"Fuchs gibi Marksist araştırmacılara eleştiriler şu yöndeydi: Sosyal medya üretketicileri (prosumer), Marksist emek değer teorisi açısından değerlendirilemez. Bunun yerine, yaptıkları duygulanımsal üretimin ranta dönüştürülen ve reklamverenlere satılan bir müşterek alanı olarak görülmesi gerektiği dile getirildi. Burada bir tıkanma yaşanıyor. Sömürü var mı yok mu?"
10 Kasım 2020 20:20
Google başta olmak üzere birçok internet platformu tekelci bir yapı oluşturdukları gerekçesiyle bir bir ifadeye çağrılır, interneti fiilen yöneten şirketler günden güne daha fazla sorun olarak görülürken, sosyal medyanın insanlara ettiği kötülükler çekici bir popüler kültür teması halini aldı. Son olarak Social Dilemma belgeselinde gördüğümüz bu tekno-kötümser bakış açısı, bir yandan insanlar üzerinde bir ahlaki panik yaratıyor, diğer yandan şirketlerin kurduğu güncel internet modelinin radikal eleştirisinin önünü baştan kesiyor… Bu “eleştiri”, sorunun kaynaklarına inmeden, mevcut tehlikeleri bir grup insanın karar alma süreçlerine bağlamayı tercih ediyor. Oysa iletişim çalışmalarının eleştirel damarında, yeni teknolojiler üzerinde oluşan bu modelin sağlam bir eleştirisini bulmak mümkün. Bu eleştirinin izini sürmek için Koç Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ergin Bulut ile sohbet ettik. Doktora derecesini Illinois Üniversitesi’nin İletişim Araştırmaları Enstitüsü’nden alan Bulut, bilgi ve iletişimin sosyolojisi, video oyun çalışmaları, medya ve popülizm gibi alanlarda ders veriyor. Bulut’un video oyun endüstrisine dair A Precarious Game: The Illusion of Dream Jobs in the Video Game Industry başlıklı etnografik çalışması, Cornell Üniversitesi Yayınları’ndan bu yıl çıktı.
Emre: Ergin Hocam, son dönemde çok konuşulan Social Dilemma belgeseliyle başlayalım. Film birçok kişi tarafından oldukça etkileyici ve yararlı bulunurken, filmin sorunun bizzat kaynağı olan mantığı çözüm yolu gibi sunması da eleştirilere yol açtı. Benim de sorunlu gördüğüm yanların başında bu geliyor. Bu platformları bir anlamda var etmiş insanlar, yıllar sonra günah çıkartıp üstünkörü çözüm önerileriyle, çubuğu kendi kahramanlıklarına büküyorlar… Zamanımızdaki her türlü olumsuzluğu bu platformlara yükleme çabası da epeyce sırıtıyor. Örneğin, aşırı sağ siyasetlerin sosyal medyayla ilişkisi, sıradan insanların siyaset yapmasının toptan kriminalize edilmesine varıyor. Genel olarak belgesel, insanları hiçbir şey yapmamaya davet eden liberal bir kıyamet anlatısı gibi okunabilir. Siz neler düşündünüz belgesel hakkında?
Ergin: Belgesel, büyük teknoloji şirketlerinin topladıkları verilerle bizleri reklam şirketlerine nasıl pazarladıklarına ve üyesi olduğumuz platformlardaki algoritmaları düzenleyerek kullanıcıların psikolojileriyle nasıl oynayabildiklerine dair hiçbir şey bilmeyenler için ufuk açıcı olabilir.
Belgeseldeki en büyük sorun, dijital kapitalizmi çok bireysel bir yerden ele alması ve içinde olduğumuz tarihsel anı, dijital bağımlılık üzerinden psikolojik sorunlara indirgemesiydi. Sosyal medya sözcüğü geçen yerleri alıp yerine “uyuşturucu” sözcüğünü koysanız, ne demek istediğimi anlarsınız. Dramatik müzikler ve Hollywood’a özgü birtakım anlatı teknikleriyle bunu pekiştiriyorlar. Belgeseldeki bu dramatik kurgu, insanlarda paniği tetikliyor ve sizin de altını çizdiğiniz gibi bir kıyamet anlatısı üretiyor. Bu, tam da muhafazakâr siyasetlerin seveceği bir anlatı. Bir yerde insanlardan “laboratuvar faresi” ve “zombiler” olarak bahsediyorlar. Zombileri ve onların politik anlamının tartışmasını sevgili Onur Kartal’a ve onun Yaşayan Ölüler kitabına bırakalım ama insanlar o kadar çaresiz değil. Bu platformları reddeden ya da sınırlı kullanan insanlar var.
