Usta yazarların büyük bir “iştahla” betimleyip durdukları tatlar, yemekler ve sofralardan neden haz duyarız? Bu soruya yanıt aramak için edebiyatın "lezzetli" anlatımlarına yakından bakalım...
01 Şubat 2018 14:56
Renkleri “duyan,” sesleri “gören” sinestezikleri hep ilginç, bir o kadar da büyüleyici bulmuşumdur. Bana göre masalsı, fantastik bir boyutta yaşama şansına sahip olduklarından, sanki dünyayı hepimizden daha güzel deneyimlediklerini düşünür, onlara bu özellikleri nedeniyle imrenirim. Ancak iyi ki edebiyat var…
Hayatımı pek çok kez, değişik vesilelerle kurtaran edebiyat sayesinde, aslında o çok imrendiğim “fantastik özelliğin” gözümün önünde durduğunu fark ettim. Edebiyatta yer alan ve usta yazarların büyük bir “iştahla” betimleyip durdukları tatlar, yemekler ve sofralar sayesinde, yalnızca okuyarak bahsedilen bütün o tatları duyumsayabiliyor, örneğin bir çikolatanın ağızda yavaş yavaş dağıldıktan sonra bıraktığı o dayanılmaz haz duygusunu hissedebiliyorduk.
Michel Onfray, Filozofların Karnı adlı kitabında benzer bir şeyden bahsederek şöyle diyor: “Kitapçı bir dostum bana kitaplarla besinler arasında bir birleştirme çizgisi olduğunu öğretti. Eski aşçıydı, güzelliğe düşkün ve büyük damak zevkine sahip biri olarak geçmişini zarif bir edepliliğin gerisinde saklıyordu.” Onfray’in dostunun dile getirdiği basit gerçek, aslında tam da bu konunun ana fikrini özetliyor. Kitaplarla besinler arasındaki birleştirme çizgisi… İşin ilginç ve aslında büyülü yanı, kitaplarda karşılaşılan bütün o ağız sulandırıcı yiyecek betimlemeleri, haz uyandırıcı renkli tasvirler en iştahsız okuyucuyu bile baştan çıkarabiliyor. Neredeyse şehvet dolu bir esrime ama bir o kadar da kendini iyi ve mutlu hissetme hâli; tensel zevklere yakınlık; zevk, lüks ve estetiğin aynı anda tatmin edilme durumu ya da… Gurme zevklerin yer aldığı kitaplardan bu denli hoşlanıyor olmamızın nedeni bütün bunlar olabilir. Ya da belki çocukluğumuza dair sıcak yuvayı çağrıştırmaları…
Dünya edebiyatında bugüne dek yazılmış kitaplarda, sayılamayacak denli çok kez geçmiştir yiyecekler, büyülü lezzetler, zengin sofralar. Bazen konunun özüdür, bazen de yalnızca ufak, zenginleştirici bir detay. Ama hemen her seferinde okuyucu üstünde benzer duyguları yaratır, beyindeki haz merkezini usul usul gıdıklar. Hadi kestirmeden söyleyelim, insanı iyi hissettirir. Aynı krema dolu bir havuzda yüzmek gibi… Yalnızca bu satır bile demek istediğimi anlatabilmiştir sanırım. “Krema dolu bir havuzda yüzmek” tanımlaması size ne duyumsatıyorsa, bütün bu kitaplar ve yazarları da bunu hissettirmek istiyor işte.
Edebiyatta rastladığımız dil kamaşması hikâyelerinden neden haz duyarız? Bu yazı boyunca, dünya ve Türkiye edebiyatından örnekler aracılığıyla bu soruya dair ipuçlarının arayışına çıkacağız. Yalnız önemli bir uyarımız var: Yazının tok karnına okunması şiddetle önerilir.
Büyük yazarların ekseriyetle iyi birer gurme, en azından ağız tadına düşkün olmaları bir tesadüf olmasa gerek. Eserleri kadar iştahına düşkünlüğüyle de tanınan Ernest Hemingway örneğin, romanlarında yalnızca kahramanlarının günlük yemek rutinlerinden değil, dost meclislerinden, büyük sofralardan bahsetmeyi de severdi. Paris anılarına dayanarak yazdığı Paris Bir Şenliktir‘de, üç ayrı yerde istiridye yemekten bahseder. Yemek yemenin yalnızca onu hazırlamak ve tüketmekten ibaret olmadığını, asıl o yemek etrafında toplanan dost ortamının ve ambiyansın önemli olduğunu anlatmaya çalışır büyük usta. Evet, ipuçlarından birini daha bulduk galiba. Yemeklere dair bir şeyler okumak, o yemeği çevreleyen insanlar ve ambiyansa dair de bir şeyler duyumsamak ve havadaki neşeyi uzaktan da olsa deneyimlemektir aynı zamanda.
