Dünya hızla değişiyor. Sadece hayatta kalabilmek için bile olsa, erkeklik tanımı değişmek zorunda...
01 Mart 2018 15:32
Geleneksel erkekliğin yıkıcı biçimlerini artık erkeklerin kendileri bile taşıyamaz oldular. Bütün dünyada, çok uzun zamandır var olan bir “erkeklik krizi” söz konusu, bunu söylemek bile eskidi artık, “erkeklik krizde” demek yetmiyor, erkeklik değişmek zorunda.
İngiliz travesti sanatçı Grayson Perry’nin yazdığı, manifesto niteliğindeki The Descent of Man (Erkeğin İnişi) kitabını okurken (Penguin Books, 2017), bu konuda âdeta gecikmiş olduğumuzu hissettim. Tartışmaya bir an önce başlasak, dedim içimden, durum o kadar acil.
Perry’ye göre, daha iyi bir dünya yaratmak için, erkekliği incelemek ve sorgulamak zorundayız. Hele bir ülke ne kadar fakirse ve az gelişmişse, ne kadar az eğitimliyse, erkekliğin o kadar fazla modern dünyaya uyarlanması gerekiyor, çünkü o ülkeyi büyük olasılıkla erkeklik geride tutuyor. Perry böyle düşünüyor. Ben de aynı fikirdeyim. Bütün dünyada işlenen suçlara bakın, çıkartılan savaşlara bakın, ekonomilerin felaket düzeyinde çarpıtılmasına bakın, kadınların yolları nasıl kapatılıyor ona bakın, diyor; hepsi zamanı geçmiş bir erkeklik anlayışı yüzünden, o kadarı kesin.
2003 yılında Turner Ödülü’nü alan, yapıtlarını çok sevdiğim bir sanatçı Grayson Perry. Heteroseksüel, evli, bir kız çocuğu sahibi; çocukluğundan beri kadın kılığına girmeyi seviyor, “Claire” adını verdiği bir kadın kimliği var, bu travesti kimliği de topluma bir şekilde kabul ettirebilmiş. Sıra dışı bir adam. Dayak atan, şiddet dolu bir üvey babayla büyümüş. Öfkesinden kurtulmak için otuzlu yaşlarını tamamen psikoterapiye adamış. Çocukluğunda ona dayatılan erkeklik rolünün klasik cenderelerinden kaçmaya çalışmış, kaçamadıklarını da kendisine göre uyarlamaya çalışmış birisi. Yani ne söylediğini gayet iyi biliyor.
Perry’ye göre, “haydut erkeklik” diye bir şey var. Dünyayı tehdit eden bir numaralı sorun olmaya aday. Toplumu zehirliyor. Cinsiyet konusunu bugüne kadar daha çok kadınlar, kadın hakları eylemcileri, feministler gündeme getiriyordu, çünkü en çok onlar olumsuz sonuçlarına katlanıyordu. Peki, diye soruyor Perry, ya geleneksel erkekliğin kurbanlarından yarısı erkekse, ne olacak? Hâlâ, dokunmayın bu düzene, böyle gelmiş böyle gider mi diyeceğiz?
Ya erkekler, egemen olacağız, bizim dediğimiz olacak derken, insan olmanın en önemli kısımlarını kaçırıyorlarsa? Hele akıl sağlığı açısından böyleyse, erkeklerin mutlu oldukları gerçekten iddia edilebilir mi?
Perry, bu soruların yanı sıra, insanı irkilten birkaç istatistik sıralıyor: İngiltere’de 49 yaşın altındaki erkeklerde bir numaralı ölüm sebebi intihar. Dünya geneline bakınca, erkeklerde kadınlara kıyasla iki katı daha fazla intihar vakası görülüyor; gelişmiş ülkelerde bu oran üç katına çıkıyor, bazı Doğu Avrupa ülkelerinde altı katı oranda.
Dünya hızla değişiyor ve geleneksel erkeklik tanımları, buna uygun beklentiler, gerçeklikte karşılığını giderek daha az buluyorsa, sonuç belli: Sadece hayatta kalabilmek için bile olsa, erkeklik tanımı değişmek zorunda.
