Edebiyat makro adaletsizlikleri bazen mikro düzeylerde daha iyi gösterilebiliyor, çünkü biz okurlar ne de olsa mikro boyutlara daha yakınız ve iktidarlar da “baht”ımız gibi boy boy...
08 Kasım 2018 13:35
Son yıllarda “Adalet” genel bir başlık olarak gitgide daha yakıcı örnekleriyle gündemimizde. Adaletsizliğin, yargı mensuplarını da kapsayan görülmemiş boyutlara ulaştığı bir dönemde buna şaşırmıyoruz elbette. Ancak, bir yandan nöbetler halinde genel başlıkla devam ederken diğer yandan ayrıca “edebiyat” sözcüğünü içeren özgül başlıklar altında düşünce üretmek ihtiyacını da duyuyoruz. “Edebiyat ve Adalet” bu gazetede 2015 yılının mayıs ayında düzenlenen soruşturmalardan birinin başlığıydı.[1] Ekim 2018’de Diyarbakır’da düzenlenen Karşılaştırmalı Edebiyat Günleri çerçevesinde de “Edebiyatın Adaleti” başlıklı panel, hem genel olarak edebiyatın hem de Kürtçe edebiyatın adalet talep ettiğinin resmi gibiydi.
Panele çağrıldığımda, programı Lîs Yayınları ile birlikte düzenleyen Diyarbakır Sanat Merkezi (DSM) konusunda net bir bilgim yoktu, iyi şeyler yapan bir yer olarak belli belirsiz bir izlenimim vardı yalnızca. Ülkede olup biten her şeyi bütün netliğiyle zihnimizde barındırmamıza olanak yok ama, bazı örnekler dramatik oluyor: Biz adalet konuşuyoruz ve daha pek çok kültürel çaba gibi DSM’nin de önde gelen girişimcilerinden olan Osman Kavala bir yıldır iddianame yüzü görmeden Silivri’de mahpus. İddianamesiz mahpus demek, hukuktaki anlamıyla yargısız infaz demek. Kavala’nın suçu herhalde hatırı sayılır bir barış ve kültür destekçisi olmaktır. Sanat merkezinin mekân tuttuğu Diyarbakır’ın milletvekilleri de, belediye yöneticileri de çoktandır mahpus ise, sanat merkezinin destekleyenine ayrılan yer de çok farklı olmuyor.
Diyarbakır Karşılaştırmalı Edebiyat Günleri ilk kez beş yıl önce, her yıl yinelenmek niyetiyle düzenlenmiş ama, ikincisi ancak bu yıl yapılabildi. Gecikmenin nedenini anlamak için, şu an şehrin kalbindeki Sur ilçesinin bazı sokaklarını mutlak bir biçimde enine kesen yüksek blok panoları görmek bile yeterli olabilir. Savaşın yarattığı manzarayı gözlerden gizlemeye çalışan bu panolar, Lefke’de yıllar önce gördüğüm, cezaî bir sınır gibi şehrin sokaklarında karşınıza çıkıveren o savaş barikatlarını, dolayısıyla Neşe Yaşın’ın şiirlerini çağrıştırıyor. Gerçekten de Diyarbakır edebiyatla birlikte adaletsizliği “şahsında” canlandırıyor.
Benim ilk konuşmacı olarak panel başlığına bazı genel altbaşlıklar ekleyen kısa sunumumun geniş halini aşağıda bulabilirsiniz. Programın ve panelin en önemli tarafı ise ikidilli olarak yapılabilmesiydi. Gerçek bir dilbilimci olan romancı Dilawer Zeraq’ın konuşması bu açıdan özel bir anlam taşıyordu. Kendisi romanlarını da Kürtçe yazıyor. Hazırladığı ve geliştirdiği Kürtçe-Türkçe ve Türkçe-Kürtçe Deyimler Sözlüğü her iki dile de katkı sağlayan türden.[2] Panelin konuşmacılarından şair Gonca Özmen, doktora tezinin de konusu olan “postmodern yeniden yazım tekniği”nin, adalet kavramı açısından sunduğu olanaklardan söz etti. Murat Özyaşar da çarpıcı anekdotlar eşliğinde, edebiyatın adaleti arayabilen bir alan olduğunu anlattı.
Bu giriş bölümünü, Karşılaştırmalı Edebiyat Günleri’nin onur konuğu olan şair Berken Bereh’in Rousseau çağrışımlı sözleriyle bitireyim: “Gördüm ki Ehmedê Xanî ile Mevlânâ arasında, Melayê Bateyî ile Ahmet Haşim arasında fark yoktur, Cegerxwîn ile Paul Eluard arasında fark yoktur. Hepsi de aynı özgürlük şarkısını söylemişlerdir. Aramızda sınırların oluşmasına neden olanları, sınırlara ilk çiviyi çakanları lanetliyoruz.”
