İlk defa Türkiye’de yazar sayısı okur sayısını aşıyor ve yine ilk defa samimiyet her türlü vasatlığın üzerini örtüp gizliyor. Her alandan ilklere imza attığına inanan samimi yenilikçilerle dolup taşan ülkenin adı da Yeni Türkiye oluyor...
07 Aralık 2017 14:59
Türkiye bir ilkler ülkesidir. Her meslekten ve her boydan vatandaşımız miladı sürekli kendisiyle başlatmak ister. Bu yenilikçi kişi bir muhtar, bir posta müdürü, bir aile reisi, bir apartman yöneticisi, bir bölüm başkanı, bir tez danışmanı, bir parti lideri, bir cumhurbaşkanı, bir romancı, bir gazeteci, bir popçu veya doktora yapan bir papağan bile olabilir, hiç fark etmez. Netice itibarıyla o yenilikçi kişi bir ilktir. İlk o başlatmıştır bu yeniliği, artık bu yenilik her ne ise. O güne dek kimse bilememiştir, görememiştir veya cesaret edememiştir, ta ki milat olacak bu yeniliğe imza atabilecek yepyeni bir yenilikçi ortaya çıkana dek. Bu nedenle Türkiye bir ilkler ülkesidir ve her Türkiyeli de kendisinden önce olanı devam ettirmeyi zûl addedecek kadar çekirdekten bir yenilikçidir.
İlkler ülkesinde sürekli yenilik yapacak ve ilklere imza atacak kahramanlara ihtiyaç duyulur. Sağ olsunlar bu kahramanlar da edebiyattan politikaya, akademiden futbola her sahada boy gösterirler. İlklerin sonu hiç gelmez. Bunun bedeliyse kalıcı, birikimle işlenen ve zenginleşen kanonik ilişkilerin asla ortaya çıkamamasıdır. Bu kanonik ilişkilerin esamisinin okunmadığı sosyal düzende her şey ve herkes yenilikçi ve ilk olsa da aslında hiçbir şey değişmez, her şey ve herkes yeni ve ilk olduğunu söylerken dahi eski ve aynıdır. İlkler cenneti toplumlarda değişim, on beş yirmi senede bir yeniden başa dönmenin adıdır.
Yoksa ne Napolyon topları ilk defa kullandığı için büyük bir general, ne de Velázquez resminin içinde aynadaki yansımaları ve bizatihi kendini ilk kez çizdiği için büyük bir ressamdır. Hatta Amerigo Vespucci gibi adınızı vermek için bir kıtaya ilk giden olmaya bile gerek yoktur. Don Quijote bilinen ilk roman olmasa da iyi bir romandır; iyiliği ilk olmasından önce gelir. İlk sürrealistin Bosch mu yoksa Dali mi olduğu sorusu, Bosch’tan Dali’ye beş yüz yıllık devamlılığın yanında ne kadar hafif kalır. Çünkü yaratıcılık veya bir farklılık getirmek mânâsında yeni bir şeyi ilk dillendirmek, sanıldığı gibi boşluk üzerinde duramaz. Kolomb’un adımından Armstrong’un adımına olan devamlılığı mümkün kılan sihir, geleneğin tek tek bireylerin yaratıcılıkları karşısındaki tartışmasız gücüdür.
Gelenek, gücünü kuşakların kendisi üzerinden birbirleriyle diyaloga girebilmesinden alır. Shakespeare’den Tolstoy’a, Tolstoy’dan Aleksiyeviç’e; yaratıcılığı mümkün kılan ve besleyen daima kanonun veya geleneğin üzerinden kuşakların diyaloga girmesi olmuştur. Oysa ilklere imza atan yenilikçi bir Türkiyelinin en son ihtiyaç duyacağı şey diyalogdur. Ne kendi toplumunun geçmişiyle ne de insanlığın ortak değerleriyle diyaloga girebilen her Türkiyeli yenilikçi, Amerika’yı yeniden keşfetmeye soyunmuş ikinci bir Kolomb’dur; asla Vespucci değildir ve bu nedenle bir Armstrong zaten muhayyilenin sınırları dışındadır.
Dünyanın bütün büyükleri tarihe meydan okuyarak değil, onu daha önce hiç okunmadığı şekilde okuyarak ilk ve yenilikçi olurken; “tarihten önce de var olan ve tarihten sonra da var olacak” Türkiyelilerin kaderiyse tarihi hep kendi içinde bulundukları andan ibaret sanmaktır. Bu nedenle Eflâtun’un Devlet’inden beri ne olduğu aşikâr olan bir rejimi, yeniliğe aç ve hasret geniş halk kütleleri burada ileri demokrasi diye alkış ve gözyaşı eşliğinde bağrına basabilir—üstelik her tiranın Eflâtun’unki gibi filozof olmadığı da malûm iken.
Elbette sadece tarihe meydan okumak da yetmez. İçine demir koymadan on katlı apartmanı ilk inşa eden olmak için fizik kuralları ve içine hiç fıstık koymadan baklava veya süt damlatmadan peynir yapan ilk müteşebbis olmak için tabiat kuralları da bu meydan okumadan payına düşeni alır. Sonuç daima hüsran, yıkım ve zehirlenme olsa bile, ilk olmak için denemeye değmez mi!
