Söz konusu Kuzey Avrupa ülkeleri olunca kış ister istemez edebiyatın bir yardımcı kahramanı olmaktan çıkıyor ve ana kahramana dönüşüyor
08 Aralık 2016 17:05
Nordik edebiyatı başlığı altında İsveç, Norveç, Danimarka ve İzlanda edebiyatının ele alınması bu ülkelerin yazarlarının pek de tercih etmediği bir şey olsa da, kuzeye oldukça uzaktan bakan dünya için bu gizemli, karanlık, soğuk ülkeleri bir nebze olsun anlamanın belki de tek yolu onları aynı çatı altına toplamak.
Mitolojik anlatılarının bile “Edda’ya göre bir zamanlar ne yukarıda cennet vardı ne de aşağıda dünya. Sadece sonu olmayan bir boşluk ve içinden bir pınar akan bir sis dünyası vardı. Bu pınardan on iki tane nehir çıkardı ve kaynaklarından uzaklaştıkça birbirlerinin üstünde tabakalar hâlinde donar, nihayetinde de sonsuz boşluğu doldururlardı. Güneyden gelen sıcak bir rüzgârla buzlar eridi ve böylece ortaya buz devi Ymir, onun evlatları ve inek Audhumbla çıktı. Ymir bu ineğin sütünden ve kendisinden beslenirdi. Audhumbla ise kırağıları ve buzların üstündeki tuzları yalayarak yaşardı. Günlerden bir gün, yine buz ve tuzu yalayarak beslenirken bir adamın saçları belirdi. İkinci günde kafasının tümü, üçüncü günde ise bahşedilmiş bütün güzelliği, çevikliği ve kuvvetiyle bütün bir vücut belirdi” şeklinde başlayan bir toprak parçasında edebiyatta kışın etkisi üzerine düşünmenin ötesinde, kışta edebiyat yapmanın, aylarca süren soğuk havada, kar altında ve karanlıkta yazmanın, yazma eylemini neye dönüştürdüğü ya da nasıl dönüştürdüğü üzerine yoğunlaşmak gerekiyor.
2000’lerin başına kadar Norveç’ten Henrik Ibsen ya da Knut Hamsun, İsveç’ten Selma Lagerlöf, Danimarka’dan Anderson gibi kült yazarlar Türkçede bir okur kitlesi bulabilirken, günümüzde kuzeyin sert havası sadece sinema ya da müzikte değil, edebiyatta da etkisini istikrarlı bir şekilde arttırmaya devam ediyor. "Nordik Edebiyatı" denince tüm dünyada akla “Nordic noir” denilen polisiye ve cinayet romanları gelirken, modern İskandinav edebiyatının her türünde kış bir fon olmaktan çıkıp çoğu zaman hikâyenin tam ortasında kendine bir yer buluyor. Yılın sekiz ayı süren bir kış mevsimi tıpkı Güney Amerika ya da Afrika ülkelerinde yazın ve sıcağın hüküm sürmesi gibi, anlatının ister istemez hem odağına oturuyor hem de ona yön veriyor.
İskandinavya’nın karanlığı ve kışı edebiyat yoluyla Kuzey Avrupa’dan çıkarak İngiltere başta olmak üzere tüm dünyaya yayılmaya başladı. Özellikle Stieg Larsson imzalı Ejderha Dövmeli Kız’ın ve Şeytan Yıldızı, Nemesis, Leopar gibi kitapların yazarı Norveçli Jo Nesbo gibi isimler, polisiye ve suç romanları ile İskandinav edebiyatını hiç olmadığı kadar görünür hâle getirirken, arkalarındaki en büyük destek aylarca süren kış ve karanlık, kar ve soğuktu. Tüm dünya “nordic noir” neden bu kadar ünlü oldu sorusunu “insanın içine bile nüfuz eden uzun soğuk kışlar ve melankoli hissi” olarak cevaplıyor. Kuzey Avrupa ülkelerinin her sene refah seviyesi en yüksek bölgeler listesinin üst sıralarında yer almalarına rağmen, polisiye ve suç hikâyelerinin hiç de huzurlu bir yanının olmaması ikilemi de bu ilgiyi şüphesiz iki katına çıkarıyor.
Günümüzde Nordik edebiyatı denildiğinde polisiye romanları, ve tüm dünyada olduğu gibi bizde de bir fenomen hâline gelen Norveçli Knausgaard’ı ayrı tutmak gerekiyor. Altlı ciltlik özyaşamsal romanı Kavgam, bir Norveçlinin hayatının içine girmek ve coğrafya, bir hayata, ardından bir yazara nasıl etki ediyor diye görmek için eşsiz bir örnek. Soğuk, gri, depresif bir coğrafyada sıradan olanın çekiciliği ne anlama geliyorsa Knausgaard da aynı etkiye sahip.
