Siyasetin izinden yemek ve edebiyat

Mutfak en temelinde kimlikle olan kuvvetli bağı üzerinden politik evrenle ilişkilenir. Bunu hem yerel, ulusal, sınıfsal, cinsel kimliklerle ilişkili olarak, hem de güç ve statünün ifadesi bağlamlarında düşünebiliriz

01 Şubat 2018 15:08

Gündelik hayatımıza eşlik eden hemen her unsur gibi yemek de karmaşık bir kültürel anlam evreniyle çevrelenmiştir ve bu evren dolayımıyla da siyasetle yakından ilişkilidir. Hemen her gıda, üretimden tüketime tüm aşamalarında hem politik kültüre hem de politik karar alma süreçlerine büyük ölçüde tabidir. Neleri yenilebilir gördüğümüz, neleri yemekten sakındığımız, hangi gıdaların pazarda erişilebilir olduğu (ve fiyatları), gıda ürünlerini tüketme biçimlerimiz (ritüel ve alışkanlıklarımız), yiyecekleri sofrada nasıl ve hangi araç gereçle beraber sunduğumuz, sofrada kimlerin bulunduğu, yemeği kimin pişirdiği, sofrayı kimin kurduğu, kaldırdığı siyasetten ari olarak düşünülemez. “Ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” dizesini hatırlayarak, kimin sofrada nerede oturacağı bahsini de esaslı politik bir mesele olarak bu listeye eklemeliyiz pek tabii.

Mutfak pek çok yüzeyiyle politik bir alandır velhasıl. Bunların tamamını kapsamak zor, ancak yine de mutfakla siyaset arasındaki bağları bazı temel eksenler üzerinden tarif edebiliriz. Evvela en aşikâr ve basit olandan başlayalım. Gıdanın üretim, pazarlama ve tüketim süreçleri ekonomi politikalarıyla doğrudan ilişkili olduğu için mutfak zaten politikaya göbekten bağlıdır. Tarım, hayvancılık politikaları, ekonomik krizler, ithalat ve ihracat politikaları mutfakları hâliyle doğrudan etkiler. Mutfak kültürü de hükümetlerin gündelik ve dönemsel politik önceliklerini tayin eder. Nihayetinde, kadim zamanlardan beri yönettiği insanların mutfaklarını tanımak, en yaygın tükettikleri gıdaları bellemek ve en azından bu temel ürünlerde bir kıtlığın oluşmamasına dikkat etmek bir iktidarın devrilmemek için yapması gereken başlıca işler arasındadır.

İkinci temel eksen olarak modern ulus devletin nüfusu üzerinde mutlak ve detaylandırılmış bir hâkimiyet kurmaya yönelik yönetim stratejisiyle mutfağa kattığı görece “yeni” politik boyutu sayabiliriz. Devletlerin nüfuslarının beslenmesine yönelik ilgisi 19. yüzyıldan beri hem giderek artmış hem de yeni nitelikler kazanmıştır. Kıtlığa mâni olacak yönde bir dikkat pek tabii yönetimlerin kadimden beri önceliği olagelmiştir. Ancak modern ulus devletler tebaanın karnının doyup doymadığı sorusunun ötesine geçmiş, vatandaşın ne yediği, içtiği, baskülde kaç kilo çektiğini yakıcı bir yönetim meselesi olarak idrak etmiştir. Mutfak bilgileri 19. yüzyıl sonlarından itibaren istatistiğe, yani devletin diline tercüme edildiğinden beri de başta günlük olarak almamız “gereken” kalori olmak üzere, soframızda ete, şekere, tuza, hamura ne kadar yer ayırmamız gerektiği hükümetin temel meselesi, yönetimin bekasını ilgilendiren konular hâline gelmiştir.