Sanki, diyor Perry, “Erkeklik Dairesi” diye bir müdürlük yahut bakanlık var, bunun şubeleri var, her şubenin bir patronu var ve bütün erkeklerin bilinçaltına çeşitli komutlar ve talimatlar gönderiyor; eğer bunun farkında değilsen, emrindesin.
Kız gibi davranma, duygularını gösterme, kendine yeterli ol, başarı kazan, sıralamada öne geç, sert ve güvenli ol, rekabete giriş, alanını savun, cesur ol, saldırgan ol, gerekirse şiddete başvur, mutlaka güç ve iktidar sahibi ol, Erkeklik Dairesi’nin komutları böylece sıralanıp gidiyor.
Kitabın bir yerinde, bir başka yazara gönderme yapmış. David Buchbinder’in Erkekleri ve Erkeklikleri İncelemek adlı kitabından bir alıntı yapıyor. Buchbinder’a göre, penis sahibi olmak, âdeta piyango biletine sahip olmak gibi, büyük ikramiye kazanma beklentisi var. Hatta, diye ilave ediyor Perry, büyük ikramiye çıkmasa bile, sözde küçük amortiler, ufak teselli armağanları söz konusu.
Hâlbuki, diye devam ediyor, erkeklerin çoğu herhalde farkında değil, aslında büyük ikramiye erkeklerin çok küçük bir azınlığına çıkıyor, kalan hepimiz bu sistem tarafından eziliyoruz. Kadın veya erkek, hepimize sahte bir rüya satılıyor. Erkeklerin çoğu da zaten bu yüzden öfkeli, bu yüzden şiddete başvuruyor, bu yüzden gencecik adamlar okullara dalıp etrafa rastgele ateş açıyorlar, bu yüzden Donald Trump gibi politikacılar oy kazanıyor.
“Erkeklik Dairesi”nden gelen bu “egemen ol, etrafına gösteriş yap, kendini üstün hisset” komutları, Perry’ye göre, Aydınlanma Çağı’ndan beri insanlığın inandığı “hepimiz eşitiz” ilkesine tamamen aykırı düşüyor ve dünya bu eşitliğe doğru her adım attığında, geleneksel erkeklik tanımına inatla bağlı kalan erkekler aynı zamanda çağdışı kalmak tehlikesiyle de karşılaşıyorlar.
Bu çelişki, günümüzde erkekliğin istikrarsız olmasına yol açıyor, Perry’ye göre. Zamanı geçmiş erkeklik tanımı sallantıda. “Ama erkeklerin yeniliği kabul etmeleri için” diyor Perry, “bu değişimden kazanacakları bir şey olduğunu düşünmeleri lazım.”
Çünkü, mevcut gidişatta, artan bir mahrumiyet duygusu ve eski egemenliği kaybetme korkusu var. Erkekliği, modası geçti diye bir kenara fırlatamayız, yeni ve yaratıcı yollar bulmalıyız, şu huzursuz erkeklik enerjisini daha iyi yollara yöneltmek için!
Kaba güce eskisi kadar ihtiyacımız yok, evrim belki de bizi yeni bir yere götürüyor, üstelik erkekler sadece daha eşit ve hakkaniyetli bir toplum için değil, kendi akıl sağlıkları ve hayatta kalma şansları için de değişmek zorundalar.
“Erkeklik erkeklerin mutlu ve tatmin olmasını engelliyor.” Grayson Perry’nin asıl teması bu.
Kitaba “The Descent of Man” adını vermekle, birkaç katmanda gönderme ve kelime oyunu yapmış olabilir. The New York Times’da Mayıs 2017’de bir eleştiri yazan Dwight Garner, kitaba bu adın verilmesini, Charles Darwin’in The Descent of Man (Türkçesi “İnsanın Türeyişi”) kitabına gönderme olarak yorumlamış.
Tabii, “descent” kelimesi Darwin için “soyağacı” anlamına da geliyor, dolayısıyla kitabın başlığını Türkçeye “İnsanın Soyağacı” diye çevirmek belki daha doğru olurdu.
