Eric-Emmanuel Schmitt: Benim için her kitap bir seyahat ve bir macera. İnsanî gerçekliğin bir boyutunu araştırmak, bir boyutunu görmek için bir seyahat benim için kaleme aldığım her kitap
13 Aralık 2018 14:07
Belçikalı dünyaca ünlü roman ve oyun yazarı, yönetmen Eric-Emmanuel Schmitt, Notre Dame de Sion Lisesi tarafından, her yıl verilen NDS Liseliler Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Yazara bu ödülü getiren Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu, Çin’in Yunhai kasabasında tuvalet bekçiliği yapan yaşlı ve bilge Bayan Ming ile Fransız bir iş adamı arasında geçen ilginç hikâyeyi anlatıyor…
Hem ödülünü almak hem de liseli okurlarıyla buluşmak üzerine İstanbul’a gelen yazarla kendisine ödülü getiren Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu isimli romanını, Çin’deki türlü eşitsizlikleri ve yazarlık hayatını konuştuk. Romanlarında kurgusal hikâyelerle felsefe yaptığını belirten yazar, “Düşündüğüm şeyleri söylemek için değil, ne düşündüğümü keşfetmek için yazıyorum” diyor.
Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu, bir sistem eleştirisi öyküsü. Çin’in politik, inançsal ve toplumsal yaşam açısından birçok özelliğini masaya yatırıyorsunuz bu romanla…
Benim bu romanda temelde eleştirdiğim aslında totaliter bir dünya. Örneğin, Çin’de biliyorsunuz ki, tek çocuk yasası var. Yani ailelerin tek çocuk yapmalarına izin veriliyor. Böyle bir yasa çıkararak bir aile ortamına müdahale etmek, bunun bir devamı olarak kadın ile erkek arasındaki ilişkiye müdahale etmek, bu kitaptaki eleştirilerimin temelini oluşturuyor. Zorunlu kürtaj dehşet verici bir yaptırım, zira bu yaptırım bir şiddet boyutu içeriyor.
Sadece bu değil, örneğin romanda, Bayan Ming’in kadınlar tuvaletini değil de erkekler tuvaletini temizlemeyi bir prestij olarak gösterdiğini görüyoruz.
Aslında Çin, kadın-erkek eşitliğini düzenlediğini sanıyordu; ama durum böyle değil. İşin aslı, çok büyük ve insanı çarpan bir maçoluk var bugün Çin’de. Erkek, toplumun ve yaşamın temelini oluşturan güç, kadınsa ona hizmet eden bir statüde hemen her alanda. Erkeklik o kadar kutsanıyor ki, örneğin on yıllar boyunca eğer ilk doğan çocuk kızsa, insanlar o çocuklarını öldürüyorlardı ve böylece bir sonraki çocuğun erkek olmasıyla süren erkek düzenini muhafaza ediyorlardı.
Bu kitapta belli bir sistem eleştirisinin yanı sıra, uzun yıllar bastırılmış Konfüçyüsçülük’ü de, Bayan Ming’in 10 çocuğuyla ilgili anlattığı hikâyeleri üzerinden dünyanın her yerinde okurlar da öğreniyor.
Mao’nun Kültürel Devrim’i 1950’lerde Konfüçyüsçülük’ü ortadan kaldırmayı hedefledi. Ama bence Çin Seddi’nden daha sağlam bir kale aslında Konfüçyüsçülük. İnsanlar sanki Mao’ya yakınmış gibi göründüler; ama aslında kendi içlerinde Konfüçyüs’e olan inançlarını devam ettirdiler. Ve bugün Çin’de hâlâ Konfüçyüs’ün düşünce sistemi mevcut. Dolayısıyla dünün Çin’i ile bugünün Çin’i Konfüçyüsçülük’te buluşuyorlar. Ve ben bunu dünyaya anlatıyorum.
Roman, Çin’deki toplumsal düzenle ilgili de önemli bilgiler veriyor. Bu hikâye için nasıl bir ön çalışma yaptınız?