“Ocak hakkında söylenecek pek bir şey yok. Karanlık ve soğuk; ısınmak için deli gibi ateş yakıyorum.”
İskandinav ülkelerinde yaşayanların yaratıcılığı ve tüm dünyada hatırı sayılır bir takipçi kitlesine sahip sinema, edebiyat ve müzik alanındaki başarıları üzerine konuşulduğunda, dost meclislerinde dahi söylenen ilk şey “o kadar uzun süren bir kışta kendilerini sanata vermekten başka çareleri yok” iken, Nordik yazarların ilhamını ve "Modern Nordik Edebiyatı"nın beslendiği kaynağı başka yerde aramamak gerek. Türkçeye çevrilmeyen henüz onlarca eser olsa da, bizde de etkisini hissettiren kar manzaralı, okurken üşüdüğümüzü hissettiğimiz, mevsimin karanlığına hapsolduğumuzu düşündüğümüz hikâyeler son yıllarda en çok okunan kitaplar arasında kendilerine yer bulmaya başladılar.
Ancak Nordik edebiyatında heyecan verici ve çok satan olarak bilinen suç romanlarından çok daha fazlasının olduğu da bir gerçek. Modern edebiyatın ilk zamanlarından itibaren sadece bir parça ekmeğe tereyağının sürüldüğü, sandalyede oturup pencereden kar manzarasının izlendiği, hiçbir şeyin olmadığı ve hatta hiçbir şeyin olmayacağından emin olduğumuz realistik roman türü, bugünün yazınının en önemli damarlarından birini oluşturur. Realist edebiyatın etkileri bugün değişen konulara ve modern dünyaya rağmen karın üstünde sessizce yürür gibi tarihsel izleri takip etmeye devam ediyor. Bugün birçok Nordik yazar kendi hayat hikâyesi ile kurgunun sınırlarında dolaşan kitaplar yazdığı için kar ve kış da tüm bu anlatıların fonunda kendine yer bulur.
Bu kitapların en önemlilerinden biri de bu yıl yayımlanan Erlend Loe imzalı Doppler. Evli, iki çocuklu ve başarılı bir iş sahibi Andreas Doppler bir gün ormanda dolaşırken bisikletten düşer ve hayatı boyunca hissetmediği bir huzur hissederek yaşamına ormanda devam etmeye karar verir. Şehrin dışındaki bir ormana yerleşmek ve kış aylarının yıkıcılığı, romanda hikâyenin bir konusu olmaktan çıkıp önemli bir karakter gibi gidişatın belirleyicisine dönüşüyor.
“Bir gece çadırın neredeyse dört metrelik direği kırılıyor. Dışarısı yaklaşık sıfır derece ve biz uyuduktan sonra deli gibi kar yağmış, belli ki çadır böyle havalar için tasarlanmamış.”
Sonrasında bir sinir krizinin eşiğine gelen Doppler, adeta doğa ile baş edemeyen modern insanın bir yansıması. Üstelik sıradan bir kış ya da karanlık değil burada söz konusu olan. İnsanın içine işleyen, tüm hayatını buna göre organize etmesini emreden cinsten bir mevsim.
2014 yılında yayımlanan Ölü Gömme Törenleri modern İzlanda edebiyatının, tarihin de izlerini taşıyan en sarsıcı örneklerinden. Tarihin izlerini taşıyor çünkü romana konu olan Agnes Magnúsdóttir, İzlanda’da 19. yüzyılın sonunda cinayetle suçlanarak idam edilen son kişi. Kitabın yazarı Hannah Kent, henüz otuz yaşında olmasa da hikâyesiyle okuru İzlanda’nın daha da sert kış koşullarına sürüklüyor. Karanlığın, ısınma ve doyma çabasının bir de cinayet fonuyla sunulduğu roman anlatım itibariyle, basit, yalın, gündelik, modern Nordik edebiyatının bir örneği oluyor. Ölü Gömme Törenleri bize uzun kış aylarının bir özelliğini daha en sarsıcı bir şekilde hatırlatır: Kış, hele de 19. yüzyılda yaşıyorsanız bütün ailenin belki de tek bir odada yaşamak zorunda kalması anlamına da gelir. “Bütün yaz tarlada çalışan Agnes’in, kış bastırınca tek bir odaya sıkışıp kalan aileyle ilişkisi değişti. Onu dinleyenlerin zihinlerindeki soru gitgide belirginleşiyordu. Cinayeti işledi mi, işlemedi mi?” Sırları tek bir odada yaşarken nereye saklayabilirsin? İnsanlardan nasıl kaçabilirsin? Uzun kış yine hikâyenin kurgusunu ilerletmenin, onu çeşitlendirmenin bir yolu olarak çıkar karşımıza.
