pek emin değilim. Araştırmalarımdan öğrendiğim kadarıyla hukukçuların “edebiyat ile uğraşan garip hukukçulardan” pek hoşlanmadığı. Bu garip hukukçuları düşününce aklıma ilk gelenlerden birisi Akif Kurtuluş. 2005 yılında Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazanmış olan Akif Kurtuluş, Ankara Barosu Başkanlığı’na aday olduğu zaman kendisine gelen bir tepki şu olmuş: “Şairden baro başkanı olmaz.” Şiir ile hukuk neden yan yana gelemez ben anlam veremedim açıkcası.
Bu garip ve heyecanlı olayların farklı örneklerini anlatmayı şu an çok istesem de yazının konu bütünlüğü bozulmasın diye konuya hiç girmeyeceğim. Ben bu bölümde vurgulamak istediklerimi hukuk eğitimi almış edebiyatçılar yoluyla anlatacağım. Adaleti ülkenin her yerinde görmek isteyen birisi olarak adaletin ışıklarını insanın sahip olduğu bence en önemli duygulardan biri olan “vicdan’’ üzerine yoğunlaştırmak istiyorum. Vicdan sahibi olabilmek için insanın korkularıyla karşılaşması gerekir. Dikkatinizi çekerim karşılaşmadan bahsediyorum, “hesaplaşma’’ değil. Korkuyu yenebilmenin ilk aşaması korkuyla karşılaşmayı göze alabilmektir. Hesaplaşma bu aşamayı geçtikten sonra karşımıza çıkar. Hesaplaşabilmek için ise insanın bilmediklerini öğrenmesi gerekir. Yüzleşemediğimiz ne varsa biraz da konuyu gerçekten iyi bilmediğimiz içindir. Bilmek, anlamayı kolaylaştırır.
Ben kendi içimdeki yüzleşmeyi dört edebiyatçı ile gerçekleştirdim: Akif Kurtuluş, Behçet Çelik, Yalçın Tosun ve Yaşar Kemal. Dördünden de farklı olayları öğrendim, bu olayları anlamaya çalıştım; adaletli kararları kendi içimde verebilmek için ise karşılaştığım olaylarda vicdanımı kullandım. Vicdanımı ağır ağır hareket ettirdim ve adalete ulaşma yolunda “hukukun üstünlüğü’’ diye sürekli vurgulanan kelimenin altını doldurmaya çalıştım. Hukuku üste koyalım evet, ben de bu konuda hemfikirim ancak; altı boş kaldıktan sonra hukuk hep çökecek. Adalet bu hukuk enkazı içinde yok olup gidecek. Adaleti ileride hukukçu olduğum vakit altımda ezmemek için bu edebiyatçıların cümlelerine odaklandım her gün.
Murathan Mungan’ın seçtikleriyle ortaya çıkan Bir Dersim Hikâyesi kitabı, Dersim’de yaşanan katliamı anlatan acılarla dolu öykülerden oluşuyor. Türkiye’de önceleri Dersim demek bile yasaktı. Bunun söylenilmesinin bile yasak olduğu bir toplumda hiç şüphesiz bu acılarla yüzleşmek çok zordur. Hukuk ve siyaset ne kadar kısıtlarsa kısıtlasın, edebiyat bir şekilde yolunu bulup kendisini gösteriyor ve yaşananları dile getiriyor. Bu kitapta yer alan Yalçın Tosun’un yazdığı “Karganın Merhameti’’ isimli öyküde bir kez bile Dersim kelimesi geçmiyor. Kitaptaki öyküyü isterseniz başka bir öyküler seçkisine de yerleştirebilirsiniz. Acılar, nerede yaşanmış olursa olsun, kim yaşamış olursa olsun insanları birbirine bağlayan bir iptir. Yeter ki biz o acıları hissedelim ve ipi koparmamaya gayret edelim. Siyasetin ve tarihin gölgesinde boğulmadan coğrafyamızda yaşanan acıları hissedelim ve geçmişimizle hesaplaşmak için çaba gösterelim.
Aynı hissiyatı Behçet Çelik’in yazdığı “Lori... Lori...” isimli öyküde de hissettim. Bu öyküyü ilk önce Bir Dersim Hikâyesi isimli kitapta, daha sonra Behçet Çelik’in son öykü kitabı olan Kaldığımız Yer’de okudum. Kaldığımız Yer, Dersim’de yaşananları özel olarak anlatmıyor ancak; geçmişe, hesaplaşmaya, kutsallığa insan ilişkileri üzerinden odaklanıyor. Kapaklar değişse de acılar aynı kalıyor. Acıları anlamak için insan olduğumuzu unutmayalım yeter.
Hrant Dink anısına Yiğit Bener tarafından hazırlanan İçimizdeki Ermeni kitabı ise hukuk eğitimi almakta olan bir öğrenci için hazine kıymetinde. Ben bu kitapta Akif Kurtuluş’un yazdığı cümlelere odaklandım. “Yüzyıllık Arsızlık’’ yazısında Akif Kurtuluş yüzleşmeden kaçınma şeklimizin “ama’’larımıza sığınmak olduğunu söylüyor. Bu “ama”lar bize güç veriyor ve bizim en güçlü dayanağımız oluyor.
Son olarak hukuk eğitimi almakta olan birisi olarak hayatımda yer etmiş birisinden söz edeceğim: Yaşar Kemal.
Yaşar Kemal, bence dünyadaki en önemli insan hakları savunucularındandır. Şu cümleler yoksa başka nasıl açıklanabilir: “Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülükten arınsınlar.’’ Adaletsizlik, kötülüklerle beraber gelir. Adalet, Yaşar Kemal’in her eserinde mutlaka yer verilen konulardan biri olmuştur.
Yaşar Kemal’in ölümünden sonra öğrendiğim bir olay ise edebiyata olan tutkumu neredeyse bir aşka çevirmiş ve edebiyatla iç içe olmadan iyi bir hukukçu olamayacağıma kesin olarak karar vermemi sağlamıştır. Sait Faik Yaşar Kemal’e bir kitabını imzalarken şu cümleleri yazıyor: “Türklerin en Kürdüne, Kürtlerin en Türküne.’’ Kürt sorununa bu bakış açısıyla bakabilmeyi edebiyat olmasaydı nasıl öğrenecektik ?
Şimdi bütün hukukçular ve hukuk eğitimi almakta olan öğrenciler kendilerine şu soruyu sorsunlar: “Sait Faik’in hangi eserlerini okudum?’’ Aramızda Sait Faik’in bir eserini okuyan sadece bir kişi bile varsa bu ülke için hâlâ umut var demektir.