“Man” –“erkek” kelimesi on dokuzuncu yüzyılda hâlâ “insan,” yani insanlığın geneli anlamında kullanılıyordu. Darwin’in bu son kitabı, aynı zamanda en tepki çeken kitabı, çünkü maymunları doğrudan insanların soyağacına yerleştirdiği gibi, çiftleşme için rekabet eden erkekler arasında dişilerin yaptığı seçimin insan soyunda farklı ırkları yarattığını öne sürüyor, ki bu o dönem için hayli tartışmalı bir önerme.
Grayson Perry kitabına bu adı verirken, bu çağrışımları ne kadar düşündü bilmiyorum, çünkü metinde ben böyle bir göndermeye rastlamadım. Sadece, evrimin artık yeni bir erkeklik yaratması gerektiğini, hatta yaratmakta olduğunu öne sürdüğüne göre, Darwin’e gönderme yapmış olması akla yatkın.
Fakat bana kitabın adında bir başka kelime oyunu daha olabilir gibi geldi. Jacob Bronowski’nin ünlü televizyon dizisi ve kitabı İnsanın Yükselişi (The Ascent of Man) adını taşıyordu. Bronowski insan soyunun bilim yoluyla yükselişini anlatıyordu ama 1970’lerde bile insan hâlâ erkek demekti, dolayısıyla Bronowski’nin kitap başlığında “Erkeğin Yükselişi” anlamına gelebilecek bir çağrışım da vardı.
Bugün ise Grayson Perry’nin kitabına baktığımda, “descent” kelimesi sadece “türeyiş” yahut “soyağacı” anlamlarıyla değil, aynı zamanda “iniş” anlamıyla da dikkatimi çekti. Kitap başlığının bir anlamı da “Erkeğin İnişi” olarak yorumlanabilir, çünkü Grayson Perry bu kitapta, geleneksel açıdan tanımlanan erkekliğin inişi, aslında insanlığın topyekûn yükselişi olacaktır şeklinde bir argüman da öne sürüyor. Perry’ye göre, eski moda erkeklik “tahtından” indikçe, kadın-erkek bütün insanlık yeniden yükselecek.
Erkeklerin çoğuna da bir “iniş” yahut iktidar kaybı gibi gözüken bu yeni, eşitlikçi insanlık evrimine “biz erkekler nasıl uyum sağlayacağız?” - Perry’nin kitabı bu soruya bir cevap arayışı.
21. yüzyılda uygar ve çekici bir erkek olmak için feminist olmak şart, Perry’ye göre.
Hâlbuki feminizm, kadın hakları, göçmen ve azınlık hakları, çok kültürlülük, eşcinseller hareketi, bütün bunları ortalama erkekler tehdit olarak algılıyorlar, Perry buna karşı da büyük bir tepki dalgasının oluştuğunu hatırlatıyor.
Ekonomik veya politik açıdan “dışarıda bırakılmış” hisseden, çoğunlukla da beyaz, işçi sınıfı ve orta sınıf erkekler, büyük bir karşı-hareket içindeler. Eşitlik talepleri onların en temel kimlik merkezlerini tehdit ediyormuş gibi, feminizme ve eşitliğe karşı tepki hâlindeler, savunmadalar, hatta neredeyse saldırıya geçtiler. Toplumun temel haksızlıklarıyla mücadele edip, yeniliğe uyum sağlamak yerine, kadınları günah keçisi gösteren bir erkeklik reaksiyonu var. Perry bunu insanlık için büyük bir tehlike olarak görüyor. Biz erkekler değişebiliriz, değişmeliyiz diyor.
Bunun çok kolay olmadığının da tamamen farkında.
Erkeklerin değişmesinin zor olmasında en büyük etken, yüzyıllardır büründükleri toplumsal görünmezlik kalkanı. Yani ataerkil düzendeki erkek egemenliği öyle kanıksanmış, o kadar yaygın ve normalleştirilmiş ki, doğal düzen buymuş gibi görünmez hâle gelebiliyor.
Erkeklik ideolojisi toplumun dokusuna işlemiş, sanki sağduyu bu düzeni emrediyor gibi bir durum oluşmuş. Erkek egemenliği, âdeta yerçekimi yasası gibi kendiliğinden bir şey hâline dönüşmüş. Erkekler açısından kendi egemenlikleri, hayatın doğal bir parçası, kendilerine eleştirel bakmayı beceremiyorlar. Grayson Perry kitabında bu durumu “Balık denizi nasıl tarif etsin” başlığını verdiği bir bölümde ele alıyor.