Panelin başlığından ne anladığım net olsun diye, başlığa “poetik adalet” tamlamasını eklemek gereğini duyuyorum. Kavramın Aristoteles’in Poetika’sından el alan tarihsel ve evrenselleşmiş adı böyle (poetic justice). “Poetik” sıfatının ilk anlamı ‘şiirsel (şairane)’ olmakla birlikte, edebiyatın bütününü, hatta bazen “ilahi adalet” anlamını kapsayan geniş içeriklerle, “poetika”nın sıfat hali olarak da kullanılabiliyor. Her durumda, ilk soru herhalde şudur: “Edebiyatın adaleti” ya da “poetik adalet” dediğimizde, ‘bildiğimiz’ dünyanın (ya da “hayatın”) adaletindan farklı bir şey mi kastediyoruz? Yanıt: Evet ve hayır. Ama bundan önce bir kez daha soralım: “Adalet” nedir?
Kılıçdaroğlu’nun ayak parmaklarından dördünü sakatladığı söylenen Adalet yürüyüşü çoğumuz için, susamışın suya koşması gibiydi, tarihin en kayda değer kitlesel çıkışlarından biri. Sloganıyla hedefi on ikiden vurmuştu bu çıkış: “Hak, hukuk, a-da-let!” Gerçekten de, ülkenin bir numaralı ihtiyacı, şatafat değil, adaletti. Her gün adaletsizliğin türlerine tür ekleniyordu. Ne var ki, o görkemli eylemin arkası gelmedi, adaleti çöktüğü yerden kaldıracak bir program konulamadı ortaya. Slogan, belki ancak, kavramın tanımlayıcı öğelerini zihnimize çakmaya yaradı: “hak” öğesi ve onun, geldiği dildeki (Arapça) çoğulu olan “hukuk”. Adalet hakkın tanınması ve yerine getirilmesidir. Yurttaşların hakları anayasa hukukunda, eşlerin ve çocukların hakları medeni hukukta, alıcılarla satıcıların ve ortakların hakları ticaret hukukunda, borçlular ile alacaklıların hakları borçlar hukukunda, ödenecek vergiler vergi hukukunda, suçlunun ve mağdurun hakları ceza hukukunda düzenlenir vb. Haksızlığa uğramak, biz insanlarda en keskin duygulara yol açabilen bir durum. Bu nedenle olmalı, haksızlığı önlemeye gücümüz yetmedikçe kendimize gerçeklikle ilişkisi ve başarı derecesi çok değişebilen adalet türleri yaratmışız: ilahi adalet, öç, bireysel adalet, sosyal adalet, sözlü hukuk, yazılı hukuk... Haklar babında insanlığın ulaştığı idealleri “evrensel hukuk” başlığı altında topluyoruz. Ve tarih boyunca bu kavramların hiçbiri tamamen yok olup gitmemiş, çünkü hiçbiri bir başına adaletsizlikleri ortadan kaldırmaya yetmemiş; günümüzde en yüksek hak kavramı olan “insan hakları” bile. Buradan da belli ki, toplumsal adalet konusunda anahtar kelimeler “bilinç” ve “mücadele”dir. Adalet bunlar yükseldiği ölçüde yükselir.
Bir nokta daha: “Hak” kavramı yalnızca bireyler, topluluklar ya da halklar için geçerli değil: Hak sahibi, bir insan olabildiği gibi, bir topluluk, halk ya da ulus, hatta canlı-cansız her tür varlık, bir sanat yapıtı ya da beceri ürünü de olabiliyor. Türkçede “hakkını vermek” sözü bizi alabildiğine ortak bir anlam alanına gönderiyor.
Bunları dedikten sonra, “Edebiyatın Adaleti” başlıklı Karşılaştırmalı Edebiyat Günleri’nin çerçeve cümlelerinden birinde denildiği gibi “hayatın adaleti” ile “edebiyatın adaleti” arasındaki farklılık konusunda neler söyleyebiliriz? Adaletten, belirli kötülükleri cezalandırıp iyilikleri onurlandırmasını, herkesin hakkını vermesini bekleriz. Edebiyattan da bekler miyiz aynı şeyi, beklemeli miyiz? Öyle anlaşılıyor ki bu sorunun egemen yanıtı geçen yüzyıla kadar “evet” olmuş. Hatta destanları terennüm eden âşıklar destanın sonunda kahramanın öldüğünü söylediklerinde bazen ölümle tehdit edilmiş, bir tür “happy end”e ya da kahramanın üstün geldiğini anlatmaya zorlanmışlar. Günümüzde ise egemen yanıt (etik meseleyi de hesaba katarak) hâlâ “evet” olmakla birlikte, artık “hem evet hem hayır” dememiz yerinde olur, çünkü “evet”le yetinmek, yüzeyde kaldığımız ve çocuklar ile deliler dışında yalnızca edebiyata tanınmış olan bir haktan vazgeçtiğimiz anlamına gelebilir: Gerçeklikle bildiği gibi oynama hakkı, her tür reçeteden, siparişten ya da koşuldan muaf olma hakkı. Yazar, gerçeklikle, hayatın ya da dilin gerçekliğiyle, bildiği gibi oynayabilir. Zaten oynamıştır da, bütün zamanlarda ve yerlerde oynayagelmiştir. Masallarda devler vardır, kötü yürekli dev, iyi yürekli kahraman tarafından bertaraf edilir. İyi yürekli şehzadeler vardır, kendileri gibi iyi yürekli bir yoksul genç kız bulup evlenirler. Destanlarda kahramanlar vardır, şehri ölümcül düşmanlardan kurtararak adaleti sağlarlar. Ancak, yakından bakıldığında asıl başarıları, olay örgüsünden çok, kişilerde yarattıkları köklü değişikliklerdedir. İnce Memet modern bir destan gibidir, başkişisi adaletsizliğe başkaldırır ve adalet duygusunu, silahlı çatışmaya girdiği Asım Çavuş’a sirayet ettirir. Modern romandır, hüküm vermez, kitap biterken İnce Memet’in imi timi belirsiz olur. Kuvvetler ayrılığı ilkesi edebiyatta da geçerlidir: Umberto Eco’ya borçlu olduğumuz bakış açısı uyarınca, yazarın (“bütün yapıtları ve poetikası” anlamındaki yazarın) hakkı, metnin ve okurun haklarıyla dengelenmiştir. Edebiyatın (ve sanatın) asıl marifeti hüküm vermek değil, problemi bütün zorluğuyla, gerektiğinde çözümsüzlüğüyle ortaya koymak ve bunu hakkıyla yapmaktır.