Memleketimden İnsan Manzaraları, Nâzım Hikmet, Yapı Kredi YayınlarıYönetim zihniyetinde ve teknik araçlarındaki değişim pek tabii ulus devletlerin sınırlarıyla mahdut değildir ve dahası küresel ölçekte bir mutfak politikasının, ekonomisinin gelişimine de zemin hazırlamıştır. Çokuluslu şirketlerin, tohumdan kimyasal katkılara, mamul gıdaya, zincir restoranlara uzanan bir arazide küresel ölçekteki etkinliklerinin, pek tabii üretim ve dağıtım imkânlarındaki gelişmelerle beraber, ama aynı zamanda ulusal düzeylerde mutfakların standardizasyonu ve kapitalist pazara entegrasyonunu takiben mümkün olduğuna dikkat etmek gerekir. Hem devletlerin hem de şirketlerin sürekli ve sınırsız büyüme öncelikleriyle tarif ettiği, tarımdan hayvancılığa endüstriyelleşmiş olan gıda alanının, alternatif ve muhalif siyasetler için de merkezî hatta kurucu bir unsur hâline geldiğini de unutmayalım. Kapitalist endüstrinin mekanizmalarınca giderek daha çok soğurulmuş olsa dahi organik/ekolojik gıdaya yönelik eğilim bu muhalif rengi bünyesinde taşır. Vejetaryen ve vegan beslenme tercihleri ise bizi daha köklü bir eleştiriye çağırır; insanı esas alan dünya kavrayışımızı evvela yediklerimizden hareketle sorgulamaya davet eder. 

Gelelim, mutfağın en kadim ve en karmaşık siyasal boyutuna. Mutfak aslında en temelinde kimlikle olan kuvvetli bağı üzerinden politik evrenle ilişkilenir. Bunu hem yerel, ulusal, sınıfsal, cinsel kimliklerle ilişkili olarak, hem de güç ve statünün ifadesi bağlamlarında düşünebiliriz. Aşağıda, mutfak siyaset ilişkisinin, K24’ün dosya çerçevesine en münasip olacağını düşündüğüm bu boyutunu açarak devam edeceğim. Yemek edebî eserlerde gündelik hayatın bir parçası olarak doğallıkla (ve bazılarında sıklıkla) zuhur eder. Ancak, bahsi geçen yiyecekler, sofralar, mutfaklar dekora karışıp, dikkatimizden kaçıverir genelde. Oysa anlatı çerçevesini tahkim eden, sözü ete kemiğe büründüren, hakiki kılan esaslı unsurlar arasındadır yemek. Mesela Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı’da “Naneli ayran çorbasının iyimserliği yavaş yavaş dağılmış” diyerek başladığında bir cümleye, iyimserliği burnumuzda nane kokusu, dilimizde ekşimsi bir ferahlıkla beraber ve bu ferahlığın yoğurdun yağıyla tutunduğu damağımızdan silinmesi hızında yitişi içinde hissederiz. Edebiyat-siyaset bağında, yemeğin üstlendiği rolün kuvvetinin esası da fikri ve duyguyu bedensel deneyime tercüme edebilme kabiliyetinde olsa gerekir. Bunu da en çok mutfağın kimliklerimizle olan sıkı bağını düşünerek iddia ediyorum. İşte bu nedenle, yemek-siyaset hamurunun bazı katlarını edebiyatın ve özel olarak Memleketimden İnsan Manzaraları’nın yardımıyla (zinhar oklava gibi değil, ama belki mille-feuille’deki yağ gibi kullanarak) buradan ayırmaya çalışacağım…

Bana ne yediğini söyle sana kim…

 

Münihli Hans Müller
            üç şey severdi:
1 –– Altın köpüklü arpa suyu
2 ––Şarkî Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna
3 ––Kırmızı lahana”
      (Memleketimden İnsan Manzaraları)

 

Münihli Hans Müller’in, 1939’da, II. Dünya Savaşı’nın henüz başındayken nasıl biri olduğunu tarif etmeye böyle başlar Nâzım Hikmet. Hans Müller ile hem insanca bir ortaklık hissedeceğimiz hem de bira-patates-lahana üçlüsüyle Almanlığını hemen görebileceğimiz dizelerdir bunlar. Yemekler kendimizi ve bizden olmayanları tanı(t)makta kullandığımız en temel işaretlerdendir. Kimliklerin biçimlenmesinde, somutlamasında hayatî bir rol üstlenirler. Kim olduğumuzun ve biz olmayanların kimler olduğunun tarifi en temelinde, terimin geniş anlamıyla, tamamen siyasî bir iştir. Milliyetçiliğin icadını, etnik kimliklere, toplumsal cinsiyete gösterilen dikkati ve bu bağlamda kimliklerdeki çeşitlenmeyi göz önünde bulundurursak, kimliklerin modern siyaset için daha merkezî bir meşguliyet sahası olduğunu kolaylıkla tespit edebiliriz. Ancak terimin anlamını hükümet politikalarına daraltsak dahi, kimliklerin tarifi ve idaresinin her zaman siyasetin en temel meselelerinden olduğunu unutmamak gerekir.