Bu bağlamda, kitaptaki en ilginç teorik göndermeyi yapmış. Roland Barthes’ın “exnomination” adını verdiği, kendini “isimsizleştirme” yahut “görünmez kılma” düşüncesini örnek gösteriyor.
Barthes’a göre, burjuvazi sınıfı kendisini “burjuvazi” diye tanımlamaz, böylece kendi varlığını ve kimliğini gizleyerek, burjuva ideolojisini görünmez kılar, yani doğal düzen buymuş izlenimi yaratır, örneğin kendisini “ulus” ile özdeş gösterir, çıkarlarını ve hegemonyasını kaybetmemek için.
Barthes’ın Çağdaş Söylenler kitabında öne sürdüğü bu tanım, Grayson Perry’ye göre aynen erkeklik ideolojisi için de geçerli, erkek hegemonyası da kendisini böyle bir “görünmezleştirme” yoluyla “doğallaştırıyor.” Mizahla söyleyecek olursak, Star Trek dizisinde Enterprise uzay gemisinin “görünmezlik kalkanı” takınması gibi bir şey.
Kadın hareketi ve eşitlik mücadelesi de tabii bu görünmezlik kalkanını yırttığı için, ataerkil düzeni ve erkek ideolojisini tam tersine açıkça görünür kılıyor, bu yüzden baş düşman ve hedef olarak gösteriliyor. Ataerkil düzen, egemenliğinin sarsıldığını hissettikçe, erkekler kendilerini kurban rolünde göstermekten bile çekinmiyor, ezdikleri kesimlerden bile daha kötü duruma düştüklerini iddia edebiliyorlar!
Erkeklik dediğimiz öznellik hem egemenlik hem de görünmezlik kalkanıyla korunur hâldeyken, erkeklerin çoğu da elbette toplumdaki her sorunu “başkalarına” yüklemek gibi kolay bir yolu seçiyor, kendi ayrıcalıkları sorgulanmasın diye kadın-erkek eşitliği gibi konuları konuşmaya dahi yanaşmıyorlar.
Grayson Perry, ataerkil düzenin ve erkekliğin ayrıcalıklarının artık gezegeni tehdit edecek boyutta olduğu görüşünde. Ayrıca, erkekliğin krizde olması da yeni bir şey değil ona göre. Tarihe bakılınca, erkeklik her büyük değişim sırasında bocalayıp yalpalamış, safları gerilemiş, ama her seferinde hegemonyasını yeniden kurmayı başarmış. Tıpkı burjuvazi gibi.
Sanayi Devrimi ile işgücü büyük şehirlere akın edip, işçi sınıfı doğduğu zaman, işçi hakları mücadelesi daha çok erkeklerin işlerini, ücretlerini, haklarını korumak için yapılmış mesela.
Makineleşmeyle birlikte kol gücünün azalmasına karşı, gene erkeklerin zayıf duruma düşmesi mesele olmuş. Sanayi sonrası dönemde, birçok ağır sanayi yahut maden ocağı kapatılınca, teknoloji ve otomasyon yaygınlaştıkça, bir kez daha erkeklerin işsiz kalması, dışarıda bırakılması, kenara itilmesi en büyük toplumsal sorun olarak ele alınmış.
Birinci Dünya Savaşı’nın vahşetiyle, bombardıman şoku yaşayan, büyük travmalarla yüzleşen erkeklerin önceden iddia edildiği kadar güçlü, dirençli yahut duyarsız olmadıkları meydana çıkınca, erkeklik mitolojisi yeniden inşa edilmek zorunda kalmış. Erkekliğin sınırları sürekli bir oynaklık içinde.
Grayson Perry kitabında bu örnekleri sıraladıktan sonra, bir tek değişmez var bu hikâyede, diyor, o da erkekliğin her aşamada, uygarlıktaki her sosyal ve teknolojik ilerlemeye ters düşmesi! Dolayısıyla da erkeklik ideolojisinin daima geçmişe özlemle bakan, nostaljik, “ah nerede erkekliğin sorgulanmaz olduğu eski günler” hayıflanması içinde bir ideoloji olduğunu ileri sürüyor, ki bence de haklı.