Yine de yiyecekleri ve zengin sofraları anlatmanın neredeyse hazla başı dönenlere, iştahı yerinde yazarlara özgü bir yatkınlık olduğunu düşünmeyin sakın. İştahlı olmakla anılacak belki de son yazarlardan biri olan Virginia Woolf, çoğu zaman yemek yemeyi dahi unutabilen, yemekle arası hiç olmayan bir yazardı. Ancak ünlü romanı Deniz Feneri‘nin şu satırlarına bir bakın ve Woolf’un, satırlardaki “iştahına” şapka çıkarın: “… O anda Marthe’ın biraz da övünçle kapağı açmasıyla, büyük toprak çömlekten nefis bir zeytin, yağ ve et suyu kokusu çevreye yayıldı. Aşçı bunun için tam üç gün uğraşmıştı. Mrs. Ramsay yumuşacık yığının içine kaşığını daldırırken, Mr. Bankes için özellikle iyi pişmiş bir parça bulmalı diye düşündü. Başını uzatıp kabın içine –sırlı pırıl pırıl kenarları, içinde yer yer sarı, kahverengi nefis etleri, defne yaprakları, şarabıyla, Boeuf en Daube kabına baktı.” Edebi yetenek böyle bir şey işte: İştahsız birinin bile durumdaki sanatsal güzelliği duyumsayıp satırlara dökebilmesi…
İngiliz edebiyatında hem yiyecek hem de sosyalleşme aracı olarak büyük sofraların betimlenmesi sık sık rastlanan bir durum zaten. Örneğin, bütün bir Jane Austen külliyatını okuyun ve üşenmeden ne kadar çok yemek, sofra analizi yapıldığını görün. Dünya edebiyatında sıkça rastlanan çay davetlerinden bahsetmiyorum bile. Bu arada İrlandalı usta James Joyce’tan söz etmeden de geçmek olmaz. Yemek, içmek onun eserlerinde de sık görülen bir durum. Ama onunki estetik kaygılardan ve okuyucunun haz duygularına hitap etme düşüncesinden uzak, daha çok bir durumun gerekliliği şeklinde yansıyor satırlara. İşte Ulysess‘ten bir parça: “… Mr. Leopold Bloom kasaplık hayvanların sakatatıyla kümes hayvanlarının iç organlarını büyük bir iştiha ile yerdi. İçine ciğeri kıyılmış koyu kıvamlı tavuk çorbasına, yenilmesi kıtır kıtır taşlıklara, fırında yürek dolmasına, dilinip ekmek kırıntısına bulanarak kızartılmış karaciğere, morinabalığı yumurtasının tavasına bayılırdı. Hepsinden çok, damağını belli belirsiz yakan hafif idrar kokulu koyun böbreği ızgarasını severdi.” Mr. Bloom’la yemek zevkiniz uyuşmayabilir ancak Joyce’un iştahlı bir adamı nasıl ustalıkla tasvir ettiğini yadsıyamazsınız.
Lezzetli yiyecekler ve büyük sofralardan bahsedince akla ilk gelenlerden biri de Fransız edebiyatı oluyor kuşkusuz. Sonuçta yemek içmek üzerine belki de en ünlü söz de Fransız bir politikacı ama esasen bir epiküryen ve gastronom olan Brillat-Savarin’den çıkmış: “Bana ne yediğini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.” Zola’dan Flaubert’e pek çok büyük yazar “dil kamaşması” anlarını satırlara dökmüş. Ancak bir ülke edebiyatını hiçbir yiyecek, patates kızartması (Almanca pommes frites) ya da tüm dünyada bilinen adıyla French fries kadar etkileyememiş. Adı geçen bu yazarlar kadar Marcel Proust ve Roland Barthes da eserlerinde bu “altın renkli güzele” yer vermişler. Patates kızartmasını bir yana bırakıp, hazır adını anmışken Proust’a geçelim. Tüm dünya edebiyatını etkileyen başyapıtı Kayıp Zamanın İzinde‘de Proust, eserin ana fikri olan geriye dönüp hatırlama eylemini, aslında ağzına attığı bir tür çikolatalı keke borçludur. Belki de tüm zamanların bir yiyecek olarak en ünlü edebiyat kahramanından şöyle bahseder Proust; “… bir kış günü eve döndüğümde, üşümüş olduğumu gören annem, alışkın olmadığım halde, biraz çay içmemi önerdi. Önce istemedim, sonra, bilmem neden, fikir değiştirdim. Annem birini gönderip, Küçük Madlen denilen, bir tarak midyesinin oluklu çeneleri arasında biçimlendirilmiş gibi görünen o kısa, tombul keklerden aldırdı. Az sonra, o kasvetli günün ve iç karartıcı bir yarının beklentisiyle bunalmış bir halde, yaptığım şeye dikkat etmeden, yumuşasın diye içine bir parça madlen attığım çaydan bir kaşık alıp ağzıma götürdüm. Ama içinde kek kırıntıları bulunan çay damağıma değdiği anda irkilerek, içimde olup biten olağanüstü şeye dikkat kesildim. Sebebi hakkında en ufak bir fikre bile sahip olmadığım, harikulade bir haz benliğimi sarıp soyutlamıştı.” Devamında kahramanımız onu neyin bu denli mutlu ettiğini araştırır ve madlenin tadı aracılığıyla, çocukluğundan, artık uzakta kalmış bir mutlu ânı anımsadığını fark eder. İşte konumuzun ipuçlarından biri daha. Yiyeceklerden bahseden edebiyat yapıtlarından geçmişimizin mutlu anlarını, sıcak duyguları, evi, yuvayı anımsattığı için de hoşlanmaz mıyız? Proust da bunu biliyordu elbet. Işıltılı kalemini hem estetik beğenilerimize hem de haz ve mutluluk duygularımıza hitap etmek için kullandı. Lezzetin hem mükemmel bir anımsama hem de bir haz aracı olduğunu çoktan keşfetmişti o.