Brillat-Savarin’a atfedilen, yukarıdaki ara başlıkta ortak ezberimize güvenerek eksik alıntıladığım meşhur aforizmanın da işaret ettiği üzere, ne yediğimiz –ve buradan genişleyerek ilerlersek– ne yemediğimiz, nasıl yediğimiz, kimliğimizi tarif eden, bizi öteki(ler)nden ayıran en temel sosyal ve politik işaretlerdir. Uygar insan tarifinin temelinde, medeni olmayanla sınırın çizilmesinde kullanılan ve ilkele dair fantezilerimizi, korkularımızı kışkırtan temel bir unsur da nihayetinde bir beslenme tabusu olan yamyamlık değil midir? Domuz eti tabusunun da yerleşikler ve göçerler arasındaki çekişmenin sembolü olarak geliştiğine dair yaygın hipotezler mevcuttur. Giderek Müslüman ve Yahudi kimliklerinin alametleri hâline gelmiş olan bu tabunun, dinî kimliğin neredeyse esas göstereni hâline gelecek kadar kuvvet bulması, beslenme ve kimlik arasındaki bağın kudretini bir defa daha ispat eder niteliktedir. Danişmendnâme’nin Selçuklu-Bizans hattında kimlikleri sofralarda tefrik eden kısımlarında da domuz esaslı bir yer teşkil eder. Bizans aristokratlarının şölen sofraları anlatılırken, bir yandan Melik Ahmed’in sofrada yemekten sakındıklarıyla (en başta domuz ve şarap) kimliğini vurgulama fırsatı kaçırılmamıştır. Burada durmaz Danişmendnâme, bu zengin sofraları ve dolayısıyla “Bizanslı ötekileri” de iğrençlik sınırına doğru çekmeye gayret eder. Bazı yiyecekleri “kabuklu böcük” (kuvvetle muhtemel deniz kabukluları) ve “sıçan kebabı” (?) gibi adlarla zikretmesi boşuna değildir. Arada “doğru düzgün” görünen yemeklerin bir kısmı da laf dokundurmak için kafiye düşürmeye yarar: “Lahana turşısı batlıcan idi; Yiyenler anı hep batıl canıdı.”[1] 

Danişmendnâme takdir etmese bile, zenginliği besbelli olan bu sofraları, ilk uygarlıklardan beri büyük ziyafet masalarının kralın/yöneticinin gücünü ispat eden, onu tebaasından ve diğer aristokratlardan ayıran sosyal ve politik bir işlevi olduğunu geçerken hatırlamak için de vesile olarak kullanabiliriz. Burada mesele evvela politik ve iktisadi gücün temsiliyle ilgilidir elbette. Ama kral kendisini ayrıştırdığı sofrayla kimliğinin sınırlarını da tarif eder. Ziyafet iktidarı, kimliğini ve bu kimliğin törensel temsilini kuran temel bir araçtır. Şunu da unutmamalı tabii, ziyafet sofralarında nelerin sunulacağı, nelerden kaçınılacağı da o ziyafeti verenle davet edilenler arasındaki ortak kültürel, politik bağa, zemine göre belirlenecektir. 

Sultan Hamid Düşerken, Nahid Sırrı Örik, Oğlak YayınlarıOsmanlı İmparatorluğu’nun ziyafet ve diplomasi sofraları da 19’uncu yüzyılda Batı ile artan ilişkilerle beraber iktidarın kimliğinde meydana gelen dönüşüme paralele olarak görece hızlı ve köklü bir değişim geçirir. Sofranın kurulduğu yerden sunulan yemeklere, yemeğe eşlik eden araç gereçlere, takip edilen adabımuaşerete kadar hemen her şey yüzyıl içerisinde yenilenmiştir. Çatal, bıçak, masa, davetlilere takdim edilecek yazılı mönüler, kadınlarla erkeklerin yan yana oturduğu sofralar, çoklukla Fransız mutfağından alınan veya oradan esintiler taşıyan yemekler, hepsi bu yeni dönemin alametleridir.[2] Saray ve devlet sofraları temsil edilmeye çalıştığı iktidarın kimliğine, konuklarla oluşturmaya çalıştığı ortaklığa münasip bir şekil almıştır velhasıl.