Belgeselin ortalarında, gayet cinsiyetlendirilmiş bir anlatımla, genç kızların intiharlarındaki artış ile sosyal medya uygulamalarının cep telefonlarına indirilmesi arasında bir bağlantı kuruluyor. Bu bağlantı nasıl kuruldu? Neden sadece genç kızlara odaklanıldı? Bilemiyoruz. Acınası bir gençlik tasviri var. Ancak gençler neden kaygılı ve depresyonda? Bu soru da yanıtsız kalıyor. Acaba gençler borçla dolu bir gelecek nedeniyle dertli olabilirler mi? Yine belgeselde, gençlerin giderek daha az risk almaya başladıklarından, daha az ehliyet başvurusu yaptıklarından bahsediliyor. Bunlar, belgeselin ABD odaklı olması bir yana, içinde yaşadığımız güvencesiz toplumun yapısal koşullarını görünmez kılıyor. Gençlerin ehliyet alma yaşının artması neden başlı başına bir sorun ki? Belgeselin ortasında, aynaya bakıp kulakları büyük diye ağlayan bir genç kız figürü var. Koca Netflix meğer Yeşilçam olmuş. Gençlerin kırılganlığına dair belli ki bir damar görülmüş, yakalanmaya çalışılmış.
Peki YouTube Çocuk (YouTube for Kids) algoritmalarından dert yananlar, acaba Disney ve Hollywood için ne derler? Orta sınıf, beyaz Amerikan ailesi ve temsil ettiklerine bir şey demeden, politik sorunları teknolojik bağımlılık ve birkaç teknoloji üreticisinin raydan çıkan tasarımlarıyla açıklamak, iki yüzlü bir liberalizm olarak görünüyor. Hakikaten büyük teknoloji ile derdiniz varsa, sadece gözetim kapitalizmiyle değil, kapitalizmin kendisiyle de derdiniz olmalı. Nihayetinde dijital kapitalizmin havalı teknolojilerinin Kongo’ya, Çin’e, Hindistan’a uzanan maddi bağlantıları var. Mesela belgeselde, isim verilmeden Uber’den bahsediliyor. Bir dokunuşla ayağınıza gelen aracın sizi istediğiniz yere götürmesi “sihir” olarak tanımlanıyor. Bu sihir falan değil. Daha çok sömürülen Uber şoförleri var, bunların önemli bir kısmı da sömürüldüğü yetmezmiş gibi ırkçılıkla mücadele eden göçmenler. Ancak belgeselde yoklar! Zira belgesel, Süperman edalı beyaz erkeklerin bizi aydınlatmalarından ibaret.
Sizin de bahsettiğiniz gibi, aşırı sağın yükselişini de algoritmalarla açıklıyor belgesel. Madem öyle 1990’larda yükselen aşırı sağ neydi? Teknolojiyi başat aktör yaptığımızda, aşırı sağın veya faşist hareketlerin yükselişinin kurumsallaşmış ırkçılıkla, baskıcı erkeklikle, refah devletinin çöküşüyle ilişkisini göremiyoruz. Belgeselde eski sevgilisi yeni birisiyle çıkınca kendini kötü hissedip sosyal medya diyetini bozup radikalleşen bir ergen erkekle karşılaşıyoruz. Fena! İş kişiselleştirilince, şu gözden kaçıyor: Irk üstünlükçü ideolojiler, takipçilerine iktidar verir. Bu hareketlere katılanlar, bir grup irrasyonel insan yahut algoritmaların yanılttığı sapkınlar değiller. Kadınlardan, beyaz olmayanlardan, eşcinsellerden, göçmenlerden, Müslümanlardan vs. nefret ediyorlar çünkü ayrıcalıklarını onlarla paylaşmak istemiyorlar.
Kapitalizm eleştirisi örtük bir şekilde regülasyon üzerinden belgeselin sonunda geliyor. Ama yine tam o sırada, insani teknolojiler söylemine dönülüyor ve Silikon Vadisi’nin bu şiarla kurulduğu gibi bir yalana sarılınıyor. Hayır, öyle değil! Soğuk Savaş, göçmen emeği ve çevre felaketi var Silikon Vadisi’nin geçmişinde.