Ve şimdi ağzımıza bir parça çikolata atıp devam edelim… Bu anlamda Proust’un izinden giden çağdaş bir Fransız yazarın, lezzetle kurulan tutkulu ve hazlara açık ilişkiyi temel alan romanına bakalım. Felsefeci Muriel Barbery’nin romanı Gurmenin Son Yemeği’nde ölüm döşeğinde yatan, ünlü ve bir o kadar da aksi bir yemek eleştirmeninin anımsamaya çalıştığı özel bir “lezzet”in peşinde, hafızasında uzun bir yolculuğa çıkmasını “ağız sulandırıcı” bir üslupla anlatır. Neredeyse hemen her satırında ayrı bir lezzet tarifinin bulunduğu, yutkunmadan okumanın, ortaya serilen iç gıcıklayıcı yiyecek tablolarından estetik yüklü bir hazla titremeden geçmenin pek mümkün olmadığı bu kitabı tok karnınıza okumanızı şiddetle salık veriyor ve bir tadımlık alıntılıyoruz: “… Hâlbuki domatesin gerçekte ne olduğunu eskiden beri, Marthe teyzemin bahçesinde güneşin giderek kavurucu yüzünü gösterdiği yaz aylarından beri, buzdolaplarının serinliğinin, sirkenin hakaretamiz katkısının ve zeytinyağının sahte asaletinin o güzelim vericiliğini maskelemeden önce, bonkör, ılık ve zengin suyunun önce dilimi sonra tüm ağzımı kaplaması için dişlerimle derisinin üzerinde açtığım o ilk delikten beri tanıyorum. Bahçede dalından koparılır koparılmaz yenen çiğ domates; basit duyguların bolluk ve verimlilik zirvesi, ağızda yayılan ve özünde bütün zevkleri birleştiren bir şelale. Gergin derisinin biraz veya tam gerektiği kadar direnmesi, ağızda eriyen eti, dudakların kenarından akan ve parmakları lekeleme endişesi olmadan elin tersiyle silinen o çekirdekli likör ve içimize doğanın sellerini, şelalelerini boşaltan o kırmızı küçük yuvarlak: işte domates, işte yaşanası serüven...”
Yiyecek tasvirlerinin sanatsal baştan çıkarıcılığı üstüne konuşmuşken, işin felsefesinin uzmanlarından Fransız düşünür ve edebiyat eleştirmeni Roland Barthes’ın sözlerine kulak vermeye ne dersiniz? Barthes, Göstergeler İmparatorluğu‘nda edebiyat-yiyecek ve sanatsal güzellik arasında şöyle bir ilişki kuruyor ve ipuçlarından birini daha bize vermiş oluyor; "Yiyecekler aynı bir sanat eseri gibi estetik duygularımıza hitap edebilirler: “…Yemek tepsisi en güzelinden bir tabloyu andırır: Koyu bir fon üzerinde değişik nesneler (kâseler, kutular, fincan tabakları, çubuklar, ufacık yiyecek demetleri, azıcık gri zencefil, birkaç dal portakal rengi sebze, kahverengi bir salça fonu) içeren bir çerçevedir, bu kaplar ve bu yiyecek parçaları ufacık, incecik, ama çok olduğu için de bu tepsiler resim sanatının tanımını gerçekleştirir gibidir; Piero della Francesca’nın söylediğine göre, ‘yerine göre hep daha küçük ya da büyük olan yüzeylerin ve cisimlerin sergilenmesinden başka bir şey olmayan’ resim sanatının…”
Edebiyattan bahsederken büyük Rus ustaları atlamak olur mu… Hangi yazar onlar kadar büyüleyici edebî “tablolar” yaratabilmiş ki? İşte, Tolstoy’un Anna Karenina‘sından bir restoran sahnesi: “…’Elbette! Yemek yaşamın zevklerinden biridir, diye boşuna söylememişler,’ dedi Stepan Arkadyeviç. ‘Neyse dostum, bana iki düzine istiridye getir. Yo, yetmez bu kadarı. Üç olsun, bir de sebze çorbası.’ ‘Bahar sebzelerinden mi?’ dedi Tatar. Ama Stepan Arkadyeviç yemeklerin adlarını Fransızca söyleyerek onu zevklendirmek istemiyordu. ‘Sebzeli demekle ne söylemek istediğimi iyi anlıyorsun. Daha sonra, koyu salçalı kalkan balığı… Sonra da kızartma et ama kıvamında olsun… Daha sonra piliç ve konserveler…’ Yemek adlarını Fransız listesine göre söylemek istemeyen Stepan Arkadyeviç’in garipliğini bilen Tatar, yemek adlarını menüye göre zevkle yineledi: ‘Bahar çorbası, Meaumarchais salçalı kalkan, Estragon piliç, Makedonya usulü sebzeler…’ Sonra zemberekle hareket ediyormuş gibi yemek listesini yerine koydu, ardından başka bir listeyi, şarap listesini çıkarıp Stepan Arkadyeviç’e uzattı.”
