“Sait Faik gibi ruh topografyamızı kurmuş ve böylelikle Türkçe edebiyatın hâlâ aşılmamış 50 Kuşağı’nın yolunu ferahlatmış bir isim adına dün verilen armağanın, Ethem Baran gibi taşranın bir zannedilen-coğrafya olduğunu pırıl pırıl ve boncuklu kelimelerle anlatan bir yazarla buluşması, kutlamayı hak ediyor elbette.”
12 Mayıs 2020 11:43
Ethem Baran’ın, önceki birçok ödülünden sonra, Sait Faik Hikâye Armağanı’yla buluşmuş olması, karantina günlerinde yeni şeyler konuşmanın en güzel bahanelerinden biri. Yıllar içerisinde kendi okurunu yaratan, yaşatan bir yazar olarak Ethem Baran’ın hikâyeciliğimizdeki yeri üzerine konuşmaya başlayabiliriz mesela. Belki biraz kitap satışı ve biraz tanıtım haricinde ödüller asıl bu işe yaramazlar mı?
Dil Devrimi’nin yarattığı —edebiyatımızda pek de konuşulmayan— büyük krizden çıkışın deniz feneri sayılabilecek Sait Faik’in adına verilen, Leylâ Erbil’in ömrü boyunca ödüllere mesafeli olmasına neden olacak denli önemli, yüklü bir “armağan”dan bahsediyoruz. 1955’ten bu yana ödülü alanların listesi, bir tür antoloji sunuyor. Bir yanıyla, yazar isabet ettirme konusunda oldukça başarılı bir ödül; diğer yandansa zar atmayı pek sevmeyen, sağlam adım atmayı tercih eden. (Ödüllerin edebiyatımızdaki yeri ve önemi ve işlevi ve ıskaladıkları tartışmalarına burada hiç girmeyelim; neticede kutlama amaçlı, kısacık, bir kendime notlar yazısı bu.)
Sait Faik gibi ruh topografyamızı kurmuş ve böylelikle Türkçe edebiyatın hâlâ aşılmamış 50 Kuşağı’nın yolunu ferahlatmış bir isim adına verilen armağanın Ethem Baran gibi taşranın bir zannedilen-coğrafya olduğunu, pırıl pırıl ve boncuklu kelimelerle anlatan bir yazarla buluşması kutlamayı hak ediyor elbette.
Karantina günlerinde olmasaydık, kutlama için Harem’den otobüse atlar soluğu Eryaman’da alırdım. Giderken “önlem amaçlı” aldığım rakıyı görünce yine “Yahu Mesut, sen bizi kendinle karıştırıyorsun!” diye takılırdı Ethem Ağbi. Her seferinde olduğu gibi nevalemiz yine artardı ama. Hayatımda yediğim en güzel balıkların “büyücüsü” Ethem Baran balıklarıyla ilgilenirken Beşir Sevim de salatanın hakkını verirdi. Abdullah Ataşçı ise en zor işi üstlenir, sofrayı yerleştirirdi; bu, hangi meze kime yakın duracak meselesinden çok, bir kere sofraya oturduktan sonra sohbetin bölünmemesi için gereken her şeyin düşünülmesi anlamına gelir. Bütün dedikodular, yeni haberler, hal-hatır sormalar, takılmalar bu hazırlık sürecinin uzamasına yarar elbette. Edebiyat sofrasına oturmadan önce, gündelik yüklerden arınma seansıdır o hazırlık. Hiçbirimizin ne zaman biteceğini bilmediği bir süreç. Gecenin başladığını, işte ancak Ethem Baran’ın elinde balık tavası veya tabağıyla “Hadi, oturun artık,” deyişinden anlarız. İstanbul’dan Ankara’ya gitmenin bir özlemi varsa, benim için sadece budur...
Sonrası en hakikisinden bir “edebiyat sofrası”dır çünkü; edebî üretim sürecinin gerçek mutfağı. Dostluk orada kelimelerle işler —iğne işi. Bir yazarın bir yazara yaptığı en incelikli övgüyü de en keskin eleştiriyi de o sofrada duydum, şahit oldum. Yazmanın varoluşsal bir konu olduğunun bilincini edindim. Bu tanıştırma için Hasan Ali Toptaş’a teşekkür etmeliyim...
Kısa öyküler de kaleme aldı ama “uzun” denecek bir öyküsünü okumadık Ethem Baran’ın; cümlenin kararını bilen metinler okuduk hep ondan. İşlerin uzayacağını görünce dümeni doğrudan roman’a kırıyor sanırım, bunu hiç konuşmadık mesela. Şimdiye kadar Yarım ve Emanet Gölgeler Defteri’ni okuduk roman formunda. Yeni romanlar okuyabilir miyiz, “bunlar hep kısmet işi...” Bulut Bulut Üstüne, Zira ve nihayetinde, kaleminde bir devrin sessiz kapanışını sezinlediğim Döngel Dünya’yı da öykücülüğünün köşetaşları olarak mutlaka anmalıyım. Meraklısı, sırayla bütün eserlerini okumayı atlamayacaktır.
Cümlenin bir nefesi olduğunun bilincinde yazan bir kaleme sahip Ethem Baran. Öykülerinin daha ilk cümlelerinden hikâyenin uzunluğunu kestirmek bile mümkündür ama neler olacağını asla! Hikâyenin attığı göbekleri, estirdiği rüzgârları, iz bıraktığı kenar köşeyi adeta okuduklarınızdan bağımsız olarak alımlarsınız —elbette “adeta”.