Değişim ne sarayla ne de onun sofralarıyla sınırlıdır. Payitahtta özellikle Kırım Savaşı (1853-1856) sonrasında gündelik hayatta ve sofralarda Batı kültürünün etkisi daha çok hissedilmeye başlanır. Müslüman Osmanlı devlet adamları ve kalem erbabının ekseriyeti bir yandan önde gelen Avrupa devletlerini model alan bir politik değişimi gerekli görüyor olmakla beraber, Osmanlılık/Müslümanlık kimliğinin bu süreçte dejenere olmasından da endişelidir. Bu endişe geç Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devrolacak ve neredeyse tüm siyasetlere muhafazakâr bir ton olarak karışacaktır. Kültürü muhafaza ve Batı’yla sınır çizme kaygısı, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi romanlarını da sıklıkla meşgul etmiştir. Nasıl batılılaşmamız lazım geldiği sorusuna cevap bazen de sofralarda aranmış, makbul batılılaşmanın muhafazakâr sınır çizgilerini sofra sahneleriyle belletilmiştir. Bu kadim damar hâlâ zihniyet evrenimizde canlıdır. “Çorba içmek” yerine “supe yiyor” demeye gayret etmeyi öneren alafranga züppe tipinin atası Felatun Bey’in babası Merakî Efendi hakkında Hace-i evvel ne düşünmemizi istediyse, 150 yıldır aşağı yukarı aynı kanaat zihnimizde oluşuyor. Bu süreklilik sofraya verdiği ehemmiyet Tanpınar tarafından da tescil edilmiş olan[3] Ahmed Midhat’ın mahareti olduğu kadar, yemeğin kerametidir de. Velhasıl sofralar, yemekler ve onları nasıl adlandırdığımız edebiyatımızda da “bizi” tarif eden, kimliğimizi hem kuran, gösteren ve açık eden unsurlar olarak öne çıkarlar. Alafranga-alaturka hattındaki “doğru” politik hat mutfakla da çizilir.

Alafranga alaturka geriliminde yemeğin rolü sadece batıyla “aramızdaki” sınırın tayini çabasıyla ya da “biz”in muhafazasına dair bir kaygıyla ilişkili değildir ancak. Burada yemek ve özellikle sofra adabı, statülerin ve sınıfsal kimliklerin belirtilmesine de aracılık eder.  Yukarıdaki Ahmed Midhat alıntısında Merakî Efendi, çorba içmek yerine “supe yemek” denilmesini de esasen uşağına öğütlemiştir mesela. İş Fransızca “soupe” demekle de bitmez tabii. Dilini değiştirse, en yüksek makama ulaşsa da bir taşralının sofra adabındaki tecrübe noksanlığı asilzadelerin gözüne takılacaktır. Nahid Sırrı Örik, Sultan Hamid Düşerken’de İttihat ve Terakki’nin Talat Bey’inin Mehmet Şahabettin Paşa’nın konağındaki akşam yemeğinde nasıl zorlandığını ve bunun onu göz ucuyla izlemekte olan paşa kızı Nimet Hanım’ın dikkatinden nasıl kaçmadığını gösterir. Zaten davet fikrinin sahibi Nimet Hanım’ın asıl maksadı, Talat Bey’i acemisi olduğu, ama muteber bulduğu bu sahada mahcup yakalamaktır. Talat Bey yemek boyunca hâlinden hep rahatsızdır, masadaki “sayısız çatal ve bıçak,” “çeşitli bardak” ruhunu daraltır. “Beyoğlu’nun yeni ricale açılmaya başlayan salonları acemiliğini henüz o kadar gidermemişti(r) ki, yemek yerken şaşırmaları, tereddütleri, hataları, ol(ur), hatta bir kere de mutena sofra örtüsüne yemek dök(er).” Bu sahnede anlatılan sadece taşralı ile asilzadenin değil, eski ve yeni politik elitin mücadelesidir de.[4]    