Yine de Sezar’ın hakkı Sezar’a; hiç kimse bu alanda Latin kadın yazarların eline su dökemez desek yeridir. Son yıllarda bu tür edebiyata olan ilgimizi alevlendirenler de hep onlar oldu. İngiliz yazar Joanne Harris ve onun sadece adının çağrıştırdıklarıyla bile ağzımızı sulandıran Çikolata ve Beş Dilim Portakal romanlarını saymazsak, bu çılgınlığın müsebbibi Güney Amerikalı yazarlar Laura Esquivel ile Isabelle Allende’dir. Özellikle Esquivel, Acı Çikolata ile yukarda saydığımız tüm duyguları taçlandırır. “Yemek pişirerek, yemek yiyerek, yemekler aracılığıyla aşk ilanı, tinsel ve tensel iletişim gerçekleşebilir mi” diye soran Esquivel, içinde yemek tarifleri, aşk öyküleri ve kocakarı ilaçları bulunan bu romanla, bu iletişimin gerçekleşebileceğini kanıtlar. Öyküde aile geleneğine göre evlenmesi olanaksız ama buna karşın Pedro’ya delicesine tutkun Tita, yemek yapmayı aşkının iletişim aracına dönüştürür. Esquivel bu olanaksız aşkı yemek ve kocakarı ilaçları aracılığıyla dile getirir ve sarsıcı, büyüleyici bir dille bu aşkın ezgisini yaratır; yarım kilo soğan, iki baş sarımsak, bir tutam fesleğen, romanın her satırından fışkıran yakıcı aşkın simgesine dönüşür. Ve ipuçlarından biri daha: Tensel aşkla gurme zevkler arasındaki bağ da edebiyat aracılığıyla iyice kışkırtıcı bir hâle bürünür. Esquivel’in romanı yalnızca bu nedenle sevilmez, feministlerin kadın edilgenliğinin merkezi saydığı mutfağı tam tersine çevirip, kadını bir tür özgürleşme aracı olarak kullanarak ikonikleşir. Allende de benzer bir izlekten gider ve “Afrodizyak Yazılar, Afrodizyak Yemekler” altbaşlığını taşıyan Aphrodite‘de anılarına, deneyimleri ve yemek tariflerine yer verir.
Dünya edebiyatında bu kadar turladığımız yeter… Biraz da kendi edebiyatımıza dönelim ve bu yazının en büyük ilham kaynaklarından biri olan Sufle‘den ve yazarı Aslı E. Perker’den bahsedelim. Perker, yukarıda adım adım toplamaya çalıştığımız ipuçlarını başarıyla harmanladığı kitabıyla “edebiyatta mutfak” denilince ilk akla gelen yazarlardan biridir. Perker, her satırında ağız sulandırıcı bir lezzetten bahsettiği romanında Paris, İstanbul, New York üçgeninde geçen; hayal kırıklıklarının en keskin sembolünü ve iyileşmek için en güzel ilacını bir yemek tarifinde, suflede bulan üç kırık kalbin hikâyesini anlatır. Ama ne anlatmak… İnsana dair hemen her duyguyu bir lezzetle bağdaştırır âdeta. Ve ortaya çıkan büyülü “yemek,” roman okuyucusunu kalbinden yakalamayı başarır. Şu satırlara bir kulak verin, zaten ne dediğimi anlayacaksınız, eminim: “…Onun için yemek tabağı bir natürmort inceliğinde olmalıydı. Sarmalar cilalanmış gibi parlamalı, maydanozlar diri durmalıydı. Tatların birbiriyle uyumu senfoni eşsizliğini tutturmalıydı. Hiçbir malzeme boşuna konmamalıydı ortaya. Hepsinin hizmet ettiği bir amaç olmalıydı. Domates muhakkak ki patlıcanın burukluğunu tamamlamalı, etteki belli belirsiz tarçın gün içinde gerilen sinirleri yatıştırmalıydı. Köftenin içindeki kimyon sadece lezzet versin diye değil, mideyi de rahatlatsın diye en mükemmel kıvamda serpiştirilmeliydi kıymaya. Yemeğe konan fazladan salça fazladan makyaj gibi sırıtırdı. (…) Onu belki de her şeyden çok yakınlarının sevdikleri yemekleri yapmak mutlu ediyordu. Cem’in enginarı, Öykü’nün sarmaları, Sinan’ın musakkası kalbini en az onlar kadar sevgiyle dolduruyordu. Öykü’nün Fransa’dan geleceği zamanlarda acemi âşıklar gibi eli ayağı birbirine dolanıyor, sarmaların dibini tutturuyordu bazen.”