Otobiyografisinden bu denli “az faydalanan” bir kalemde bunu görebilmek, işçiliğin inceliğinin kanıtıdır ancak. Bu anlamda, tıpkı Sait Faik gibi, yaşadığı beşeri coğrafyayı öykülerde düşündüğünü kaçırmamak gerekir. Sonsuz bir şefkat ve gerçekçiliğin gözlem notlarıdır okuduğumuz öyküler, aynı zamanda.
Türkiye’de hakkıyla tartışamadan sönüp tatsızlaşan taşra meselesi parantezinde Ethem Baran öykülerinin görülüyor olması tam anlamıyla bir haksızlık. “Mekân” olarak taşrayı, bozkırı daha ziyade tercih ediyor olmasının bunda etkisi var elbette; fakat konumuz o kadar yüzeysel değil. Olmadığını, bu haksızlığı yapmadan okuduğumuz ama yine mekân olarak taşrayı seçen, dünya edebiyatının diğer birçok isminin öykülerinden nasıl bahsettiğimizi hatırlayarak anlayabiliriz. Son yıllarda, öykücülüğümüzde revaçta giden “taşra bebesi” anlatılarıyla daha fazla karıştırmamak gerekir.
Ethem Baran’ın merkezle ve taşrayla ilişkisini anlatabilmek için “Herkesin Taşrası Kendine” [1] metninin ilk cümlelerini alıntılamayı —şimdilik, bu yazılık— yeterli görüyorum:
Kasaba bile olamamış kasabaları önce birbirlerine sonra da diğer şehirlere, şehirleri de asıllarını arayan merkezciklere benzettikten sonra “taşra” kavramını neye benzeteceğimizi tartışır olduk. Derken merkezin de merkezinde oturanlar, kendi taşralarına göz yumup uzaklara diktiler gözlerini. Gördükleri ise kendi küçük kopyalarıydı. Ve canları sıkıldı tabii. Sonra “taşranın canı sıkılıyor” demeye başladılar. Böylece taşranın nur topu gibi bir sıkıntısı oldu. Biz “taşralılar” merkez sayesinde, oturduğumuz yerde sıkılıp durduğumuzu öğrenmiş olduk.
Ethem Baran’ın öykücülüğünden bahsediyorsak, yazarın her bir kelimesini özenle cümledeki yerine koyarak anlattığı hikâyelerine, öykü kurmadaki üslupçuluğuna dikkat kesilmek gerekir önce. [2]
Çünkü Ethem Baran, aynı cümleyi iki kere kuramayacağımızı bize gösteren yazarlardan biri:
[...] Kaygılı bir bekleyişin orta yerinde terk edilmiş gibiydi her yer.
Sonuçta hiçbir neden yokken
hayat durma noktasına gelmişti kasabada. Ve insanlar artık hikâye anlatmıyorlardı. Hikâye anlatmayı unuttuklarından mı, anlatacak hikâyeleri olmadığından ya da aynı hikâyeyi anlata anlata bıktıklarından mı, her nedense artık, işte hayat ortada hiçbir neden yokken [3]
Birden dönüşmeye başlayabilir. Her şey. Cümleler yeniden kurulunca artık başka bir hikâye açılır önümüzde. “Her kuş uçtuğu gökyüzünü genişletir,”[4] her söz zamanın temize çekilmesidir artık. Birkaç istisnai örnek haricinde “seyirciler arasında bomba patlatan”[5] hikâyesi yoktur Ethem Baran’ın; politik tavır “hiçbir neden”e ihtiyaç duymaksızın orada’dır.
Yatak odaları ile şehir meydanları, bozkırda bir yer ile rüyanın olmadık yeri arasında bir fark yoktur. Kelimelerle giyinip kelimelerle soyunan insanın kumaşından neler biçileceğini ancak Ethem Baran gibi bir terzi bilebilir. Tarih ile bugünün dikiş yerlerini kaleminin gölgesinde fark ederiz. Acı ile haz’zın ötesinde bir fark. Biten ile gelen’in ötesinde bir fark. Döne döne gelen bir dünyanın orta yerinde.
18-19 Mayıs 2013'te gerçekleştirilen Taşra ve Edebiyat Sempozyumu'nun kapanış oturumundan...
•
[1] Edebiyatın Taşradan Manifestosu, Haz. Mesut Varlık, İletişim Yayınları, 2015, s. 117-121.
[2] Bu noktaya vurgu yapan, bildiğim yegâne yazı için bkz: Eyüp Tosun, “Dünyayı Yok Etmek... ama Söküğü Kim Dikecek?”, ONS, sayı: 5, 2019, s. 71-73.
[3] Ethem Baran, Zira içinde “Ortada Hiçbir Neden Yokken”, İletişim Yayınları, 2015, s. 50. (Alıntıda paragraf bölme hatası veya noktalama eksiği yoktur.)
[4] Ethem Baran, Döngel Dünya içinde “Göğün Yenisi”, İletişim Yayınları, 2019, s. 23.
[5] “Ethem Baran Röportajı”, Jiyan’ın Sesi, 28 Nisan 2016, medium.com