Aslında belgeselde enteresan bir çelişki de var. Piyasa mantığını ve bireyciliği bu kadar içselleştirmiş tasarımcılar, “dünyayı nasıl daha iyi bir yer haline getirebiliriz?” sorusunu büyük bir kolektif arzuyla sormaya devam ediyorlar. “Biz” kimiz? Çözüme dair kamusal tartışma yapılması gerektiği noktasında haklılar ama o tartışma nedense yüksek eğitimli beyaz erkeklerin dışına çıkamıyor.
Son olarak, adı konmasa da belgeselin derdi etik tasarım, adil tasarım, etik yapay zekâ, etik algoritmalar ile kaosu düzeltmek. Bunlara ihtiyaç da var. Ancak teknolojinin tanımını genişletip otoyolları ve mesela şehirleri de buraya katacak olursak, ortaya bir soru çıkıyor. Eğer derdimiz toplumsal değişim ise, birbiri ardında benzer videolarla radikalleşen gençlerle kendinden başkasını dinlemeyen kutuplaşmış seçmenlerin neden toplumsal hayatta da karşılaşmadığını sorgulamalıyız. Neden vatandaşlar kamusal alanda farklı etnisite ve sınıflardan insanlarla bir araya gelemiyor? Şeffaf ve etik algoritmalar, sorunu kendi başına çözemez çünkü mesele, teknoloji şirketlerinde çalışanların vicdanının ve ‘teknik’ bir sorun olmanın ötesinde. Toplumsal ve politik bir problem var. Bunun çözümü sadece tekniğe ve etiğe sıkıştırılamaz. Belgeselin temel sorunu bu. Siyaset uzun zamandır sıkışmış durumda. Kuzey Amerikalı teknoloji tasarımcıları ve liberal akademisyenler çoğunlukla yalan habere, Trump’a, Brexit ve algoritmalara takmış durumdalar. Oysa liberal demokrasinin problemi (eşitsizlik, ırkçılık, cinsiyetçilik ve başka bir sürü problem üretmesi) bunlardan çok daha derinde.
Emre: Belgesel klişe bir sözü aktarıyor: “Bir ürüne para vermiyorsanız, ürün sizsiniz”. Aslında bu, Marksist iletişim bilimci Dallas Smythe’nin 1970’lerde televizyon üzerinden geliştirdiği bir görüş. Genel olarak, izleyiciler de televizyon kanallarına para vermiyor, birçok içeriği bedelsiz tüketiyordu. Ancak kanallar izleyici kitlesini bir meta olarak reklamverenlere satıyor, bu da televizyonun ekonomik işleyişini açıklıyordu. Oysa sosyal medyada işleyiş farklı. Televizyon kanalları için içerik üretimini, bu alanda uzmanlaşmış, kültür işçileri yapıyor. Sosyal medya platformlarında, kullanıcıların bu platformlara yönelmesini sağlayacak içerikleri bizzat kullanıcılar kendileri üretiyor. Burada üretketici (üretici+tüketici; prosumer) kavramı devreye giriyor.
Christian Fuchs, Sosyal Medya: Eleştirel Bir Giriş isimli kitabında, sosyal medya platformlarının kullanıcılarının emeğini sömürerek kâr elde ettiğini söylüyor. Buna karşın, yine Marksist cenahtan, bu platformların ekonomik işleyişinde bir artık değer üretiminin söz konusu olmadığı, artık değeri sadece bu platformlarda çalışan insanların ürettiği, kazanılan devasa paraların kaynağının rantta olduğu ileri sürülüyor. Ursula Huws Küresel Dijital Ekonomide Emek adlı kitabında bu platformların var olan değerlerini, mekânsal olarak düşünmemiz gerektiğini, şehrin en önemli ve çekici noktasında yer kapan reklam panoları gibi, bu şirketlerin de, mülksüzleştirmenin de katkısıyla, en avantajlı kesimleri kaptıklarını söylüyor ve bu durumun rantsal değerine vurgu yapıyor. Siz sosyal medya platformlarının ekonomik işleyişini nasıl açıklıyorsunuz? Hangi kavramlar bu karmaşık yeni dijital ekonomiyi anlamamıza yardımcı olabilir? Burada gerçekten sömürülen kim?