Selim İleri ise nostalji, geçmiş zamanlar ve lezzetler üstüne yazılardan oluşan üç ayrı kitabının bir araya getirildiği Oburcuk Mutfakta‘da yalnızca ortaya bir lezzetler senfonisi sunmakla kalmaz, konuyla ilgili Türkiyeli edebiyatçılarından da bahseder. “…Bir zaman önceydi, bir dergi, yemek ve sanat, yemek kültürü üzerine özel sayı düzenlemişti. Benden de ‘Türk edebiyatında yemek’ konulu yazı istediler. Severim yemekler üzerine yazmayı. Ne var ki, ısmarlama yazıları yazabilmek gitgide güçleşiyor. Eskiden belleğime iyi kötü güvenirdim; şimdi her şeye yeniden bakmak, her bilgiyi tazelemek gerekiyor. Ne vakit elverişli, ne eski coşku yerli yerinde. Yine de yazmıştım o yazıyı. Behçet Necatigil’in kimi şiirlerinden, Orhan Kemal’in unutulmaz ‘Çikolata’ öyküsünden, Muzaffer Buyrukçu’nun öyküsünde geçen sabah kahvaltısından söz açmıştım. Başka yazarlarımızdan da örnek veriyor, Türk edebiyatındaki sofraların hep düşük gelir, orta gelir düzeyinde kalmış olduğuna ben de ilk kez tanıklık ediyordum.”
Diğer kitaplar için mutlaka tok karnına okuyunuz uyarısında bulunmuştum. İleri’ninki içinse tıka basa doymuş olsanız da ağzınızın sulanmasına yine engel olamayacaksınız.
Yazıyı yine İleri’den bir alıntıyla bağlayalım ve “Proust’un madlenleri varsa İleri’nin de akide şekerleri var” diyelim: “…Birkaç yıl önce Kanal D’de Bir Hatıra Fotoğrafı’nı sunarken, değerli konuklarıma sürpriz sorular çektiriyordum ufak hasır sepetten. Sorular arasındaydı: ‘Akide şekerine ne oldu’ Konuk dostlarım önce şaşırıyorlar, sonra ‘Sahi ne oldu, nasıl unuttuk, ne zamandır tatmadık...’ diyorlardı. Bir renk yelpazesi, bir mücevher kutusu, bir damak fırtınası, evet ama ne uğruna, neler uğruna feda etmiştik! Günün modalarına yenik düşerek hayatımızdan ve kültürümüzden merhametsizce çıkarıp attığımız onca ‘incelik’ arasındaydı akide şekeri de. Bugün tek tük meraklısı ardını kovalıyor. Tek tük tutkunu akide şekerinden masallar, şefkatler, iyi kalplilikler duyumsuyor. Hoşça kal akide şekeri. Şimdi sen iki damla gözyaşısın. Limon ve tarçın, portakal çiçeği ve gül bahçesi kokuyorsun. Hoşça kal çocukluk arkadaşım!”