Danimarka’nın Virginia Woolf’u olarak görülen Josefine Klougart, aile meselelerine odaklanan ve tecrübe ettiği ıslak, soğuk ve karanlık Nordik manzaralarından, yağışlı tepeler ve koyu yeşil ormanlardan esinlendiği şiirsel, neredeyse lirik bir biyografik roman yaratıyor. Klougart, İkimizden Biri Uyuyor romanında bir yere ait olma ve o yere ait olunmadığında düşülen boşluk hissi romanın merkezine otururken, kişinin parçası olduğu çevrenin onu nasıl dönüştürdüğünü Kuzeyli bakış açısı ile varoluşsal bir perspektiften sorguluyor.
Usta Danimarkalı yazar Helle Helle’nin Türkçedeki tek kitabı Bu, Şimdiki Zaman Kipinde Yazılmalıydı, baş karakteri Dorte’nin sıradan gibi başlayan ama her sayfasında sürprizlerle karşılaşılan hikâyesiyle, insana “Böyle bir hikâye ancak karanlık kış günlerinde yazılmış olabilir” hissi yaşatır.
Helle Helle ve Josefine Klougart, dili en basit şekilde kullanarak okuru kurguladıkları dünyanın bir parçası hâline getirirler. Gereksiz her sıfatın anlatının dışında kaldığı ve ayrıntılı açıklamaların olmadığı cümleler tıpkı kışın durağanlığı gibi yansır anlatılarına. Bu hiçbir yere varmayacakmış gibi görünen hikâyeler bize bir Lars Von Trier filmindeymişiz hissi verir. Aylarca süren karanlığın ve soğuk havanın verdiği bir yere sıkışmışlık hissi ya da bitmeyen bir döngüye dönüşen gece karakterlerin de kaderini belirler gibidir. Beklenen bir şey vardır ama hiçbir şeyin değişmesi ya da tüm bu döngüyü değiştirecek herhangi bir şeyin olması pek de mümkün değildir çünkü kar ve karanlık tüm imkânları onların ellerinden almıştır ve bir Kuzey Avrupalının bu melankolinin bir parçası olmaktan başka bir şansı yok gibidir. Sonunda yazarın döndüğü yer yine kendi evi, hatta çoğu zaman kendi bedeni olacaktır. Bu yüzden modern Nordik edebiyatının en önemli özelliği, Doppler’de olduğu gibi aslında hiçbir yere varmayan bir kaçışa ya da İkimizden Biri Uyuyor’da olduğu gibi sonu gelmeyen bir bekleyişe dönüşen hikâyeler yaratmasıdır.
Selma Lonning Aaro da yine Norveç'in en önemli çağdaş yazarlarından. Türkçe'de Elvira Madigan'ın Kayıp Parmağı ve Geliyorum! kitaplarıyla bilinen yazar Kuzey soğuğunda yetişen insanların sıradan trajedileri üzerine yoğunlaşıyor. Aaro'da aile, ilişkiler, aşk üzerine gelişen hikâyeler Noel günlerinin, kalın montların ve atkıların anılarıyla, kışa ait olan imgenin ve eşyanın, yan yanalığıyla ilerliyor.
Bu gerçekçi ekolün yanı sıra Karin Tidbeck gibi öykücüler ise fantastik edebiyatın sınırlarına yaklaşan bir anlatı ile Kuzey Işıkları’nın hem göz alıcı hem gizemli görüntüsünü adeta sözcüklere taşıyor. Türkçede henüz geçtiğimiz yıl tanıştığımız ve Ursula K. Le Guin gibi isimlerden övgü alan Karin Tidbeck’in en önemlilerinden olduğu bu tarz, kendisine mitolojiden ve fanteziden de beslenen yeni bir yol bulmak için var olan kanalları zorluyor.
Nordik edebiyatını birçok açıdan ayrı ayrı ele almak mümkün olsa da söz konusu kış olduğunda tüm ülkeler aynı evin içinden çıkmış çocuklar gibidir. Tıpkı kardeşler gibi farklı ve kardeşler gibi benzer. Onları en çok ortaklaştıran özellikleri ise İskandinav coğrafyasının uzun kışları, karı ve karanlığıdır. Onları sakince camdan dışarıdaki karı izlemeye iten, karla ve soğukla mücadele etmeyi öğreten, uzun gecelerde kendi varoluşlarını sorgulamaya iten ve neredeyse her hikâyenin fonunda kendine yer bulan. Rus edebiyatı ya da Avrupa edebiyatında kar, kış daha çok bir ruh hâlini anlatmanın yolu iken, Nordik yazarlar için bir mevsim olmaktan çok öteye geçer ve hikâyenin her satırına sirayet eden bir varoluşa dönüşür. Bu da akla kış mı edebiyatın bir parçası oluyor yoksa edebiyat kıştan ötürü mü bu etkileyici hâli alıyor sorusunu getirir.