Bir şeyin gerçek olup olmadığı eski önemini yitirdi. Önemli olan kazanmak, öne geçmek, hâkim olmak...
08 Aralık 2016 17:16
Büyük kışımız böyle başladı.
Umduğumuz tahliyeler gerçekleşmedi. Yüzlerce yazar, gazeteci, yurttaş, yeni yıla cezaevlerinde giriyor. Kışa giriyoruz.
Yüreklerimizde bir buz çağı başlıyor. Uzun süreceğe benzer.
Aynı zamanda “gerçek-sonrası” çağ başlıyor. İsmi ilan edilince çağın kendisi de sahneye çıktı. Çok önceden varmış bu “post-truth” (gerçek-sonrası) deyimi; ama Oxford Sözlüğü 2016 için yılın sözcüğü ilan edince, gerçek-sonrası çağ da resmen açılmış oldu. Yüreklerimizdeki buz çağını da ben ilan ediyorum.
Çevrecilerin, küresel ısınma ters teperse bir olasılıkla başlayabileceğini söyledikleri “yeni buz çağı” yüreklerimizde çoktan başladı.
Game of Thrones masalında George R.R. Martin’in hayal ettiği ve gelişi hep korkuyla beklenen “uzun kış” dönemi gibi bir şey. Ne kadar sürer? Bilmiyoruz. Bildiğimiz normal kıştan çok farklı. Halbuki ben tam da bildiğimiz normal kışı sevmeye başlamıştım.
“Kar Yağışlı Korsan Deneme” diye bir yazı yazdım, yıllar önce. İkincisini yazmaya hazırlanıyordum. Tam da yüreklerimizin donmaya başladığı sıralardı.
Bir kış uykusuna girdiğimizi tasavvur ettim. Kış mevsimini sevme programımda önemliydi bu adım. Her uyku gibi kış uykusu da bir dinlenme dönemi diye düşündüm, bahara hazırlık, tazelenme süreci. Doğa sandığımız kadar ölü değil kışın, uykuda bile olsa çalışma sürüyor. Yaprak dökmeyen ağaçlara ve bitkilere sığınıyoruz hiç değilse.
Ama buz çağı çok farklı. Nükleer kış gibi bir şey. Sanki umutlar iyice zayıflıyor. Ertesi güne uyanmak zorlaşıyor. Ocaklar soğuk, ateş yakacak odun yokmuş gibi bir duygu. Başka bir dünyaya adım atıyoruz.
Gerçek-sonrası çağ da biraz öyle. Doğru ile yalan yer değiştirdi. Hatta, bir bakıma eşdeğer oldular. Politikacıların ve medyanın yalan söylediği bir dünya değil sadece, o zaten vardı; bu yeni çağ hem politikacıların ve medyanın, hem de muhataplarının doğru mu yalan mı konuşulduğuna artık aldırmadıkları bir dünya.
Bir şeyin gerçek olup olmadığı eski önemini yitirdi. Önemli olan kazanmak, öne geçmek, hâkim olmak.
Yüreklerimizin buz çağında, yalanlarla yaşamak zorundayız. Teknoloji uzmanları daha sıcak bir mecaz bulmuşlar, “dijital orman yangınları” diyorlar, günümüzde yaşanan bu sahte haber ve yalan tutuşmalarına.
Sosyal medyada dolaşan bir yalan henüz tam araştırılamadan, bin tane daha çıkıveriyor ortaya. Fakat bu dijital yalan yangınları yüreklerimizdeki buz çağını ısıtmıyor. Tersine, gün ışığımız büsbütün azalıyor. Türkiye’de yaz saatinde kalmak zaten tuhaf bir durumda bıraktı bizi. Hiçbir mevsimde değiliz sanki. Sadece yüreklerimizdeki buz çağındayız ve “gerçek-sonrası” dönem, buz çağının diğer adı, hepsi bu. Çığ gibi yalanlar yağıyor üzerimize.
Böylece ben ikinci defa “kar yağışlı korsan deneme” yazıyorum.
Elveda birliktelik, elveda yoğunluk, elveda sıcaklık, diyordu bir sanatçı televizyonda, bütün bu yalanların sıralandığı yankı odalarında. Ters yönde bir kış yolculuğu önerdim kendime, karda şairlerin ayak izlerini arar gibi.