Türkiye edebiyatına gurme dokunuşlar Selim İleri ve Aslı E. Perker’le kısıtlı değil elbette. Esasında çok daha gerilere gittiğimizde, halk edebiyatında karşılaşıyoruz ilk olarak benzer temalarla. “Hak Edebiyatında Yemek Destanları” adlı bir çalışması olan Dr Doğan Kaya, “Âşık edebiyatının temsilcileri olan âşıklar, hemen her konuda destanlar söylemişlerdir. Bunların içinde yemek destanları önemli bir yer tutar. Yemekleri konu edinen ilk manzum örnekler XIV. yüzyılda karşımıza çıkar. ‘Sımatiye’ olarak adlandırılan bu eserler Kaygusuz Abdal’a aittir. Bunların çoğu on bir heceli olmakla beraber sekiz ve on dört hece ile söylenmiş olanları da vardır. Yemek destanlarında sebze yemekleri, kebaplar, köfteler, börekler, çörekler, pilavlar, turşular, tatlılar, salatalar, meyveler konu edilmiştir” diyor. Ardından da özellikle Refik Halid Karay’ın yazılarına dikkat çekiyor: “Yemeklerin malzemesi, hazırlanması ve sunulması Türkiye kültüründe ayrı bir güzellik ve ayrı bir zenginliktir. Refik Halid Karay, bunu akıcı ve güzel üslubuyla o kadar güzel dile getirir ki satırlarını okuyanlar kendilerini hadisenin içinde bulurlar. Karay, yediğimiz yemeklerin ilerlemeyle bu son hâlini aldığını, sözgelişi, bir tencere yaprak dolmasının, bir mayonezli levreğin veya revaninin bir vapur makinesi, bir elektrik feneri, bir mikroskobun icadı ve yapılışıyla aynı olduğu kanaatini taşır. Ago Paşa’nın Hatıraları adlı kitabının ‘Yemeklere Dair’ bahsinin içinde bizlere şunları söyler: İnsanlar bin kalıba soka soka ve bin türlü muameleden geçire geçire ortaya yemek namı altında bazen öyle bir harika çıkarırlar ki karşısında bana, adeta hilkatin parmağını ısırdığına hükmettirirler. Mesela, bir tepsi saray baklavasını göz önüne getiriniz: Elyafındaki o incelik, o ter ü tazelik gül yaprağındaki gibi zarif ve nazik değil midir? O kabarıklıkta bir manolya goncesi dolgunluğu ve taksimdeki intizamda bir tarh mükemmeliyeti, kırmızı benekli tatlı manzarasında ise bir çemenzar letafeti yok mudur? Ya lezzetini en nefis meyvelerden biri olan incir kadar şekerli ve latif bulmaz mısınız? Sonra saray lokmasını düşününüz, hani üstü sert, kıtır kıtırdır da ısırınca ağzınız balla dolar, böyle bu derece ustalıklı ve şekerli yemiş henüz dünya yüzünde yoktur. Benibeşer aşçılık namı altında âdeta tabiatla rekabete kalkmıştır, küstahçasına meydan okur ve ekseriya da kudret ve meziyetini takdir ettirir.”
Sait Faik de yer vermiştir öykülerinde aynı temaya. Yine Selim İleri’den aktarıyoruz: “Sait Faik ustanın ‘Beyaz Altın’ına gelince, çöreotlu ekmekten sonra, birdenbire börekler faslını açıyor: ‘Yağları, elleme kömürünün korlaştığı mangalın içindeki nar gibi ateşleri söndüren yağlı börekler.’ Yemek listesi sürmekte: ‘Kebap otu serpilmiş narin kuzu pirzolaları. Meyhaneci Hristo’nun aziz ve kıymetli müşterileri için hazırladığı dört beş senelik eski şarap, yakın köylerden birinin inciri.’ Pirzolaların üstündeki kebap otu herhalde kekik. Sait Faik’in özel deyişi mi, yaygın bir deyiş, yöresel bir anlatım mı, bilmiyorum. Kebap otu belki de kekik değil...”
Füruzan’ın bir ailenin dağılış öyküsünün lezzetli ve hüzünlü ayrıntılarını anlattığı Sevda Dolu Bir Yaz‘daki unutulmaz kahvaltı sahnesi gibi, Türkiye edebiyatında unutulmaz yemek sahnelerine çok rastlanır. Sırma Köksal, Berrin Karakaş’a verdiği bir söyleşide şöyle anlatır örneğin: “Meyhane sahnesi, yemeklere göndermeler çoktur. İnsanı anlatan herhangi bir sanat yapıtının insanın hayatını bu kadar bire bir dile getiren bir edimi görmezlikten gelmesi mümkün değildir. Hüseyin Rahmi’nin romanlarında, Yusuf Atılgan’da da var. Aylak Adam’ın en temel sahnelerinden biri patlıcanla ilgili olandır; pilavı patlıcanlı sevmek, karnıyarık. Bütün o orta sınıf hayata duyulan nefretin en odaklandığı şeylerden biri, Caddebostan’daki yazlık evdeki yemek sahnesi mesela. Oğuz Atay’da da sofranın tanımlanmasıyla ilgili birçok sahne var. Tomris’in ‘Kuşluk Rakıları’ diye bir öyküsü var. Leylâ Erbil’de de vardır. Leylâ Erbil kendi yaşıtları arasında tek başına meyhaneye giden ilk kadınlardan biri Türk edebiyatının. Mesela Nezihe Meriç’te tam tersi, ev içi yemekler fazla.”
Size Pandispanya Yaptım’da, 15. yüzyılda İberya’dan Osmanlı topraklarına göç eden atalarının kuşaktan kuşağa aktararak bugünlere kadar getirdikleri yemeklerin hatırlattıklarını anlatan, yemeklerin tariflerini de vermekten çekinmeyen Mario Levi ise, “Birçok eserimde ya bayram sofraları vardır kimi kahramanlarımın bir araya geldiği ya da hatırlanan ve kaybedilmiş gibi görünen tatlar” diyor ve ekliyor: “İstanbul Bir Masaldı’da Mösyö Jak, kederli ve talihsiz baldızı Madam Estreya’nın cenaze yemeğinde rakılı kurabiye ile patlıcanlı börek yer ve bu tatların kendisine hatırlattıklarıyla başbaşa kalır. Lunapark Kapandı’nın kahramanı en büyük yalnızlık ve terk edilmişlik anlarının birinde evde kalan bayat ekmek, biraz yumurta ve peynirle alelacele bir börek yapmaya kalkışır. Kaybettiklerine daha çok tutunma amacıyla…” der.