Ergin: Önemli ve zor bir soru. Instagram’da paylaşım yapan birisi ‘çalışıyor’ mu? Onun sömürüldüğünden bahsedebilir miyiz? Boş zamanımızda yaptığımız paylaşımlara artık genel olarak dijital emek ismi veriliyor. Bu alanda ciddi bir külliyat var. Sizin bahsettiğiniz isimlere ek olarak Trebor Scholz, Tiziana Terranova, Kylie Jarett gibi isimler önemli. Peki neye dijital emek diyeceğiz? Bedeli ödenmeyen sosyal medya paylaşımlarımıza mı? Yoksa Amazon Mechanical Turk gibi platformlarda bilgisayarların hâlâ kendi başına yapamadığı ve haliyle insan emeğine ihtiyaç duyulan ancak neredeyse bedavaya yapılan işlere mi?
Burada kısaca fikir tarihine girecek olursak, sizin de bahsettiğiniz gibi karşımıza Dallas Smythe çıkıyor. Smythe TV izleyicilerinin reklam izlerken çalıştığını söyleyerek, boş zamanın da değer üretimine dahil oluşuna dikkat çekmişti. Bu, 2000’li yıllarda Tiziana Terranova’nın “free labor” kavramı ile tekrar gündeme geldi. Bu makale Türkçeye de çevrildi. Video oyun şirketlerinin, oyuncular tarafından doğrudan değiştirilebilmesi için açık bıraktığı alanları düşünelim. Oyunseverler, bu alanları katılımcı medya kültürleri sayesinde aktif olarak kullanıyor ve mesela oyun karakterlerini dönüştürüp (modding) bedava bir emek ortaya koyuyorlar. Oyunseverler buna bayılıyor çünkü kendileri için ciddi bir yaratıcı alan açılmış durumda. Şirketler de mutlu zira bedavaya temellük edilebilecek bir emek var.
Fuchs gibi Marksist araştırmacılara eleştiriler şu yöndeydi: Sosyal medya üre-tüketicileri (prosumer = producer+consumer), Marksist emek değer teorisi açısından değerlendirilemez. Bunun yerine, yaptıkları duygulanımsal üretimin (affective production) ranta dönüştürülen ve reklamverenlere satılan bir müşterek alanı olarak görülmesi gerektiği dile getirildi. Burada bir tıkanma yaşanıyor. Sömürü var mı yok mu?
Sanırım gerek dijital emek gerek sömürü kavramlarını kullanırken bağlama dikkat etmek gerekiyor. Bir tekstil atölyesinde küfür kıyamet çalışmak zorunda kalan güvencesiz kadın işçinin sömürülmesiyle, gittiği tatil yerinden paylaşım yapan orta sınıf vatandaşın durumunu aynı şekilde tanımlamak mümkün mü? Sömürü nedir? Sermayenin zorla ya da özgür tercihe dayalı olarak, emeğin ürettiği artığa el koymasıdır. Kimse bize zorla Instagram’da paylaşım yaptırmıyor. Ancak tekstil atölyesinde yahut ofislerde çalışmak zorunda olan bir işçi sınıfı var. – Tabii liberal kuramdan bakacak olursak, aslında herkes işini seçmekte özgür…
Burada Mark Andrejevic’e dönmek kafa açıcı. Trebor Scholz’un derlediği Digital Labor: The Internet as Playground and Factory adlı kitaba katkısında Andrejevic şuna dikkat çekiyor: Sömürü denince akla tabii ki zor işler geliyor ama bu, sömürünün arzu ve zevk içeren ilişkileri içermeyeceği anlamına gelmez. Feminist araştırmacılar zaten yıllardır söyler bunu. Kylie Jarett Digital Housewife adlı çalışmasında, otonomist Marksistlere buradan eleştiri yöneltir ve mealen şöyle der: Sizin keşfettiğiniz kamusal-özel alan yahut iş-boş zaman ayrımlarının çökmesi durumu, kadınların tarihidir zaten.
Devam edecek olursak, örneğin, bir çevrimiçi toplulukta, çok sevdikleri müzik grubu yahut sinema yıldızı için içerik üreten gençlerin emeğinde de sömürüyü görebiliriz. Yaptıkları işten keyif almaları, ortada sömürü olmadığı anlamına gelmez. Generation Like adlı belgesel, Hunger Games ve daha başka örneklerle, influencer ekonomisini çok güzel anlatır.