Kitabın bu tezlerini arada karikatür benzeri alaycı, komik çizgi resimlerle görüntülemiş.
Perry’nin kitabındaki bu mizah boyutu sanırım konuyu popülerleştirmek açısından çok başarıyla kullandığı bir strateji.
Kitabı Londra’da bir kitapçıda keşfettiğim sıralarda, geçtiğimiz yılın Kasım ayıydı, South Bank kültür merkezinde bir hafta sonu “Erkeklik Festivali” yapıldığını öğrenip hem çok şaşırdığımı hem de çok sevindiğimi hatırlıyorum. Meğer dört yıldır yapılıyormuş.
Erkeklerin deneyimlerini, kaygılarını paylaştıkları kamusal bir tartışma ve paylaşma platformu olması, bana uygarlığın zirvesi gibi göründü. Festivali başlatan kişi de bir kadın.
Daha önceki festivallerden birinde Grayson Perry’nin de konuşma yaptığını öğrenince, bu sefer şaşırmadım. “Erkekler, haklarınız için yerinize oturun!” adını vermiş o konuşmaya. Meramını mizahla anlatmayı seviyor. Erkeklik Festivali’ne katılan erkeklerin çoğu zaten meselenin zorluğunu mizahla yumuşatmaya çalışıyordu.
Bunlardan biri, İngiliz komedi oyuncusu Robert Webb. Nasıl Erkek Çocuk Olmamalı adlı bir kitap yazmış. Diğeri, Amerikalı siyah aktivist Kevin Powell. Onun da Bir Erkek Çocuğun Erkekliğe Yolculuğu adlı bir kitabı var. İkisinin de anlattıkları şaşırtıcı derecede birbirine benziyor.
Powell kendisine aynada çok acımasızca baktıktan sonra ancak erkeklik tanımını değiştirebildiğini söylüyor. Kamyon şoförü babası o daha bebekken evi terk etmiş. Son derece yıkıcı kadın imgeleriyle yetişmiş.
Yetiştiği Amerikan kenar mahallesinde ve okulda, kızları uygunsuzca ellemek, saldırgan davranmak, tecavüzü doğal görmek, farklı olan herkese kötü davranmak üzerine kurulu kültürü hiç kimsenin sorgulamadığı bir ortamda büyümüş.
Kız arkadaşını bir kapıya fırlattıktan sonra, terk edilince, kendisini sorgulamaya başlamış.
İçimde tuttuğum duyguları ifade etmeyi öğrendim, kadınları gerçekten dinlemeyi öğrendim, endişe ve düşmanlık dolu erkeklik hapishanesinden güçlükle ancak çıkabildim diye anlatıyor hikâyesini.
Biz erkekler iktidara bağımlıyız, güç ve iktidar bizleri yok ediyor, diye tamamlıyor sözlerini. Artık erkek olmak konusunda tartışmaya açık olduğunu, kendine bakmaktan korkmadığını söylüyor. Her davranışını, yeni bir erkeklik tanımına ne katkı yapıyorum sorusuyla değerlendirdiğini söylemesi, beni çok etkiledi.
İngiliz komedyen Robert Webb de, tıpkı Grayson Perry gibi, dayakçı bir babayla büyümüş. Beş yaşındayken annesiyle babası boşanmışlar.
Evlenip çocuk sahibi olduğu zaman, önceleri çocuklarla ilgilenmekten kaçarak, “ben ailemi geçindireyim, ekmek parası kazanayım” tavrına sığınmış. İçkiye başlamış. “Nasılsın, ne durumdasın” soruları en çok gururuma dokunan şeydi, sorunlarımla yüzleşemiyordum, bu da beni sevgi göstermekten alıkoyuyordu, yalnızlaştırıyordu, diye anlatıyor deneyimini.
Okulda kızları ve eşcinselleri küçümseyip aşağılamak baş kuraldı, diye hatırlıyor. Gençliğinde biseksüel olması bazı açılardan hayatını daha da zorlaştırmış. Şans eseri komediye ve oyunculuğa yönelmesinin onu erkeklik dünyasındaki rekabet ve üstünlük yarışından bir nebze koruduğunu düşünüyor.