Dünyanın gelişmiş üniversitelerinde sahasına katkı sağlamak ve alanında bir yenilik yaratmak için sürdürülen doktora çalışmaları, bizim için o kadar sıradandır ki askerden kaçmak veya iş ararken evde kös kös oturmamak için gerçekleştirilen bir tür boş vakitleri değerlendirme faaliyetidir—ki bu faaliyetin bizatihi kendisi doktora çalışmalarına getirilmiş yenilikçi bir bakışın ürünüdür. Bu yenilikçi bakışın bir başka versiyonu da her yaştan ve meslekten vatandaşımızın kendi hikâyesini anlatabilmek için kapısında kuyruk olduğu yaratıcı yazarlık atölyeleridir. Kenan Evren’in yukarıdan aşağıya emirle başlattığı okuma-yazma seferberliğinin aksine, ilk defa ülke çapında aşağıdan yukarıya demokratik bir arzuyla kendiliğinden başlayan bu hem akademik hem de yaratıcı yazma seferberliği sayesinde Türkiye, metrekare başına düşen yazar ortalamasında en gelişmiş on ülkeden biri hâline gelmiş olabilir. Bunun gururu hepimize yeter.
Nicelikteki artış, nitelikte de bir artış getirmiyor beraberinde elbette, ama olsun varsın. Akşam sabah yeni ve ilkmiş gibi heyecanla Tanpınar ezberlerini terennüm etmek varken, Tanpınar gibi orijinal ve kendi olmak kimin umurunda ki! Politikacıların ecdada sığınmalarından çok da farklı değildir, başı her sıkışan akademisyenin Tanpınar’ın arkasına saklanması.
Robert Frost’un ormandaki yolu ikiye ayrılıyordu; fakat bizim ilk ve yenilikçi kalemşörlerimiz asla riske girmez ve içgüdüleriyle defalarca yürünmüş yola sapıverirler. Zaten hüner yaptığınız/ yazdığınız/ söylediğiniz şeyin yeni olmasında değil, yaptığınız /yazdığınız/ söylediğiniz şeyi ilk kez yaparmış/ yazarmış/ söylermiş gibi inanarak samimiyetle yapmaktadır/ yazmaktadır/ söylemektedir.
Samimiyetin hızla glokalleşen yükselen bir global değer olduğu düşünüldüğünde, liderler için de yazarlar için de, futbolcular için de aldatan eş için de, aşk sandığı saplantısı için ölen ve öldüren caninin de dokunulmazlığı samimi olmakta aramasında şaşılacak bir şey yok. Uygarlık tarihinde ilk defa yanılmaması gerekenler bir kez daha yanıldıklarında bunu samimiyetle itiraf ederler; koca göbeğiyle sahada yürümeye mecali olmayan millî futbolcu mağlubiyet sonrası çok sevdiği bayrak karşısında ağlarken de ilk eleştiri karşısında öfkeyle söverken de samimidir meselâ; kadın katili bir manyak da en az ülkenin geri kalanı kadar samimidir, zaten başına ne geldiyse bu samimi kişiliğinden gelmiştir; ilk romanını yazan genç yazarsa en az kendisi kadar vasat eleştirmenlerin dikkatini hemen samimi anlatımıyla çeker.
İlk defa Türkiye’de yazar sayısı okur sayısını aşıyor ve yine ilk defa samimiyet her türlü aptallığın, yanılgının ve vasatlığın üzerini bir Elf pelerini gibi örtüp gizliyor. Otomotivden edebiyata, futboldan siyasete, eğitimden medyaya her alandan ilklere imza attığına inanan samimi yenilikçilerle dolup taşan ülkenin adı da Yeni Türkiye oluyor. Eski Türkiye’deki gibi hem sağın hem solun sevdiği İsmail Cem gibi zarif politikacılar, Refik Halid Karay gibi Türkçenin ifade imkânlarını zenginleştiren yazarlar, Can Bartu gibi ülke sınırları dışında da geçerliliği olan veya şimdikiler gibi yalancı bir şöhrete sahip olmayan futbolcular, Türkçe tartışmalarında cebinden on akademi çıkarabilecek Nejat Muallimoğlu gibi gazeteciler, tek Nobellimiz Orhan Pamuk’un bile kanonik bilincine asla ulaşamayacağı Tanpınar gibi estetistler artık Yeni Türkiye’de bulunmuyor. Bulunamaz da zaten. Çünkü bir toplum aynı anda hem bu kadar yenilikçi, değişimci, devrimci hem de muhafazakâr, eyyamcı ve garantici olmayı kaldıramaz. Yeni Türkiye olsa olsa Eski Türkiye’nin çelişkilerini ve açmazlarını çok daha görünür kılan bir oksimorondur.
Düşünce ve estetikteki devamlılığı sağlayamamamızın itirafıdır “ilk” ve “yeni” olmamız. Kendi toplumsalımız, tarihimiz ve dilimizle samimi ve sarih bir ilişki kuramamamızın samimiyetsiz kabulüdür “samimiyet” vurgumuz. Kanonik bilincin gelişmediği bir sosyal yapıda hiçbir şeyin yeni ve ilk olamayacağı yerçekimi kadar reddedilemeyecek yalın bir gerçektir. Bugün itibarıyla aslında çok da seçeneğimiz yok. Ya gündüz programlarındaki partneri hanımdan kısa olan boyunu yüksek topuklu ayakkabıyla gizlediğine inanan samimi sunucu gibi komplekslerimizle küçüleceğiz; yahut da mızmızlanmayı ve lafı gevelemeyi bırakıp kendimiz olmaya cesaret edeceğiz, uzun veya kısa ama olduğumuz kadarıyla.
Samimiyetle itiraf ediyorum ki maalesef her Türkiyeli daima birincidir. Bu nedenle de bütün yenilikçi teşebbüslerimizin kaderi Amerika’yı yeniden keşfetmek ve yine başa dönmektir. O kadar ki bugün İsa “ilk taşı günahsız olanınız atsın” deseydi, taş yağmuru altında sırılsıklam kalırdı.