Esasen, daha adaba gelmeden ne yenildiği içildiği başlı başına birer işaret değil midir? Eserde gerçekçi bir çerçeve esas alındıysa fazladan söze de gerek yoktur yiyeceğin hangi kimliklerle ilişkilendirdiğini anlatmak için. Hepimiz için aşikârdır mesela Orhan Kemal’in Gurbet Kuşlarında, evin hizmetkârı Ayşe ile evin beyi Hüseyin Korkmaz’ın, beyin karısı Nermin Hanım her evden gittiğinde, hevesle (ve gizli bir direniş duygusuyla) bulgur pilavı başına oturmalarının manası. Farklı sınıflardan iki yeni kentlinin, alafranga meşrep hanım karşısında kurdukları gizli ittifakın zeminini teşkil eder bulgur. Ayşe’yi de Hüseyin’i de köklerine, köylerine bağlayan tat ve kokuyu taşıdığını Orhan Kemal de birkaç defa tekrar eder romanında. Nâzım Hikmet’in yine Memleketimden İnsan Manzaraları’nda, Bahçıvan Kartallı Kazım’ın ağzından söylediği gibi “– Bizim köylünün çoğu bulgur yer malumunuz.” Malumumuzdur…

Kartallı Kazım yukarıdaki sözleri bahçesine misafir gelen Süleyman’a hazırda et varken, yavan bulgur ve soğan ikram etmeyi neden münasip bulduğunu açıklamak için, özür tonunda söyler. Devamında da ekler: “siz de fakir köylü için çalıştığınızdan…” Kim olduğumuzla ne yediğimiz arasındaki bağ çoklukla kadim kodlara dayandığından, Süleyman da tasdik eder zaten sözünü; “— Haklısın, Kâzım Efendi” der lakin orada durmaz “ama ben de haklıyım, et kızartması yavan bulgurdan iyidir.” Bulgura düşkünlükte Kazım’ın “fakir” vurgusuyla hatırlattığı nedeni, Süleyman biraz daha öne çıkartır böylece. Süleyman’ınki temelde politik bir itirazdır yani. Evet, bulgur köyün, ana evinin kokusudur, taşradır, ama tercihten çok kısmete düşendir, düpedüz fakirliğin de alametidir işte…

Memleketimden İnsan Manzaraları’nda, köylünün açlığına kimlik veren bir yemek de vardır: Yarma çorbası:

      “açlık, hiçbir şey yememek değil,
barsağı düğümlenene kadar
                 yarma çorbası içmektir”.

Gurbet Kuşları, Orhan Kemal, Everest Yayınları

Bu dizelerin kitabın içindeki bağlamına geçmeden, kitabın yazıldığı dönemde açlığın anlamındaki tarihsel dönüşümü ve bu dönüşümün taşıdığı politik anlamı açmak istiyorum. Memleketimden İnsan Manzaraları’nın kaleme alındığı ve konu edindiği İkinci Dünya Savaşı yılları Nazilerin sayısı milyonlara varan insanı, yetersiz beslenme ile öldürdüğü dönemdir. Açlığa mahkûm etmenin savaş taktikleri arasında her daim yeri olmuştur kuşkusuz. Modern ve modern öncesi tüm muhasara taktiğinin esası kale/

şehir halkını açlıkla dize getirmektir zaten. Uç beyliği Osmanlının askerî stratejisinin esasını da “gerilla” taktiğiyle Bizans kaleleri etrafındaki tarım arazilerini hedef alarak, düşmanı rahatsız etmek, aç bırakmak, en azından zayıflatmak teşkil eder. Nazilerin stratejisinin farkı açlığı mutlak gıdasızlık değil, bilimsel olarak planlanmış, öldürücü bir yetersiz beslenmeye dönüştürmüş olmasıdır. 19. yüzyılda icat edilmiş olan yetersiz beslenme kavramı da (malnutrition) zaten asıl olarak II. Dünya Savaşı dönemindeki çalışmalarla gelişir. Yönetimin teknik araçları arasında bulunmakta olan beslenme planlamaları, savaş sırasında açlık planıyla başta Yahudiler olmak üzere politik olarak hedef alınan kimliklere karşı öldürücü bir silah rolü oynar. Halk arasındaki hiyerarşi kimliklere göre kimin kaç kaloriye hakkı olduğunu tayin eden tabloyla tekrar ve hayatî sonuçları olacak şekilde kurulur. Polonya’da listenin en üstündeki Almanların 2.613 kaloriyle beslenmesi planlanmışken, en altındaki Yahudilere günlük sadece 184 kalori öngörülmüştür.

“Açlık, hiçbir şey yememek değil, barsağı düğümlenene kadar yarma çorbası içmektir” sözlerini, “ağzının tam ortadan yarısı dişsiz,” stepin fakir köylüsü Dümelli Memed’in bağırsağı düğümlenmiş olan karısı ameliyata alındığında, hastanenin kâtibinin ağzından duyarız. Kadın ameliyattan kısa bir süre sonra ölür… Bu dizeleri yazdığında Nâzım Hikmet’in aklında doğrudan Nazilerin “açlık planı” olduğu iddia edilemez kuşkusuz; ancak bu ölümcül politikayı mümkün kılan bilimsel ve politik muhayyileyi hedef aldığını söyleyebiliriz kolaylıkla. Kitapta yarma çorbası, Aşçıbaşı Mahmut Aşer’in uzun uzun tarif ettiği, elması bile Kaliforniya’dan (“tayyareyle Paris’e Paris’ten bize”) gelen Ankarapalas’ın mutfağının, ya da savaştan zenginleşmiş Hikmet Alpersoy gibilerin hovardaca donattıkları sofraların karşı kutbunda durur. Dümelli Memed’in karısının ölümü de kapitalizmin sinsi acımasızlığı ile faşizmin açık gaddarlığı arasındaki geçişliliğe işaret eder. Nâzım Hikmet’in bir yokluk çorbasının edebiyatla nasıl kuvvetli politik anlamlar yüklenebileceğini ve kelimelerin meramının yemeklerle bir çırpıda nasıl somut, hissedilir kılınabileceğini gösterdiği yerden ileriye gitmemize gerek yok sanıyorum...

 

 


Ana görsel: Yemek Daveti, Judy Chicago
[1] Burada Buket Kitapçı Bayrı’nın Danişmendnâme’deki  beslenmeyle ilgili kısımlara dikkat çeken, ve bunu kimlik tartışması üzerinden değerlendiren yayımlanma aşamasındaki bir çalışmasından yararlanıyorum, bkz. Buket Kitapçı Bayrı,  “Taam, Şölen, Oruç ve Bizanslı Öteki (On üç-On beşinci yüzyıllar)”, Boğaziçi Üniversitesi Bizans Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi, Türkiye’de Bizans Çalışmaları: Yeni Araştırmalar, Farklı Eğilimler Konferansı, 18-19 Mart 2016, Bildiriler (yayım aşamasında İstanbul 2018).
[2] 19. yüzyıl Osmanlı saray, ziyafet ve diplomasi sofraları için özellikle bkz. Ö. Samancı, “Fransız Üslûbunda Osmanlı Ziyafetleri”, Yemek ve Kültür, n. 8, 2007, s. 48-62; “Pilaf and Bouchées: the Modernization of Official Banquets at the Ottoman Palace in the 19th century”, D. De Vooght (der.) Royal Taste: Food Power and Status at the European Courts After 1789, Farnham-Burlington, Ashgate, 2011, s. 11-143;    “Dolmabahçe Sarayı’nda Üç Ziyafet”, Yemek ve Kültür, n. 9, 2007, s. 68-78; Mübahat S. Kütükoğlu, “Son Devir Osmanlı Ziyâfetleri”, Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız Armağanı, Ankara, TTK, 1995, s. 369-393; Fatmagül Demirel, Dolmabahçe ve Yıldız Saraylarında Son Ziyaretler, Son Ziyafetler, İstanbul, Doğan Kitap, 2007; Burak Onaran, Mutfak ve Diplomasi: Geç Osmanlı Kamu ve Sofra Diplomasisinde Yemek, Mutfaktarih, İstanbul, İletişim, 2015 231-248.
[3] Ahmed Hamdi Tanpınar, 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1997, s. 461.
[4] Tülin Ural’ın tezinde bu sahneyi ve romanda tekrar eden benzer sahneleri ele aldığı bir dipnottan hareketle, “1930-1939 Arasında Türkiye’de Adab-ı Muaşeret, Toplumsal Değişme ve Gündelik Hayatın Dönüşümü”, Yayımlanmamış doktora tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, 2008, “s. 248-249.