Efendinin Güzeli: “Erkeğin ve kadının sonu gelmez serüveninin bir freski”

“Her şeyden önce bir aşk romanı olsa, kadın erkek ilişkilerinin bir eleştirisi metnin ana hedeflerinden birini oluştursa da, ırkçı-faşist Hitler rejimi ve iktidarı karşısında kahraman Solal’in düştüğü durumların da ortaya koyduğu gibi, Efendinin Güzeli olayların ve kişilerin eylemlerinin altında yatanları keşfetme yolunda sayısız anlatı-söylem-tirattan oluşuyor.”

09 Temmuz 2020 15:00

“Delilikti bu, delilik. İstediği kadar yalvarsın, o iki kadın hep aynı kalacaktı, kendi doğrularından emin, çoğunluk olmanın, mihenk taşı olmanın gücüne sahip, toplumsallığın zırhını kuşanmış, kalpsiz, düşüncesiz, dertsiz ve tabii Tanrı’ya inanan insanlar olarak. Şans onlardan yanaydı, hatta kendilerini iyi yürekli bile zannediyorlardı…

Yine de gitse miydi? Yüzlerine baksa, gülümsese, şu kısacık ömrü nefretle heba etmemelerini söylese? Delilik olurdu bu, delilik. Mesih bile bunları değiştirememişti…”
(s. 694)

Her şeyden önce bir aşk romanı olsa, kadın erkek ilişkilerinin bir eleştirisi metnin ana hedeflerinden birini oluştursa da, Hitler rejimi ve iktidarının ırkçı-faşist bağlamında kahraman Solal’in düştüğü duruma ilişkin yukarıdaki satırların da ortaya koyduğu gibi, Efendinin Güzeli olayların ve kişilerin eylemlerinin altında yatanları keşfetme yolunda sayısız anlatı-söylem-tirattan oluşuyor. Yayımlandığı dönemde Birleşmiş Milletler gibi büyük kurumlara bir saldırı, Yahudi halkına bir kaside, burjuva toplumunun ve yalnızca yükselme takıntısı içindeki diplomatik çevrelerin bir hicvi olarak nitelendirilen roman, yazarı Albert Cohen’in kendi ağzından “erkeğin ve kadının sonu gelmez serüveninin bir freskidir”.

Yahudi bir aileden gelen Albert Cohen 1895 yılında Yunanistan’ın Korfu Adası’nda doğar, Marsilya’daki orta öğreniminin ardından Cenevre’de hukuk okur ve İsviçre vatandaşlığına geçer. 1930’da Uluslararası Çalışma Örgütü’nde görevli memurken ilk romanı Solal yayımlanır, Mangeclous (1938), Belle du Seigneur (1968) ve Les Valeureux (1969) adlı eserlerinin karması olan Solal, sosyal eşitsizliklere karşı cesaret ve mizahla mücadele eden Yahudi inancından Solal ailesinin alınyazısını anlatır. Yazımı 1930’larda başlayan, 1968’de yayımlanan Belle du Seigneur (Efendinin Güzeli) ise Academie Française ödülünü almakta gecikmeyecektir.

1930’lu yılların Cenevre’sindeyiz. Kefalonya Yahudisi, Milletler Cemiyeti Genel Sekreter Yardımcısı, hep âşık, hep sevilen, hep yakışıklı, hep baştan çıkaran Solal’in karşısına, bir Brezilya gecesinde görüp vurulduğu Cenevre’nin en güzel kadınlarından Ariane Deume çıkar. Bu defa yakışıklılığı için değil, kendisi için sevilmeyi deneyimlemek isteyen Solal, hayli güzel, hayli aristokrat Ariane’ı üstü başı per perişan, bembeyaz sakalı ve iki dişiyle yoksul bir ihtiyar kılığında baştan çıkarmak ister. Bu yöntemle Ariane’a “içini döken” Solal başarısız olacak, gerçek kimliğiyle ortaya çıksa bile Ariane tarafından reddedilecektir. Solal bunun üzerine, kendisini sıradan yöntemlerle baştan çıkaracağı sözünü vererek Ariane’ın yanından ayrılır. Ve ilk iş olarak da Milletler Cemiyeti’nde hırslı astlarından biri olarak çalışan Ariane’ın kocasını ucunda terfi olan beklenmedik bir görevle Cenevre’den uzaklaştırır.

Ariane’a, kendisini sıradan yöntemlerle baştan çıkaracağı sözünü veren Solal, bir yolunu bulup genç kadını Ritz’deki dairesine çekmeyi başarır. Bununla birlikte baştan çıkarma sıradan olmaktan uzaktır. Solal kadına saatler boyunca aşkın korkunçluğunu, ikiyüzlülüğünü, insanı nasıl felaketlere sürüklediğini anlatır – aşk yalnızca bir “et” hadisesiyken nasıl da gülünç bir şekilde ruhla, müzikle ve nice düzenbazlıkla maskelenmektedir...

Ancak aşka dair bu göz alıcı ve son derece alaycı konuşma, kitaptaki sayısız bölümde olduğu gibi güzellikten nasibini fazla fazla almıştır. Aşk mitinin bir feshi ile sevmenin olağanüstü coşkusu birbirine karışır. Sonunda Ariane, aşka yürümek için kendinin bu denli farkında, bu denli tutkulu Solal’a evet diyecek, okur da kendisini neredeyse bin sayfalık delice bir aşkın lirik-trajik seline kaptıracaktır.


Jonathan Rhys Meyers ve Natalia Vodianova'nın rol aldığı 2012 tarihli sinema uyarlamasından bir kare

Solal ve Ariane’in bedenlerinde keşfettikleri olağanüstü cinsel uyum, her ikisinin de karakterlerinde yatan bir sevgi ateşine, bir mutluluk gizemine dönüşür. Ariane’ın kocası Cenevre’ye geri döndüğünde iki âşık çareyi, yatağın büyük bir yer işgal ettiği, günlerini yalnızca sevişmekle geçirdikleri Côte d’Azur’a kaçmakta bulur. Birlikte geçirdikleri ilk aylar boyunca aşklarını erotizmle yenilemeye çalışan sevgililer çok geçmeden tutkularının ilk tazeliğini bulamayacaklardır, bunu ilk fark eden de Solal olur. Hep yeniden başlaması, canlı tutulması gereken saplantılı baştan çıkarma eylemi gülünç, saçma ve nihayet trajik bir hal alır; anlamdan yoksun, bedenden uzaklaşmış, ölgün bir cinsel sürece kapanır. Zaman geçtikçe Ariane Solal’deki bu sıkıntıyı sezerek acı çeker, Solal ise bu acıyı izlemekten rahatsız olur. Ariane son bir hamleyle Solal’e, ondan önce başka bir âşığının olduğunu söyler, niyeti ilk günkü tutkularını tekrardan ateşlemektir. Ancak Solal çılgına döner, genç kadını sorulara boğar, saplantısı deliliği, sadizmi, uyuşturucuyu tetikler. Ariane ise onu geri kazanmak için her şeyi, sapkınlıklarını, hatta çöküşlerini bile kabul edecektir.

Baştan çıkarma ritüellerinin sistemli olarak sökülüp alaşağı edilmesiyle Solal/Cohen romantik tutku yalanını yerin dibine batırır, hatta kimi zaman “sadistleşmiş” bir imge verir bize. Eski-Yeni Ahit, Romeo ve Juliet, Anna Karenina, Don Juan ve nice metinlerarası gönderme, Solal’in, kâh bir mutluluk ilahisine kâh acı alaya dönüşen sayfalar süren konuşmalarına hizmet eder. Aslında aşk ilişkisi güzellik, görüntü, sosyal statü, zenginlik, iktidar, kültür, dil, vs. gibi sonu gelmez hileli biçimler altında cereyan eden bir maskaralıktır. Bu tarafıyla da metin, hem bir aşk romanı hem de onun antitezidir.