Sanki geri dönülecek yahut ulaşabileceğim normal bir ülke vardı ve ben oraya doğru yürüyordum, karlı bir yolda. Bir kış masalı.
Franz Schubert’in Kış Yolculuğu eseri, bir şarkı dizisi, çağdaşı Wilhelm Müller’in aynı adlı metninden esinlenerek bestelenmiş; son kez Google’da baktığımda, o dönemin en ünlü romantik ressamı Caspar David Friedrich’in The Tree of Crows tablosuyla eşleştirilmişti. Etkileyici bir kış imgesi.
Sanıyorum, zihnimde çıktığım kış yolculuğuna bu müzik eşlik ediyor. Dizideki “Uyuşma” başlıklı şarkıda, sevgilisini kaybedince karlı yollara düşen kahramanımız, onun görüntüsüne çaresizce sarılmaya çabalıyor: “Karda nafile aradığım, onun ayak izleri/ (…)donmuş kalbimde gömülen, onun yüz hatları/ yüreğimdeki buz bir gün çözülürse/ onun yüzü de eriyip gidecek sanki!”
Aynı şekilde, yüreklerimiz buz çağına girdiğinde, bir gerçek imgesi, hakikat dediğimiz bir şeyin yüz hatları da orada gömülü kaldı. “Gerçek-sonrası” çağa donarak girdik.
Amerika seçimleri galiba en büyük adımıydı yeni buz çağının. “Gerçek-sonrası” dönemi mühürledi bu seçimler.
Donald Trump’ın çığ gibi yalan söyleyerek başkan seçildiğini biliyoruz artık. Herkes yalan söylüyor, üstelik herkes bunun farkında, ama herkes ne duymak istiyorsa onu duymakta ısrarlı, gerisi önemli değil. Aklın yönettiği gerçek çağından, duyguların ve tepkilerin yönettiği gerçek-sonrası çağa geçtik. Herkesin kendi doğrusu var artık, nesnel gerçeklik değerini kaybetti, kamplara ve kutuplara ayrıldık.
Yüreklerimizdeki buz çağı da biraz öyle, sanki büyük bir hesaplaşma yaklaşıyormuş gibi. Neredeyse zevk almaya başladı insanlar, gerçekleri inkâr etmekten.
Kutuplaşan dünya bir yandan da büsbütün küçülüyor sanki. Amerikalıların da birdenbire kendi devlet başkanlarından, bizim çok tanıdığımız endişelerle söz etmeye başlamaları ne tuhaf değil mi?
İngiltere’de ise, AB’den ayrılmak isteyen kampın yalan söyleyerek, göz korkutarak kazandığını biliyoruz artık. Sadece “Türkler gelecek” yalanı değil; sağlık sigortası sistemine haftada 350 milyon sterlin geri dönecek yalanı da var. Sonradan “Bu bir dilekti, beklentiydi” falan diyerek geçiştirdiler.
Trump da New Jersey’de müslümanların İkiz Kuleler yıkılırken kutlama yaptığını söyleyebildi ve buna rağmen başkan oldu. Çok sıkışırsa, internette öyle yazdığını gördüm, ne yapayım, internetin yalancısıyım diyor. Sanki özürmüş gibi.
Özrü kabahatinden büyük başkanı olursa insanın, ne yapar? Hele çoğu kimsenin aldırmadığını görüyorsa? Yüreğinde buz çağı başlar elbet.
Bana gelince, inatla şairlerin ayak izlerini takip ediyorum bu donmuş arazide, karlar ülkesinde. Kendi kış masalımdayım.
Yağmur atmosferik bir depresyon ise, kar da coşkudur bazen, hafiflemedir diye düşündüm. Depresyon, yani çöküntü; coşku, yani yükseliş. Karasevdam bir buluttur, üzerimde dolaşır. Gün gelir o bana yaklaşır, gün gelir ben ona uzanırım.