Osmanlı’dan miras aldığımız, “kadı sicilleri” adı verilen ve her biri bir başka “adalet” öyküsü içeren sayısız kaynak var. Bunlar zamanın mahkemelerinde tutulmuş zabıtlardan oluşuyor. Bir bölümü kitaplaşmış ya da sanal ortama aktarılmış durumda.[3] Bu siciller elbette edebiyat yapıtı olarak yazılmamış. Ancak, bugünkü mahkeme zabıtlarına da benziyor. Olgusal gerçekliğe herhalde sadık, buna karşılık günümüzün resmî klişelerinden ve evrak dilinden farklı olarak yerel ya da kişisel tonlar taşıyabilen yazılar. Diyebilirim ki, edebiyatın adalet konusunda tutabileceği iki yoldan biri olan öyküleme yordamına yakın seyrediyor kadı sicilleri. Başka pek çok disiplin açısından taşıdıkları kaynaklık değerini edebiyat açısından da taşıyorlar. Bir anlamda türlerarası metinler bile diyebiliriz, tıpkı anılar ya da denemeler gibi. Edebiyatın özelliği, tarihsel-toplumsal olayları bire bir izlemekle yükümlü olmamasında. İzlemekte özgürdür, ancak yoruma tabi olarak. Zaten bu izleme işini her zaman başaramaz. Bazen yüzyıllar ötesine sıçrayabilirken, bazen nal toplar. Sophokles, Shakespeare ve Dostoyevski: Bu yazarların ortaya koyduğu problemler ve poetik anlayışlar ancak yüzyıllar içinde fark edilebilmiş ve giderek çığır açıcı olabilmişler. Ve bugün edebiyattan, en büyük insanlık trajedileri konusunda bile dolaysız bir adalet anlatısı beklemiyoruz. Sözgelimi William Styron’ın Sophie’nin Seçimi adlı romanı, hem Holokost’u “anlatmak” bakımından, hem de adaletsizliğin, Dante’nin Cehennem’i gibi kat kat diplere indiğini göstermek açısından eşsiz bir örnektir. Mehtap Ceyran, Suzan Samancı, Ayhan Geçgin gibi yazarlar da Kürt sorununu “anlatmak” bakımından edebiyatın hakkını veren yazarlardır. “Anlatmak” filli, edebiyat söz konusu olduğunda, öğretmekten çok, düşündürmek, aklını kurcalamak, derinden kavrayış ya da yalnızca seziş sunmak’ gibi anlamlar taşıyor. Edebiyat makro adaletsizlikleri bazen mikro düzeylerde daha iyi gösterilebiliyor, çünkü biz okurlar ne de olsa mikro boyutlara daha yakınız ve iktidarlar da “baht”ımız gibi boy boy.
Yazının girişinde, Kürtçenin ve Kürtçe edebiyatın adalet talebinden söz ettim. Bu talebin meşruluğu tartışma götürmez. Ancak, Türkçe yazmakla ilgili önemli bir noktayı, “egemenin dilinde yazmak” denen edimin iki yüzü keskin bir bıçak olduğu gerçeğini de not etmeliyim. A. Hicri İzgören’in “Bekledik Gelmediniz” adlı şiiri, Türkçe yazılmıştır ve ülkenin batısına seslenmektedir.[4] Ve Ayhan Geçgin, Mehtap Ceyran’ın Mevsim Yas adlı nefis romanıyla ilgili yazısında, Türkçe yazmanın bu yönünü dile getirmektedir: “Bizim bu hikâyeleri Türkçede işitmemiz gerekir. Türkçenin bu hikâyeleri kendi sesinde işitmesi gerekir. Başka türlü Türkçe de kendi yıkımıyla yüzleşemez.”[5]