Ben Çin’de sadece Hong Kong’u biliyorum ve Hong Kong da aslında tasvir ettiğim Çin’i pek yansıtmıyor. Bu kitabı yazmaya başlamadan önce, Belçika’daki çok önemli bir Çin uzmanından bilgiler aldım. Sadece o değil, Çin bilgisi ve deneyimi olan birçok insanla olan temasım, bu romandaki bilgilerin temelini oluşturdu. Bir de Çin’le ilgili çok sayıda kaynak okudum. Maalesef Çin’e hiç gitmedim.
Şimdiye kadar yazdığınız hemen her romanda derdi olan hikâyeler anlattınız...
Ben tüm yazarlık hayatımda belli bir mânâ üreten metinler kaleme almaya özen gösteriyorum. Hatta yazdığım kitaplar birçok lisede “felsefî hikâyeler” başlığı altında okutuluyor, kitaplarımın üzerinde bu başlık altında çalışılıyor. Bu da benim bir romanı yazmaya başlamadan önce, finalinde ulaşmak istediğim sonuç. Yani özetle, derdi olan hikâyeleri, üzerinde düşünerek ve okuru da düşünmeye yönlendirmeyi amaçlayarak kaleme alıyorum. Üniversite eğitimimi de felsefe üzerine aldım ayrıca. Mesleğimi felsefe kitapları yazarak değil, kurgu hikâyelerde bir nevi felsefe yaparak icra etmiş oluyorum.
Bir söyleşinizde kitaplarınızı birçok farklı fikri barındıran renk cümbüşü olarak tanımlıyorsunuz.
Evet. Benim için her kitap bir seyahat ve bir macera. İnsanî gerçekliğin bir boyutunu araştırmak, bir boyutunu görmek için bir seyahat benim için kaleme aldığım her kitap. Aslında ben düşündüğüm şeyleri söylemek için değil, ne düşündüğümü keşfetmek için yazıyorum. Dolayısıyla kitaplarım benim için gerçekliği ifade etmeme, gerçekliğe yaklaşmama ve onu belli bir nüansla temsil etmeme yardımcı olan birer aracı.
Bir yazar, bir romancı olarak, kişinin kendine karşı sorumlulukları nelerdir? Ve okura karşı sorumlulukları var mıdır, nelerdir?
Tabii ki yazarın okuyucularına karşı bir sorumluluğu var. Ben kendim için yazmıyorum, okurlar için yazıyorum. Dolayısıyla okurumu insanlık içinde bir yolculuğa çıkartıyorum, düşünmeye teşvik ediyorum. Eğer bunu teşvik edemiyorsam, bunu provoke edemiyorsam, o zaman başarısızım demektir. Bir yazar olarak kendime karşı da okurlarıma karşı da en temel sorumluluğum budur.
Peki, iyi bir romanı nasıl tanımlarsınız bir yazar ve okur olarak?
İyi bir roman, bana yeni düşünceler ve heyecanlar kazandırmalı. Ve o kitap olmadan bu düşünceler ve heyecanlar olmamış olmalı. Dolayısıyla beni zenginleştiren bir kitap olması lazım, bir romana “iyi” diyebilmem için.
NDS Edebiyat Ödülü’ne bu yıl siz layık görüldünüz. Ödüller sizin hayatınızda nasıl bir yere, öneme sahip?
Her şeyden önce ödüller, bir yazarın tanınırlığına katkıda bulunduğu için oldukça önemli. Böylece ödül törenlerinde yazar okurlarla, izleyicilerle bir araya gelme imkânı da buluyor. Ve ödül özellikle de genç bir jüriden gelmişse, ben ona daha duyarlıyım, daha hassas davranıyorum. Bu hem bana güven hem de geleceğe güven için iyimserlik veriyor. Dolayısıyla yetişkin, daha yaşça büyük bir okuyucu kitlesinin beni seçmesinden daha çok heyecanlandığım şey, genç okurun beni ödüle layık bulmasıdır.