Son olarak söylediği bir şey dikkat çekici. Basmakalıp cinsiyet rollerine karşı koyarak, cinsiyet konusunda tarafsız kalarak çocuk yetiştirmenin “fırtınada bahçe yapmak” kadar zor olduğunu söylüyor.
Londra’daki Erkeklik Festivali’nde birçok konuşmacının, ayrıca Grayson Perry’nin, bu konuda söz alan herkesin hemfikir olduğu bir konu bu: Çocuklarımızı farklı yetiştirmek, erkeklik mitolojisini ve yıkıcı erkeklik egemenliğini önlemekte belki de en önemli etken.
Perry kitabında kadın ve erkek diye tanımlanan cinsiyet rollerinin, biyolojik bazı ögeleri olsa bile, çoğunlukla öğrenilmiş, öğretilen şeyler olduğunu, cinsiyetin toplumsal bir rol, yani performans olduğunu ileri sürüyor.
Kitapta verdiği bazı sosyolojik örnekler çok ilginç. Mesela daha 20’nci yüzyılın başlarına kadar, pembe rengin erkek çocuklar, mavi rengin de kız çocuklar için uygun görüldüğünü ben bilmiyordum. Bu iki simgesel rengin cinsiyet rollerine göre yer değiştirmesi, 1950’ler Amerika’sında başlamış.
Bugün de kadınlara ve erkeklere, moda ürünleri gibi, erkeklik ve kadınlık imgeleri satıldığını söylüyor, ki bunu hepimiz gündelik hayatımızda, reklamlarda, her yerde görüyoruz zaten.
Ama cinsiyet rollerinin öğrenilmiş tarafı, gayet katı istatistikler hâlinde karşımızda duruyor bir yandan: İngiltere’de şiddete dayalı suçları %90 oranında erkekler işliyor, bütün suçların %75 faili erkekler, hapishane nüfusunun %95’ini erkekler oluşturuyor. Bu rakamların dünya genelinde pek büyük farklar göstermediğini tahmin etmek zor değil.
Şiddet ve öfke de öğrenilen şeyler. Kadınları küçümsemek de öyle. Erkek olarak üstünlük hissetmek de ilk başta anne ve babaların yarattığı örneklerle yer ediyor. Evdeki psikolojik yahut fizik şiddetle, savaşlar arasında bir ilişki var mutlaka.
Perry bu konuda Alice Miller’ın bir gözlemine yer veriyor: Dayakla, sert disiplinle ve itaat kültürüyle yetişen Almanların Hitler’e oy vermesinde şaşılacak bir yan yoktu.
Bu bağlamda, kitabın beni en çok etkileyen bir başka saptamasına geliyoruz: Erkeklere (ve tabii en çok da erkek çocuklara) duygularını ifade etmek için çok dar bir alan bırakılması.
Bir başka deyişle, erkeklerin karmaşık duygular yaşama yetenekleri olmadığı düşüncesi, erkeklerin ruh sağlığı açısından en zararlı önyargı, belki de en zehirleyici uygulama.
Erkek çocukların karmaşık duygulara hâkim olma ve duygu paylaşma imkânlarını daralttığımız ölçüde, uyum sağlama ve kendilerini güvende hissetme imkânlarını da yok ediyoruz. O zaman erkek çocuklar kendilerine saygı duymak için tek yol bulabiliyorlar, o da toplumsal ilişkilerde bir üstünlük sıralaması yaratmak, yani hiyerarşi ve otorite üzerinden ilişki kurmak. Zehir buradan başlıyor.
Yetişkin erkekler, erkeklik pusulasını değiştirmekte nasıl zorlanıyorlarsa, anne ve babalar da çocuklarına farklı örnekler yaratmakta, pembe ve mavi renklerin simgelediği basmakalıp rolleri sarsmakta o kadar zorlanıyorlar aslında.
Londra’daki Erkeklik Festivali’nde, erkeklerin baba olmak konusunda yaşadıkları zorlukların tartışıldığı çok sayıda panel vardı. Batı toplumlarında bu alanda erkeklere psikolojik destek veren grup çalışmaları giderek çoğalıyor.
Bu konuda ne kadar zorluk çekildiği, tek bir istatistikle belli. Batı toplumları yasal düzenlemeyle çok uygar bir uygulamaya geçerek, erkekler için de babalık izni sürelerini çoğalttıkları hâlde, bu haktan yararlanan erkeklerin oranı hâlâ ortalama %5 civarında seyrediyor.
Geçenlerde ebeveynlik ve çocuk yetiştirme konusunda çok daha çarpıcı bir örnek, rastlantı sonucu karşıma çıktı.
Mezun olduğum Amerikan üniversitesinin mezunlar dergisinde, 2005 mezunu bir yazar kadının makalesi benim için çok göz açıcıydı. Wellesley, Amerika’daki sayılı kadın üniversitelerinden birisi, bu açıdan feminizmin önemli bir kalesi sayılabilir, ama son yıllarda cinsiyet akışkanlığı tartışmaları arttıkça, erkekten kadına dönen veya kadınken erkek olmaya karar veren, bu yolun farklı aşamalarında olan öğrencileri de kabul eder oldu, ki öteden beri MIT ile kardeş üniversite olduğu için, kampüste erkek öğrencilerin varlığı da hep doğal bir şeydi.
Fakat Jordan Namerow’un “Feminist Bir Erkek Çocuğu Nasıl Yetiştirilir”[1] adlı makalesi, kadın ve erkek rollerinin kökten değişmekte olduğu bir dünyada, ebeveyn olmanın çelişkilerini çok güzel sergiliyor.
Namerow bir kadınla evli, iki anne tarafından yetiştirilen bir erkek çocuk söz konusu, en sevdiği bakıcısı ise erkeklikten dönerek cinsiyet değiştirmiş siyah bir kadın, o da Wellesley mezunu. Anneannesi doktora sahibi. Olabilecek en sıra dışı koşullarda yetişen bir çocuk ve gene de hayatta en sevdiği oyuncaklar, otomobiller.
Namerow soruyor: “Feminizm oğlumun cinsiyet algılamasını nasıl şekillendirecek? Dünyadaki yolunu çizerken, hem güçlü hem yumuşak başlı olmayı, hem konuşmayı hem dinlemeyi, hem saygılı olmayı hem protesto etmeyi nasıl dengeleyecek?”
Namerow oğlu için yarattığı ortamın, onun feminist bir erkek olarak yetişmesi için yeterli olacağını umuyor. Ama çevresine baktığı zaman, bambaşka bir dünya gördüğünü ve kaygılandığını da itiraf ediyor: Şiddetin ırkı, dini, sınıfı ya da milliyeti yok, ama cinsiyeti var, diyen Rebecca Solnit’in Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar kitabına gönderme yapmış ve şöyle devam ediyor:
“ABD’de her altı dakikada bir kadın tecavüze uğruyor. Amerikalı kadınlar arasında bir numaralı yaralanma sebebi erkek şiddeti. Ve gene ABD’de her gün en az üç kadın kocaları veya erkek arkadaşları tarafından öldürülüyor. Hollywood’dan ve Başkanlık Sarayı’ndan kadın düşmanlığı yayılıyor. Ve mahalledeki kahvede oğlumun kuvvetli bacaklarını gören bir yabancı, galiba futbolcu olacak diye sesleniyor, ben de cevap veriyorum: Belki dansçı olur!”
Elbette, erkek çocukların futbolcu mu dansçı mı olacakları konusunda seçme özgürlüğü olan bir dünya, hepimiz için daha iyi bir yer olacak. Namerow gibi ilerici kadınlar “Oğlum başka erkek çocuklara kızların da traktör kullanabileceğini öğretecek ve umarım dünyayı değiştirmek için çabalayacak” diyerek çocuk yetiştiriyorlar.
Bunlar dünyayı değiştirmeye yetecek mi, bilemeyiz. Örneklerin çoğalması en büyük dileğimiz olabilir. Grayson Perry, kitabında erkeklerin o kadar da kolay değişmeyeceğini, teşvik edilmeleri gerektiğini söylüyor.
Erkekler, klasik erkekliğe yaptıkları yatırımın giderek daha çok boşa çıktığını gördükçe, belki başka bir erkekliğe doğru çevirecekler yüzlerini. Ama bunu yaparken kafalarının biraz karışık olmasını da doğal karşılamak lazım.
Şimdilik, dünyanın birçok yerinde genç erkeklerin yaptığı şey, öyle anlaşılıyor ki, kız arkadaş edinmemek, kalıcı ilişkilerden uzak durmak, yani kendilerini korumak, cinsiyet ve cinsellik denilen bu mayın tarlasından olabildiğince uzak durmak. Japonya’da böyle davranan genç adamlara “otobur” denildiğini yazıyor Perry. Aynı şekilde, cinsiyet rollerinin sıkıntısı yüzünden, büsbütün cinsellikten soğuyarak tamamen uzak duran “aseksüel” bir akım da var dünyada. Cinsiyet rollerine farklı bakmak, erkekliği yeniden tanımlamak kolay işler değil.
Grayson Perry’nin bu bağlamda en temel önerisi çok sevimli: Önce “mış” gibi yapmaya başlayın, zamanla doğallaşır, diyor. Yeni davranış biçimleri önce korkutucudur, zamanla heyecan verici olabilir, giderek de rahat bir doğallığa bürünürler.
Grayson Perry kitabını, yeni erkeklik manifestosu diye sunduğu ve “Erkek Hakları” adını verdiği, mizah dolu ama gayet ciddi bir listeyle bitiriyor. Aynen buraya alıyorum:
“Erkek Hakları:
Kırılgan olma hakkı.
Zayıf olma hakkı.
Yanılma hakkı.
Sezileri olma hakkı.
Bilmemek hakkı.
Tereddüt etmek hakkı.
Esnek olmak hakkı.
Bunların hiçbirinden utanmamak hakkı.”
Bu çok sevimli listenin yanı sıra, çok önemli bir şey daha ilave ediyor: İlerlemiş dünyada, cinsiyet eşitliği artık bir doğal adalet ilkesi hâline geldi.
Keşke hepimiz o kadar iyimser olabilsek. Türkiye’de yaşanan vahşeti, kadın cinayetlerini, artan tecavüz ve istismar olaylarını, bunları “doğallaştıran” yaklaşımları, erkek egemenliğinin “görünmezlik kalkanı” ile hâlâ gizlenmeye çalışanları gördükçe; doğal adaleti bir yana bırakın, hukuk devletiyle tesis edilen yasal adaleti bile hızla elinden kaçırmakta olan bir toplumu izledikçe, feminist erkek çocuklar yetiştirmenin nasıl zor olduğunu bir kez daha duyumsuyoruz. Ama başka çare yok.
Bu açıdan, YouTube’da keşfettiğim bir “rap” şarkısı bana Türkiye’deki ilk “yeni erkeklik” manifestosu gibi göründü ve bir erkek tarafından yazılmış olmasına ayrıca sevindim. Emre Özkan’ın “Tecavüz Edemezsin” – Hashtag/ Kadın başlığıyla yayınlanan şarkısındaki sözler, âdeta Grayson Perry’nin kitabını yankılıyor:
“Bu ayıp ayıptan öte insanlığın kaybı.
İnsanlığın insanlığa ihtiyacı var.
Erkekliğin adamlığa ihtiyacı var. …
Utanmadan bir de bu pisliklere hak verip konuşuyorsan
Hiç durma karakterini terk et!
Hadi bize bir sapıktan farklarını göster.
Kendi sınırlarını, kendi haklarını bilmez, bir de kadının tüm haklarına sahip olmak ister.
Tecavüz edemezsin minibüste tekse, tecavüz edemezsin mini etek giyse…
Yahut nedenleri neyse.
Hiçbir kadına edemezsin karın olsa dahil,
Kocalık zorbalık değil anla bunu cahil.
Erkeklik bunlar değil adamlıktır beyim.”
Farklı bir erkeklik mümkün olabilir ümidimi bu şarkı yeniden canlandırdı diyebilirim. Grayson Perry’nin kitabıyla ilgili bu yazıyı yazarken şarkıyı duymuş olmak belki rastlantıdan öte bir rastlantıydı.
Daha iyi bir dünya istiyorsak, başka bir erkeklik yaratılması lazım, hemen, daha fazla zaman kaybetmeden.