Andrejevic bir de şunu der: Sömürü, sadece kârla değil, yabancılaşma ile de alakalıdır. Neden ve nasıl? İşçiler, sermaye ile ilişkilerinde, sadece parasal bir kayıp yaşamazlar, üretici kapasiteleri üzerindeki gücü de kaybederler. Andrejevic, işte tam da burada, adını koymadan rant meselesine giriyor. Bilgi paylaşımının yahut yeni yaratıcı alanların altyapısının özelleştirilmesinden bahseder. Dolayısıyla dijital medya, çok da yeni olmayan bir şeyi yeniden üretir. Üretken kaynakların özelleştirilmesi. Evet, tekstil atölyesindeki sömürünün görünen yüzü ile sosyal medya paylaşımlarının sonuçları arasında dağlar kadar fark var. Ancak iki örnek arasında sınıfsal ilişkiler ve sermaye birikimi açısından yapısal benzerlikler de mevcut. Bu kısmı bitirirken şunu vurgulamak isterim. Çalışmak zorundayız ama Facebook’a üye olmak zorunda değiliz. Ancak bunu bir kez daha düşünelim. Bu kadar dijitalleşmiş bir ekonomide ve pandemi koşullarında, dijital platformlara üye olup olmamak artık bir seçimin ötesinde. Sosyal medya kullanımının artık bir seçimden ziyade başka türlü bir zora dönüştüğünü görmek gerek.
Emre: Kullanımın bir zorunluluk halini alması vurgusu önemli. İnsanların doğal ihtiyacı ve temel bir hakkı olarak niteleyebileceğimiz iletişim, beş şirketin sultası altında mülksüzleştiriliyor. Üstelik bu şirketler, dünyada halihazırda var olan birçok ülkeden daha fazla servete ve etkiye sahip, Evgeny Morozov bunu hiper-modern bir feodalizm olarak adlandırıyor. Jodi Dean de, bu dev şirketlerin herhangi bir üretim aracına sahip olmadan bu düzeyde sermaye biriktirmelerini yeni bir feodalizm tipi olarak tanımlıyor. Bu platformların kullanıcıları da, şirketlerin su değirmenlerini (platformlar) kullanmaktan başka şansları olmayan serfler.
Ergin: Bu tartışmalar, son dönemde McKenzie Wark ve Jodi Dean üzerinden başka bir yere sıçradı. Wark, Capital is Dead: Is This Something Worse? adlı kitabında, artık bizim dijital pratiklerimizi de içine alan bir sınıftan, vektörel sınıftan bahseder. Basitçe söyleyecek olursak vektörel sınıf, sermayeden de beter bir şeydir çünkü hem üretim araçlarına hâkimdir hem de bizim dijital pratiklerimize hükmeder. Üstelik tanınmaz haldedir. Neye nasıl hükmettiğini bilemeyiz bile. Artık önemli olan vakit değil, dikkat ve dikkat üzerindeki kontrolün tekelleştirilmesidir. Jodi Dean de Neofeudalism: The End of Capitalism? başlıklı makalesinde, Zuckerberg ve Bezos gibi platform kapitalistlerinin, yeni lordlar olduğunu söylüyor. Biz kullanıcılar da köylüleriz. Google, Uber, Amazon gibi platformlar da yeni su değirmenleri. Söz konusu şirketler çok az işçi istihdam etmekle beraber, madencilik, lojistik, ulaşım ve daha pek çok başka sektörü dönüştürebiliyor. Şöyle diyor Dean: Sermaye birikimi, artık giderek daha az seviyede meta üretimi ve ücretli emek üzerinden gerçekleşiyor ve daha çok hizmetler, rant, lisanslama, ücretler ve katılım safsatası altında bedavaya yapılan işler üzerinden yürüyor. Söz konusu platformlar sadece veriye bağlı olarak iş yapmıyor. Kendileri de daha fazla data üretiyorlar ve bizzat parçası oldukları toplumsal bağlamı daha fazla dönüştürüyorlar. Airbnb ve Uber burada en uç örnekler. Herhangi bir üretim aracı olmadan iş yapan modeller. Eve de arabaya da biz sahibiz, bakımını biz üstleniyoruz. Firmalar için iş yapıyoruz. Evimiz ve arabamız yaşamak için değil, lordların platformunun sermaye biriktirmesi için bir araca dönüşüyor. Dean köylüleşme ve neofeodalleşme diye tam da buna, yani üretim aracına sahipken (ev ve araba bizim ya!) platform sahibinin sermayesini artıracak işler yapmamıza “köylüleşme” ve neofeodalleşme adını veriyor. Dean, feodal ilişkiler kapitalizmde nasıl devam ettiyse, kapitalist üretim ve sömürü ilişkileri de neofeodalizmde devam edecektir derken ekliyor: borç ve rant, sermaye birikiminde kâra göre daha merkezi konumda.