Efendinin Güzeli’nde Yahudi halkına aidiyet kahraman Solal’in en önemli özelliklerinden biridir, onun pek çok çelişik yönüne karışan “Yahudi izi”, “kahraman” statüsünü ve eril kimliğini karmaşıklaştırsa da Solal figürüne zarar vermez. Aslında onun Yahudi kökenleriyle sürdürdüğü öznel, tasarımsal bir ilişkidir söz konusu olan. Kendi kendine konuşurken ya da sürdürdüğü iç monologlarla Mesih ile kahraman arasında gidip gelen Solal, şiddete boyun eğmiş, insanlığın, yerini gücün saltanatına bıraktığı bir gerçekliği belirleyen doğa yasalarının karşısına, Yahudi inancından kaynaklı bir ahlâk çıkarır. Kadın için de erkek için de sorun olan, ahlâki olmayan hayvani bir doğaya, zaruri, binlerce yıllık bir doğaya, ama insani olmayan bir doğaya hiç kuşku duymadan tabi olmaktır. Erillik bir sorundur, çünkü sembolü olduğu sefil değerler yüzünden şiddetin zafer kazanmasıdır. Barbarca ve arkaik bulduğu bir tahakküm biçiminin işareti ve ifadesi olarak mütemadiyen sorgulanan kendi eril kimliği değil, bu kimliğin ahlâkıdır. Bu yüzden Solal, belli bazı değerlerin acı eleştirisini yaparken bunlar istemsizce kendisinde yeniden cisimleşir. Fakat Solal’in erkeklik tahayyülü, “barbar erilliğin” –bu bağlamda Hitler rejiminin– çok daha hoyrat, çok daha olumsuz bir temsiliyle zayıflar.

Solal romantik bir kahraman olsa da tarih boyunca Yahudi halkına açılan yaraların izini taşır. “Halkını kurtarmak isteyen çocuklardan”, “halkının evladı”, “bu hüzünlü karnavalın hem kralı hem kraliçesi” olan Solal, eyleme geçip bu halkı kurtaramadığından kendini suçlu hisseder. Belki de bu suçluluğu daha ötelerde, Freud’un şu satırlarında aramak gerekir:

İsrail halkı kendini Tanrı’nın gözde evladı sayıyordu. Ulu Baba kendi halkı olan bu insanların üzerine birbiri ardına uğursuzluk yağdırdığında, halkın bu ilişkiye güveni ya da Tanrı’nın gücü ve adaletine inancı sarsılmadı; bunun yerine kendisine günahkârlığını gösterecek peygamberler çıkardı ve suçluluk duygusundan, rahip dininin aşırı katı kurallarını yarattı.[1]

Âşık Solal, neredeyse romandaki bütün bölümlerde, halkına yapılan zulümlerin bilincinde olan Solal’le karşı karşıyadır. Kadınları baştan çıkarmak uğruna yüz üstü bıraktığı gizli bir kurtarıcılık misyonuyla ele geçirilmiştir sanki, dini aidiyetine göz yumamaz, ama bir sorumluluk da üstlenmez, hatta bir korkak olduğunu açıkça kabul eder. Bu bağlamda suçluluk, doğrudan yalnızlık temasıyla desteklenir. Berlin’de Nazi askerleri tarafından taciz edilen Solal’i, Paris’te duvarlara yapıştırılan “Yahudilere Ölüm” ilanları karşılar. Sonsuz yabancı Solal’in güvencesizliği, Ariane’a aşkı yüzünden Fransız vatandaşlığından çıkarılmasıyla perçinlenir. Bu antisemitizm atmosferinde insan-hayvana karşı insan-insan statüsü olanaksız bir tasarı, ütopik bir amaçtır. Tanrı yokluğunda Mesihsel bir gerçekleşme geçersizdir. Fakat Cohen’de Yahudi inancı kurguları, Kutsal Kitap geleneğine göndermeler paradoksal biçimde bir ateizm içinde ifade edilir. Yıllar önce verdiği bir mülakatta “inanmayarak inanıyorum, tutarsız bir Yahudiyim” diyen Cohen gibi, Solal de, inancının doğası konusunda fazla açıklama yapmaz; belki de bu inanç hayal kırıklığına uğramış bir beklentidir.

Âşık Solal, Don Juan Solal, Yahudi Solal… Hepsi de, dünyanın belki de açıklamaya gelmez karmaşasına, XX. yüzyılın trajik tarihinin, şiddetli savaşların, totaliter rejimlerin ideolojik hoyratlığının gölgesinde, aklı başında bir delilik biçimiyle, içe işleyen, dokunaklı bir cevap bulmaya çalışır.

Antisemitizmin yükselişiyle dünyadan soyutlanan iki sevgili, Protestan Ariane ile Yahudi Solal’in hikâyesi, farklı edebi türlerden ödünç aldıklarıyla ve üslup çeşitliliğiyle gerçek bir başyapıt, bir kült roman olduğunu kanıtlıyor.

 •

GİRİŞ RESMİ:

 

Albert Cohen, Belle du Seigneur ilk yayımlandığı sırada, 73 yaşındayken.


[1] Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, çev. Haluk Barışcan, Metis Yayınları, 1999, s. 84.