Güneş açınca neden seviniriz? Çünkü yüreğimizin aydınlık bir köşesi kalmış olabileceğini hatırlatır bize. Kar yağınca neden seviniriz? Çünkü o donmuş estetik bize çocukluğumuzu hatırlatır, normalin dışına çıkış duygusunu, büyüyü ve coşkuyu hatırlatır. Fakat şimdi tamamen geride bıraktık normali. Başka bir gezegendeyiz.
Yeni buz çağı, gerçek-sonrası çağ, eğer bir hafifleme yaratıyorsa, bu çok farklı. Peter Pomerantsev “Neden Gerçek Sonrasıyız” adlı güzel makalesinde, gerçeklerin ağırlığını üzerimizden atarken bir tür ergenlik coşkusu yaşadığımızı söylüyordu. Gerçekleri görmezden gelmenin yarattığı baş dönmesi. “Kara bir coşku bu” diyordu, kendini çılgınlığa bırakmak gibi bir şey. Mantıktan anarşik bir kurtuluş.
Rus asıllı yazarlar Putin gibi bir lider tanıdıkları için bu konuda çok tecrübeliler, dolayısıyla nefis şeyler yazıyorlar. Masha Gessen de bunlardan birisi. New York Review of Books’ta peş peşe iki güzel deneme yayınladı. İlki “Otokrasilerde Hayatta Kalma Rehberi” idi. İkincisi, “Trump İle Yüzleştiğimiz Seçenekler”.
Moral açıdan doğru olanı mı yapmaya çalışacağız, yoksa diktatöre yaranmaya mı bakacağız? Seçenekler bunlar Gessen’e göre. The Times gazetesinde köşe yazarı Frank Bruni’den alıntı yapmış, yeni başkanın kendini beğenmişliğine dayanarak radikal bir işbirliği öneriyormuş Bruni, “Trump doğru bir şey yaptığında onu göklere çıkartıp olağanüstü yağ çekersek, belki doğru yolda devam eder diye düşünmek acaba en güçlü umudumuz olabilir mi?” diye soruyor.
Tabii, Amerikalılara hatırlatmaya gerek yok, çok sıkışırlarsa, Nixon örneğinde olduğu gibi, anayasayı ihlal eden veya suç işleyen başkanı görevden almak gibi bir seçenek var onların anayasasında, hiç değilse. Fakat bütün bunların Amerika’da konuşulduğuna bazen inanmak zorlaşıyor. Bu durumda insanın yüreği donmaz da ne yapar? Elbette haykırmak gelir içinden: Yüreğimiz dondu, medet!
Bu haykırış beni Salah Birsel’e getiriyor. “İstanbul Dondu Be Medet” başlıklı denemesinde Salah Birsel İstanbul tarihinin büyük soğuklarını belgelemişti. 1755 yılında Haliç donduğu zaman Edirneli Feyzi Efendi tarih düşürmüş: “Münasip geldi kaymak Sütlüce’den şehr-i Eyyub’a.”
Matematik, şiir ve müzik bir arada. Tarih düşürmek güzel bir gelenekmiş, kaybolduğuna üzülüyorum. Sıradanlığın üzerine çıkmak, yaşanan deneyimi size ait bir şeye dönüştürmek, küçük de olsa bir iz bırakmak var o çabada.
Bu donma olayının yaşandığı yıl, ki Hicri 1168 yılı oluyor, Hâkim Mehmet Efendi adlı tarihçi de şöyle tarih düşürüyor: “Deniz 68’de dondu, buzdan bendeniz geçtim.”
Ben de buzdan geçiyorum şimdi. Kış şairlerimin peşindeyim. Kar gibi şiir de bir yükseliş duygusu verir bana. “Dünyada herkes, her şey, kendisi olabilmek için kendisini aşmalıdır” diyor Boris Pasternak. Yeni buz çağında, gerçek-sonrası çağda, kendimiz olarak kalabilecek miyiz?
En sevdiğim kar yazarı Tolstoy, en sevdiğim kar şairi Pasternak. Kar yağınca Rusça konuşmak gelir içimden. Kara ve kışa en yakışan dildir bana göre. Çocukluktan kalma bir şey. İlk gençliğim Rus yazarların etkisinde geçti.
Tolstoy’un bir romanında, yahut Doktor Jivago’da bir karakter olduğumu hayal etmek en sevdiğim oyundu. Sesleri taklit ederek kendimce uydurma bir Rusça yaratırdım, kar yağdığı zaman. Nişantaşı sokakları bir yılbaşı kartına dönüştüğünde sessiz yürüyüşlere çıkardım tek başıma ve “Rusça” konuşurdum.
Yeniden sahte Rusçamı konuşarak mı geçireceğim bu yeni buz çağını? Gerçek-sonrası çağı, gerçek olmayan Rusça ile karşılamak. Hazır mıyım çocukluğumun büyüsünü tekrar kucaklamaya? Başkası olmak olay, insan kendisi olmayı tekrar kucaklayabilir mi? İnsan değişebilir mi?
“Karakter insanın kaderidir” demiş Herakleitos. Evet, ama bir yenilenme umudu da olmalı her zaman. Uzun süren bir kış bile öldürmemeli o umudu.
Tolstoy fazla umut bırakmamıştı Anna Karenina’ya. Vronski ile aşklarını ilk defa dile getirmeleri, o garip tren yolculuğundaki molada, kar fırtınasında gerçekleşir, kışın doğan tutkunun sonu da kış olacaktır, hemen hissederiz bunu.
Jivago’da ise Yuri, tanıdığı her şey çevresinde yok olurken, karlara gömülü şekilde aşk şiirlerini yazar. Pasternak bunu bir başka kış şiirinde çok güzel ifade etmiş: “Bir derviş gibi inzivaya çekilirim, bahar koleksiyonumu hazırlarım, kış hakkında satırlar yazarak.” O gerçekten de öyle yapmış kendi hayatında.
Biz yeni buz çağını şiirle atlatabilecek miyiz? Öyle bir umutla çıktım bu kış yolculuğuna, şairlerin karda ayak izlerini o yüzden takip ediyorum.
Erdal Alova’nın çok güzel bir Herakleitos çevirisi var, Kırık Taşlar adıyla yayınlanmıştı.
“Hep zengin kalasınız, ey Efes’liler, belli olsun diye kötülüğünüz.” Okuduğum en güzel beddua. Hayır, sadece öfkeden yahut çaresizlikten değil, duyduğum sıkıntı. Kontrol alışkanlığımı bile bıraktım, her şeyi kontrol edemeyeceğimi biliyorum artık.
Çok kişisel bir nedenle kapıldım umutsuzluğa, kitapçılarda hiçbir kitabımı göremediğim için. İnsan kendini yok olmuş gibi hissediyor. Altı tane kitap yazmışım, hiçbiri kitapçılarda yok. Gerçi, bu da bir kontrol ihtiyacı, sadece bir bahane. Asıl bu yeni buz çağıyla, gerçek-sonrası çağla nasıl yüzleşeceğimi bilemediğim için sıkılıyorum şu sıralar.
“Sanatçının duyduğu yaşama sevinci ölümsüzdür” diyor Pasternak. Doğru. Yaşama sevincimi kimse öldüremez, kendimden başka. İşte, kan lekeleri gibi kızıl böğürtlenler kar üzerinde. Kızıl kamışların gölgesi karda izler yaratıyor, limon rengi güneşte. Nasıl paylaşacağız o coşkuyu?
Shakespeare’den bir sone okuyarak belki.
“Nasıl da kış gibiydi, senden uzaklığım, uçup giden yılın keyifleri! Ne donuşlar hissettim, ne karanlık günler gördüm! Nasıl da her yerdeydi, yaşlı Aralık ayının renksizliği!”
Sonbaharın bereketi bile, yetimin umudundan farksızdı, diyor Shakespeare. Kuşla ya suskundu, ya da ötseler dahi neşeleri donuktu. Yaprakların benzi atıyordu, yaklaşan kışın korkusuyla.
Sanatın güzelliği, melankolinin koyuluğuna karşı bir panzehir olabilir mi diye sormuştum, Karasevda Kitabı’nda. Ama o kitap bile yok raflarda.
İlk korsan denemeyi on iki yıl önce yazdım. O zaman da ilk kitabım çabucak kaybolmuştu kitapçı raflarından. Üzülüyordum. Gene şairlere sığınıyordum.