Başta da dediğim gibi, hakikaten zor bir soru. Wark ve Dean gibi isimlerin, Kuzey Amerika temelinde yazdıklarını unutmayalım. Sonuçta, bu lordların kârlarının geldiği bazı fabrikalar var ki dijital medya çalışmalarında en görünmez noktalardan birisi de burası. Jack Qiu (Goodbye iSlave: A Manifesto for Digital Abolition kitabı örneğin) ve daha başka birkaç yazar dışında, dijital kapitalizmin Kuzey Amerika dışındaki hikâyesini hem sömürü hem de direniş perspektifinden ele alan yazarları es geçmemek lazım. Mesele sadece algoritmalardan veya yapay zekâdan ibaret değil. Üretilen içeriği düzenleyen, neyin nefret dili olup olmadığına karar veren (content moderators) ve korkunç koşullarda çalıştırılan (Sarah Roberts’ın Behind the Screen: Content Moderation in the Shadows of Social Media kitabı önemli bir çalışmadır) işçiler de var. Siz ne dersiniz bütün bunlara?
Emre: İster feodal bir tarzda olsun, isterse kullanıcı emeği sömürüsü olarak açıklansın, bir avuç sermayedarın milyarlarca insanı işe koşarak, onların emekleri üzerinden yükselen yeni bir ekonomik model ortaya koyduğunu kabul etmeliyiz. Facebook kullanıcıları artı değer üretmese de, bu nedenle klasik sömürü modeline tam uymasa da, bu platformları Taksim Meydanı’nın en güzel yerine dikilmiş reklam panolarına benzetmek de tabloyu tam olarak yansıtmıyor sanırım. Çünkü insanlar işe giderken bu panoları görmekle kalmıyor, bizzat onları inşa ediyor.
Ancak Fuchs ve Nick Dyer Witheford gibi isimlerin, sanallık arkasındaki sömürüyü açığa çıkartma çabaları değerli. Yani, dijital emek sadece sosyal medya kullanıcılarını ya da bahsi geçen şirketlerde çalışanları kapsamıyor. Akıllı telefonların üretiminde kullanılan madenleri çıkaran işçilerden, Uber sürücülerine, kuryelere, kargo çalışanlarına kadar işçi sınıfının ciddi bir kesimi dijital ekonominin sınırları içerisinde çalışıyor. Türkiye’de Trendyol, Hepsiburada gibi şirketlerin iş hacminin ne düzeye geldiğini, kargo çalışanlarının mesailerinin büyük bir kısmını bu şirketler için harcadığını düşünelim. Sanal vitrinlerin arkasında ciddi bir emek yoğun süreç var. Terranova şöyle diyor:
“internet gerçekdışı, boş bir uzam olmaktan çok uzaktır, baştan aşağı kültürel ve teknik emekle, bütünüyle ağ toplumunun akışına tamamen içkin olan devamlı bir değer üretimiyle hayat bulur.”
Sanırım yapmamız gereken, yeni medya teknolojilerinin fiziksel yapısını görünür kılmak, onun üzerinde yükseldiği insan emeğini açığa çıkartmak ve dijital teknolojilerin neoliberal sisteme sunduğu, iş ve yaşamın sınırlarının tamamen silindiği, yeni çalışma modeline emeğin yeni örgütlenme modelleriyle karşılık vermek. Başa dönersek Social Dilemma, tam da buraya kadar anlattıklarımızın üzerini örtüyor. Sorunun temel kaynağını gizleyerek, aslında sektörü ve internetin kapitalist geleceğini kurtarmaya soyunuyor. Evet, ürün de biziz, müşteri de, üretici de, tüketici de. Bir tek, özne olmadığımız kesin. Bunun da bu düzende bir yolu yok gibi.
Ergin: Kesinlikle. Ancak dijital kapitalizme karşı farklı örgütlenmeler de var. Platform kooperatifleri kuruluyor. Oyun üreticilerinin artık sendikası var. Dolayısıyla dijital kapitalizm, muhalefet etmenin imkânlarını yok edemiyor çünkü vurguladığınız gibi insanlar hayatlarının ve emek süreçlerinin asli öznesi olmaktan vazgeçmiyor.
•
DEĞİNİLEN KİTAPLAR: