Rahat

“Çünkü bugün işteki ilk günüm ve çuvallamak istemiyorum.” Etgar Keret'in "Rahat" adlı öyküsü, Avi Pardo'nun çevirisiyle Türkçede ilk kez K24 sayfalarında...

07 Aralık 2017 15:05

Kararlaştırılan saatten on dakika önce ben, çoktan aşağıda, küçük çantamla birlikte bekler hâldeydim. Çantada yeni yayınlanmış kitabımın bir nüshası, kitapları imzalamak için iki kalem ve her ihtimale karşı bir paket kâğıt mendil vardı. Heyecanlıydım. Daha önce seyirci karşısında okuma yapmıştım gerçi, fakat ilk kez bunun için para alacaktım, hem de Tel Aviv’in dışında, Roş Pina diye bir yerde. Ayrıca bir minibüs beni evden alıp geri getirecekti, profesyonelmişim gibi. Evin önüne pırıl pırıl yeni bir minibüs yanaştı ve içindeki güleç, kıvırcık saçlı sürücü, adının Aviram olduğunu söyledi. Yola çıktıktan beş dakika sonra bana, “Sürüşüm nasıl?” diye sordu. Gayet iyi olduğunu söyledim. İyiydi gerçekten. Birkaç trafik lambasından sonra bana bir kez daha sürüşünü nasıl bulduğumu sordu, dürüst olmamı istedi. “Harika,” dedim, “gerçekten, keşke ben de senin kadar iyi sürebilsem.”

“Trafiğe girişime ne diyorsun?” diye sordu, “Sakin miyim? Yoksa biraz gerginlik hissediliyor mu?”

“Sakinsin, çok sakinsin,” dedim, “ama bir o kadar da dikkatli.”

Yanıtım Aviram’ı mutlu etti. “Soruyorum,” dedi, “çünkü bugün işteki ilk günüm ve çuvallamak istemiyorum.”

“Benim de işteki ilk günüm,” dedim, “bir okuma karşılığında ilk kez para alacağım ve ben de çuvallamak istemiyorum.”

“Vay canına,” dedi Aviram, yolumuzu kesen minibüse klakson çalarak. “Umarım ikimiz için de işler yolunda gider.”  Kısa bir duraklamanın ardından gömlek cebinden yuvarlak ince bir kutu çıkardı ve, “Baksana,” dedi. “İkimize sakinleştirici niyetine bir joint sarmama ne dersin? İlk günümüz olduğunu falan düşünürsen...” Ona içmezsem daha iyi olacağını söyledim. Okumaya, kafamı iyi edip de gitmek istemiyordum.

“Tasalanma,” diye ısrar etti Aviram, “çok az ot koyacağım. performansımızı üst düzeye çıkaracak bir sakinleştirici gibi düşün.” Otun beni aşırı etkilediğini izah ettim, onun için az olan, beni bütünüyle mahvedebilirdi. “Ama sen içebilirsin,” dedim, “benim açımdan bir mahzuru yok.”

Aviram iç geçirdi. “Öyle olmaz,” dedi. “Tek başıma içersem senin beni daha sonra ispiyonlayacağın duygusuna kapılırım. Biliyorsun işte, paranoya falan. Beraber içersek öyle olmaz, çünkü beni ispiyonlarsan senin de başın belaya girer.” Omuz silktim ve konuşmadan yol almaya devam ettik. Karayoluna çıktığımızda bana yine sürüşünü sordu ve ona bir kez daha iltifat ettim. “Bak,” dedi Aviram, “bir-iki duman almakla yetinsen? Gerçekten içine çekmene gerek yok. Benim gerilmeden içmeme yetecek kadar çeksen yeter.” Başımı salladım. Roş Pina’ya en az iki saat daha yolumuz vardı ve Aviram gergin görünüyordu.

Minibüsü sürmeye devam ederek tek eliyle bir sigara sardı. Sararken bana iki kez, “İnce bir tane saracağım ki aklımız başımızdan uçup gitmesin. Aklımız yerinde olmalı,” dedi. Sigarayı yakıp bana verdiğinde hava kararmıştı. Bir duman aldım, lezizdi. Birkaç nefes daha çektim. Belki daha fazla. Sonra sigarayı ona uzattım. O da birkaç nefes çekti. “Doğrusunu istersen,” dedi, “kafan iyiyken çok daha güvenli sürersin. İnsanı gevşetir.” Ona sigarayı içmeden önce de gayet iyi sürdüğünü söyledim. “Teşekkür ederim,” dedi sigaradan uzun bir nefes daha çekerek. “Bu, güzel bir ot,” dedi. “Kendim yetiştiriyorum.” Güzeldi gerçekten, insanın zihninde köpüklenen, ama kaslarına da damlayan cinsten. Birkaç dakika sonra kımıldayamaz hâle geldim. Başımı ona doğru çevirmeye çalıştım, ama yapamadım. Ona söylemeye çalıştım bunu, ama konuşmak çok güçtü. “Harika,” dedi Aviram izmariti minibüsün penceresinden dışarı fırlatarak. “Şimdi hazırız.”

Roş Pina’ya vardığımızda felç durumu biraz hafiflemişti. Bedenimi hareket ettirip konuşabiliyordum, ama kafam hâlâ çok iyiydi. “Seni burada bekleyeceğim,” dedi Aviram okuma yapacağım salonunun dışındaki otoparkı işaret ederek. “Ne kadar sürer sence? Bir buçuk saat? İki?”

Etgar Keret“İki saati geçmez,” diye mırıldandım kendimi minibüsten aşağı sürükleyerek, sonra, “Muhtemelen daha az,” diye ekledim. Salona doğru yürümeye başladım. Kolay değildi. Girişte uzun bir merdiven vardı. Seyirciler gelmeye başlamışlardı ve insanlar merdivenden yukarı çabasız ve korkusuz bir biçimde çıkıyorlardı, benim için biraz ürkütücüydü bütün bunlar. İlk okumamdan önce merdivenden aşağı kapaklanıp rezil olmak, yapmak istediğim son şeydi, bu yüzden riske girmeyip emeklemeye başladım. İyi gidiyordu, kendimi güvende hissediyordum. Merdivenin yarısını aştığımda karşıma uzun boylu, zayıf bir kadın çıktı ve kendini gecenin organizatörü Rina olarak tanıttı. Başımı sallayarak selamladım onu, çünkü içinde bulunduğum durumda elimi uzatmama olanak yoktu. Rina, yolculuğun nasıl geçtiğini ve her şeyin yolunda olup olmadığını sordu bana. Yolculuğun harika geçtiğini ve çok iyi hissettiğimi söyledim. Merdivenin tepesine kadar bana eşlik etti. Orada kendimi güvende hissedip doğruldum ve Rina beni salona götürdü. Seyircilerin sayısının yüzü aştığını düşündüğünü ve Roş Pina gibi küçük bir kasaba için bunun olağanüstü olduğunu söyledi. Okumaya başlamadan önce bir şeye ihtiyaç duyup duymadığımı sordu ve duymadığımı söylediğimde önce saatine, sonra seyirciye bakarak, “Güzel, başlayalım o zaman,” dedi.

Rina beni kısaca tanıttıktan sonra sahneye çıktım ve mikrofonun yanındaki bar taburesine oturdum. Kitabın ilk sayfasını açtım ve birkaç saniye boyunca bakakaldım. Harfler suyun üzerinde yüzen ve büyüleyici bir biçimde şekil değiştiren yağ kütlelerini andırıyordu. Bir süre daha baktım. Harikuladeydi. Hiçbir şey okuyamadım, ama çok güzeldi. Seyircilerden biri, öksürerek, o büyüleyici gösteriye daha fazla bakmamam gerektiğini hatırlattı bana. Okumam gerekiyordu; benimle bu Galile seyircisi arasındaki yazılı olmayan anlaşma bu şekildeydi. Fakat yapamadım. Bir keresinde, abimin, kafan fazla iyi olduğunda yapılacak en iyi şeyin tatlı yemek olduğunu söylediğini hatırladım, şeker uyuşturucunun etkisini yok ediyormuş. Tatlı bir şeyler yeme fikri beni tahrik etti. Tatlı bir şeyler yemeyi gerçekten istiyordum çünkü okumaya başlamamı sağlayabilirdi. Bu kadarla da kalmıyordu. Tatlı bir şeyler yemek her şeyden bağımsız olarak müthiş bir fikir gibi geliyordu bana. Mikrofonu ağzıma yaklaştırıp seyircilere baktım. “İyi akşamlar,” dedim ve onlara orada olmaktan büyük mutluluk duyduğumu, fakat kendimi biraz güçsüz hissettiğimi söyledim, kan şekerim düşmüştü muhtemelen. Sonra, salona yakın oturan birinin evinde fazladan bir dilim kek bulunma ihtimalini sordum, çünkü bir dilim kek yersem kendimi daha iyi hissedecektim. Arka sıralarda oturan uzun ve beyaz saçlı bir kadın ayağa kalkıp civarda oturduğunu ve gelmeden hemen önce bir kek pişirdiğini söyledi. Eğer herkes onun dönmesini beklemeyi kabul ederse gidip bana kek getirmekten mutluluk duyacaktı. Salondaki homurtu bana “evet” gibi geldi ve beyaz saçlı kadın yola koyuldu. Sahnede onun dönmesini bekledim. Seyirci çok sessizdi, ben de öyle. Zaman geçmek bilmedi, ama kadın gerçekten yakında oturuyormuş çünkü bana sonsuz gibi gelen fakat akreple yelkovana bakılırsa sadece 12 dakika olduğu anlaşılan bir süre sonra bir tepsi peynirli kekle salona girdi, kekin üzerine kırıntılar serpilmişti üstelik. Tepsiyi bana verdi, bir bıçak ve birkaç kâğıt peçete de vardı. Ona teşekkür ettikten sonra mikrofona konuştum ve kekin tadına bakmak isteyen olup olmadığını sordum. Bu kez seyircinin homurtusunu “hayır” diye yorumladım. Kekten bir dilim kestim. Işıkların altındaki sahneden inmek ve keki başka bir yerde yemek aklıma hiç gelmedi, bu yüzden orada oturup yedim keki. Olağanüstüydü. Yumuşaktı, şekeri tam dozunda; üzerindeki kırıntılar bu yumuşacık, kabarık kekle tam bir tezat oluşturuyordu. Kadını kek pişirme becerisinden ötürü kutladım ve bir kez daha, fikrini değiştirip sihirli kekin tadına bakmak isteyen olup olmadığını sordum. Talep gelmeyince kendime bir dilim daha kestim.

Yedi dakika; saate göre kekin tamamını yemem yedi dakika sürdü. Bitirdiğimde kendimi çok daha iyi hissediyordum. Bir kez daha kitabın ilk sayfasını açtım. Harfler suyun üzerinde yağ kütlesi gibi dönmeye devam etti, fakat bu kez ağzımda kekin muhteşem tadı vardı. “Doğru,” diyordu dilimdeki yatıştırıcı tatlılık, “okuyamıyorsun, fakat okuman gerektiğini kim söyledi? Bir konuşma yapabilirsin.” Bu rahatlatıcı düşüncenin verdiği neşeyle kitabı omuzumun üzerinden geriye fırlattım, tabureden kalktım ve konuşmaya başladım. Neye dair konuştuğumu hatırlamıyorum, bütün hatırladığım sözlerimin kekin tadına güzelce karıştığı, bir de seyircinin sessizliği ve gösterdiği sabır. Yeterince konuştuktan sonra onlara teşekkür edip sahneden indim. Birkaç kişi yanıma gelip kitaplarını imzalamamı istedi. Pek hoşnut görünüyorlardı. Beni minibüste bekleyen Aviram o kadar hoşnut değildi ama. “Şükür,” dedi, “dönmeyeceğini düşünmeye başlamıştım.”

Okuma üç saatten uzun sürmüştü.

Dönüş yolu boyunca uyudum; vardığımızda Aviram beni uyandırıp, “Gördün mü? Bugün işlerin ikimiz için de yolunda gideceğini söylemiştim,” dedi. Minibüsten inerken kendimi hâlâ biraz sersemlemiş hissediyordum. “Hadi yallah, bir sonraki okumada görüşürüz,” dedim Aviram’a. Vedalaşırken elini sıktım, ama o, sarılmakta ısrar etti.

Ertesi sabah saat on birde, karın ağrısıyla uyandım. Yaptığım ilk iş, kahvemi bile içmeden önce, araba şirketini arayıp bir gün önce gönderdikleri sürücüden çok memnun kaldığımı, adamı çok dikkatli ve kibar bulduğumu söylemek oldu. Birinin işteki ilk günüyse lehine bir şeyler söylemek önemlidir. Hattın öbür ucundaki kısık ses bana teşekkür etti ve Aviram’ın o sabah işi bırakıp tarıma dönmeye karar verdiğini söyledi.

“Neden?” diye sordum.

“Tam olarak bilmiyorum,” dedi kısık sesli adam. “Bütün bildiğim saat dokuzda bir çocuk kitapları yazarını aldığı ve yolda tartıştıkları. On beş dakika önce de büroya geldi ve bana minibüsün anahtarını teslim etti. Yazarı bir kavşakta indirmiş. Nedenini gerçekten anlamadım, ama adamın dün geceki yazar kadar iyi çıkmadığını söyledi.”

Peynirli kek okumasından altı yıl sonra Roş Pina’ya tekrar gittim. Beni bir daha davet etmeyeceklerinden korkuyordum. Davetiye geldiğinde bu kez iyi hazırlanmış bir konuşma yapmaya karar verdim; bilgilendirici fakat hafif, derin ama mizah dolu bir konuşma. Etkinlikten önce biraz gergindim, fakat sahneye çıkınca korkum kayboldu, konuşma ve okuma gayet iyi geçti. Daha sonra, insanlar kitaplarını imzalatmak için yanıma geldi; beyaz ve uzun saçlı kadın da onların arasındaydı, şimdi saçı biraz daha uzamıştı gerçi. “İlginçti,” dedi, imzalamam için kitabını uzatarak. “Geçen seferki kadar özel değildi belki, ama yine de ilginçti.”

 

Çeviren: Avi Pardo
Etgar Keret'in "Rahat" öyküsünün Türkçe bütün hakları K24'e aittir. Tanıtım amacıyla dahi olsa, kısa alıntılar dışında kullanılamaz.