Çağdaş yazarlarımızdan Hakan Bıçakcı, Karanlık Oda’da edebiyatımızın en çarpıcı ve duyularımızı tekinsizlikle ele geçiren sofra tasvirlerinden birini yapar; “Meze faslından sonra yemekler geldi. Herkes balık söylemişti. Ben az pişmiş, içi kıpkırmızı bir biftek. Sergide havuçla törpüleyerek sivrilttiğim dişlerimi ete geçirdim. Kanlı su, sıcak sıcak boğazımdan geçti. Aldığım her ısırık içimde bir şeyleri ürpertiyordu. Bedenimin tatsız bir parçasını çiğner gibi iştahsızca yiyip bitirdim. Tabağıma baktığım zaman bu dünyada yapayalnız olduğumu hissediyordum. Kafamı kaldırıp sofraya baktığımda toplumun bir üyesi olduğumu hatırlıyordum. Yemek artıklarımla dolu tabağımın görüntüsüyle tabaklarla dolu sofranın görüntüsü arasındaki uçurum gittikçe derinleşiyordu. Masanın üzeri sigara paketleriyle; paketlerin üzeri birbirinden korkunç ölüm ve hastalık mesajlarıyla doluydu. Bardağımda kalan rakıyı kafama dikerken göz ucuyla hamam böceği sürüsü gibi sofrayı basmış iri ve tehditkâr harflere baktım.”
Mahir Ünsal Eriş ise çocukluğumuzun mütevazı tatlarından birine götürür bizi Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde’de: “İkişerli paylaştırılmış dört yumurta yemeğimiz. Üstünde biraz pul biber, biraz kimyon. Çoğunlukla tavadan yiyoruz, bazen de tabaklarımızdan iki iki. Annemin misafiri var bugün, güzel tabakta geliyor önümüze her günün emektar yumurtası o yüzden. Sarısına ekmek batırarak başlıyoruz ikimiz de. Sarı patlıyor ve start veriliyor, yarışırcasına yiyoruz. İçeriden kadınların sesleri geliyor bir yandan.”
Mütevazı ama dayanılmaz lezzetlerden söz açılmışken, köfte ekmek ve Boğaz deyince akla Mehmet Eroğlu’nun Mehmet’i gelir. “‘Yemek!’ Saatine göz attı. Altı saattir bir şey yememişti. ‘Aç sayılır,’ dedi kadına. ‘Güzel, Boğaz’a bakarak köfte ekmeğe ne dersiniz?’ Sonra ekledi. ‘Ben ısmarlıyorum.’ Yol artık iyice kalabalıktı, Rumelihisarı’na ancak saat on buçukta varabildiler. Ara sokaktaki dükkândan aldıkları köfteler şaşılacak kadar lezzetliydi. Simin’in ince bedenine uymayan, erkeksi bir iştahı vardı. Ekmeğin arasındaki köfteleri yerken konuşmadılar. Sıra damaklarında biriken acılı kimyon tadını çayla seyreltmeye geldiğinde Simin ona döndü. Dudaklarında ve koyulaşan gözlerinde sorular vardı.”
Konu kahvaltıysa sözü Gündüz Vassaf alır ama her zamanki gibi farklı üslubuyla. “Basit” bir kahvaltı meselesinden girer ve bakın nereye varır Medeniyet, Kültür, Sanat’ta: “Ulusların yemek yeme âdetleri en çok kahvaltılarından ayırt edilebiliyor. Çünkü günün en tutucu, en az maceraya açık, en şekillenmiş yemeği o. Örneğin, ‘Sabahları kral, öğlenleri vatandaş, akşamları da dilenci gibi yemeli’ diyen Almanlar, alelacele içilen kötü bir kahveyle, ona ender eşlik eden bir çörekten ibaret olan Fransız kahvaltısıyla dalga geçer. Peyniri ancak mükellef bir yemek sonunda şarapla yiyen Fransız ise aynı peynirin sabahları Türk’ün çayına eşlik etmesine şaşkınlıkla bakar. Öğle ve akşam yemeklerimizde çeşit çeşit yemek yememize, hatta başka ülkelerin mutfaklarını tanımayı kimimizin marifet saymasına rağmen, bildik kahvaltılarımızdan ender vazgeçeriz. Neden? Sanki sabah soframızı kuran biz değiliz de kendi kendimizi mahkûm ettiğimiz bin yıllık âdetlerimiz.”