Karlı bir akşamda demli çayın koyu kızıllığı içimi ısıtmıştı. Pasta götürmüştüm annemle babama. Henüz hayattaydılar. İnsan yazınca Herakleitos gibi yazmalı, dedim. “Çekişmedir adalet” diyor ve her şey bitiyor işte.
“Öteki günler gibidir/ bir gün” diyor ve duruyor her şey. Biz ise sayfalar dolduruyoruz. Neye yarar bütün bunlar? Evet, ama o hikmet, dedi babam, o çok başka bir şey. Öyleyse ben hikmet istiyorum.
Sonra annemle şakalaştık. Korsan kitap satanlar gibi, kendi kitaplarımı yarı fiyatına şehirde satsam, dedim. Üsküdar’da, Ortaköy’de, Aksaray’da tezgâh açsam. Trafik sıkışınca çiçek, bıçak, mendil, su satanlar gibi ben de arabaların arasında dolaşsam, denemelerimi ve hikâyelerimi korsan olarak satsam, fena mı olur?
Öylece ortaya çıkmıştı, yazdığım ilk korsan deneme. Biraz gülmek iyi geliyor insana. Depresyonun dağılması, kar yağışıyla ruhumuzun yükselmesi gibi. Ama alışılmış çareler, yeni buz çağı için de geçerli mi? Gene şairlere sığınıyorum.
“Eşsiz Günler” diye bir kış şiiri vardır Pasternak’ın. Birden gökyüzü açılır, akşam yıldızı çıkar ve umut parlar gökyüzünde. Öyle bir şiir.
“Tükenmez tekrarlanışı, tekrarlanamaz günlerin… Günler yüzyıllar gibiyse, günler gibidir öpüşlerin.”
Yüreklerimizde buz çağı başlasa da, gerçek-sonrası çağa da girsek, coşku tükenmez. Albert Camus, içindeki yazı tam da kışın ortasında keşfetmişti.
“Kışın derinliklerinde nihayet anladım, içimde yenilmez bir yaz olduğunu.”
Primo Levi, “Savaşın Son Noeli” adlı hikâyesinde, Auschwitz kampında hayatta kalmaya çabalarken, mucize gibi eline ulaşan bir yiyecek kutusunu, içindeki bisküvi paketini gördüğü zamanki duygularını “Meteor gibiydi o yiyecek paketi, göksel bir varlıktı, simgelerle yüklü ve sonsuz değerli” diye yazıyordu.
Kafka, kitap dediğin, içimizdeki buz denizini kıran balta gibi olmalı, demişti.
Yüreğimizdeki buz çağını kıran, gerçek-sonrası çağın yalanlarını göktaşı gibi delen kitaplara ihtiyacımız var, öyleyse.
Kusursuz Cinayet adlı yazımda, gerçekliği nasıl öldürdük diye soruyordum; her şeyin bir başka şeyin gölgesi haline geldiği girdapta, bir uygarlık çöküşü görmüştüm. Ne kadar haklı olduğumu şimdi daha iyi anlıyorum. Baudrillard’ın sözlerini hatırlıyordum o yazıda: “Gerçekliğin yok oluşu modern tarihin en önemli olayıdır” diyordu. Şimdi o tarihi yaşıyoruz. Dünyada gerçek-sonrasını, yüreklerimizde buz çağını yaşıyoruz. Kışa giriyoruz.
Bir korsan deneme daha gecede yerini alıyor, sessizce.
Nâzım gibi, içimde yağan kara bakıp ben de hatırlıyorum: Boston’da okuduğum üniversitenin kampüsünde büyük bir göl vardı ve kışın göl donardı. Üzerinde yürür, paten kayardık.
İlk yılımdı, nisan ayı olmalı, bir gece odamda akıl almaz bir gümbürtüyle uyandım. Gökyüzü yarılmış, dünya karpuz gibi ikiye ayrılmıştı sanki, öylesine güçlü, dehşet verici bir çatırtıydı. Meğer buzun çatlama sesiymiş. Baharın ilk habercisi.
Kitaplara, şiirlere sarılmış, o sesi bekliyorum şimdi.