Örnekler saymakla tükenmez. Halit Ziya’nın Mâî ve Siyah’ı örneğin, meşhur bir yemek sahnesiyle, Taksim Tepebaşı’nda yenilen bir yemekle başlar. Mirat-ı Şuun gazetesinin yazarları yemekli bir toplantı yapmaktadırlar. Roman başladığında yemek bitmiştir. Herkesin canı sıkılmaktadır. Ahmet Cemil de yemeğe katılanlar arasındadır; canı sıkılınca bahçeye çıkar ve mavi bir atmosferde hayaller kurmaya başlar. Böylece roman “mavi”yle, yani hayallerle başlamış olur.
Elif Şafak’ın Baba ve Piç’inde ise bizzat “aşure”nin hikayesi anlatılır; “Çok geçmeden tufan kopmuş dalga dalga kabaran sular köyleri şehirleri ve mimsiz medeniyetleri, bir de geçmişin istenmeyen anılarını yıkıp geçmiş. Günlerce yol almışlar. Yiyecek azalmaya başlamış. Yemek yapacak malzeme kalmamış. Nuh da herkesten elinde ne varsa getirmesini istemiş; böcekler kuşlar, farklı inançlara sahip insanlar ellerinde kalanı getirmişler. Bütün malzemeyi birbirine katıp koca bir kazan dolusu aşure pişirmişler.”
Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’nde ise balık sofralarına dair ilginç bir alışkanlık dikkat çeker. “Ertesi gün söz verdiğim gibi öğle vakti Satsat’tan çıkıp yürüyerek eve gittim ve annemle barbunya tava yedim. Annemle bir yandan tabaklarımızdaki balıkların pembemsi bir zar inceliğindeki nefis derilerini ve yan saydam ve narın kılçıklarını çalışkan bir cerrah dikkatiyle ayıklıyor, bir yandan da nişan hazırlıklarını ve uen son havadisleri" (onun deyişi) gözden geçiriyorduk. (…)Ahçı Bekri çocukluğumuzdan beri balığın üstüne, bastırır diye yenmesi gereken şehriyeli pilavı -hiç değişmeyen bir kuraldı bu- sofraya getirince, neşesinin nedeni balıkmış gibi, annem birden yaslı bir havaya büründü.”
Osmanlı tarihi ile lezzet konusunu bir araya getiren en güzel örneklerden biri Özlem Kumrular’ın Sultan’ın Mutfağı’dır. Sultan’ın dört baş aşçısı arasında düzenlenen bir lezzet yarışını konu edinen romanın her satırından ayrı bir egzotik tat fışkırır, her sayfada iştahınız biraz daha açılır. Üstelik, lezzet düşkünleri için öğretici bir yanı da vardır romanın. “Amr devasa bir taş çömleği mutfağın orta yerine koydu. Kemiksiz etleri tek tek incecik keserek çömleğin içine doldurdu. Üzerine sıcak su ekleyerek içine tuzun en iyisinden serpti. Sonra o kıvrak parmaklarıyla bir tutam taze kişnişi kıyıp kaynamakta olan yemeğin içine attı. Ve biraz da tarçın serpti tarçın renkli elleriyle. Ellerinde bu birbirine karışan iki enfes kokuyu fersahlarca uzaktan hissedebilirdi. Ne de olsa Amr’dı o. (…) Yaş kişnişten sonra avucunun içinde çıtırdadığını hissettiği kuru kişniş yapraklarını da toz haline getirip taş çömleğin içine attı. Beyaz soğan ve pırasayı etin içine salıverdikten sonra sıra en sevdiğine gelmişti! Patlıcanlara. Onları bir zebra gibi soyduktan sonra dörde bölerek kaynamakta olan yemeğe attı. Herkese ve her şeye inat haşlamadan, o kötülükleri barındıran acı suyunu sıkıp atmadan hem de. Öylece. Olanca deliliğini muhafaza ederek salıverdi kaynayan etin içine.”
Ahmet Ümit ise, “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın rakı için şu sözleri önemlidir” der. “1. Rakı en iyi içkidir. 2. Her akşam değilse bile haftada iki defa içilmelidir. 3. Domates salatası, balık, kavun, beyaz peynir, biraz çiroz... Daha fazla meze zararlıdır...”
Bazen edebiyat, güzel bir sofra için yalnızca şükretmemizi söyler bize, bir anda sanki oradaymışız gibi içimizi ışıklandırır, hayata bir kadeh kaldırtır. Tıpkı Tanpınar’ın Huzur’unda, “Peki, o zaman ne yapacağız” diye soran Mümtaz’a, İhsan’ın yanıtı gibi: “İhsan kadehini kaldırdı: Evvela içeceğiz… dedi. Sonra bu güzel denizin bize hediye ettiği şu balıkları yiyeceğiz. Ve şu bahar saatinde bu lokantada, bu denizin karşısında olduğumuza şükredeceğiz.”