Ev Hikâyeleri: Kaçışlar, arayışlar, vesaire

"Kitabın editörü Lebriz İsvan sunuş yazısına ‘Ev bir hikâyedir’ diye başlamış. Evet, öyledir ve o hikâyenin de bin bir türlü yazılış şekli var, bunlardan biri de dili dağıtmak olabilir; mesela Latife Tekin’in yıllar önce gecekonduları anlatmak için Berci Kristin Çöp Masalları’nda dili gecekondulaştırdığı gibi... Velhasıl, ‘ev’in metaforik ve reel anlamlarını araştıran diyalojik bir ‘ev nedir’ derlemesi bu. Derlemeden çok da buluşma gibi."

07 Nisan 2022 19:00

Son yıllarda ‘ev’ üstüne çok düşünülen bir mesele haline geldi: Metaforik ve reel anlamda, poetik, politik ve fiziksel anlamlarıyla ev meselesi. Ben de son zamanlarda edebiyatta evin temsil ettikleri, kaçışlar, kimlikler ve modernizm gibi meseleler üzerine yazmış ve konuşmuş bulundum. Bizde ‘modern’ edebiyat (Sait Faik, Oğuz Atay, Tezer Özlü, Orhan Pamuk, Latife Tekin, Ayhan Geçgin ve daha birçok yazarın edebiyatı) eve dair krizler, öfkeler, fikirler, metaforlar ve önermelerle doludur. Evin anlamları meselesinde temel ayrım şudur herhalde: Kaçılacak (ya da yıkılacak) bir yer ya da kimlik olarak ev ve dönülecek (ya da inşa edilecek) bir yer ya da kimlik olarak ev. Otorite ve baskının merkezi olarak ev ve kayıp, aranan bir kimliğin mekânı olarak ev. Birincisinde arızalı ‘vagabond’ karakterlerin kaçışlarını görürüz, ikincisinde ise ‘kayıp-kimlik’ karakterlerinin arayışlarını. Yani ev iki zıt anlamı barındıran, gergin bir metafordur. Hangi anlamda olursa olsun, ‘ev’in edebiyatta, filmde ve diğer alanlarda baskın bir ‘leitmotiv’ olduğu kesin.

Ev konusu bu kadar revaçtayken, adı ve konusu doğrudan ‘ev’ olan bir kitap çıktı: Ev Ve. Sekiz yazarın ev meselesi etrafında bir araya geldiği kitap için şöyle deniyor tanıtımda:

Ev Ve, bir mekân ve kavram olarak evin sayısız çağrışımının sembolik, duygusal, politik ve kavramsal açılımlarına dair bir perde aralıyor. Kürtçe, Norveççe, Almanca ve Türkçe dillerinde yazan sekiz yazarın … ‘ev’ anlatıları kişisel tecrübelerden toplumsal çatlaklara, kapı zillerinin hâlet-i ruhiyesinden evin teorik zeminine uzanıyor. Bu kitap İstanbul Edebiyat Evi olarak Diyarbakır Edebiyat Evi, Oslo Edebiyat Evi ve Berlin Edebiyat Kollokyumu ile birlikte başlattığımız Sınırları Aşan Edebiyat programının bir ürünü.”

Dört ‘ev’in bir araya gelişinin ürünü olan kitap sanırım en çok şu yüzden önemli: Farklı dil ve ülkelerden yazarların sınırlar-ötesi bir araya gelişi. Yeniden yükselişte olan sağ politikaların ülkeleri daralan birer eve benzettiği, ulusal-evlerin etrafına fiziksel ve politik duvarlar çektiği bir dönemde sınırları aşındırmak, yazı ve düşünce üzerinden enternasyonal bir alan açmak önemli bir hamle. Bu sınırlar-ötesi buluşmada evin mesele edilmesi de isabet, zira sınırları aşmak için önce verili ‘ev’in (ya da evin kayıp oluşunun) anlamlarını tartışmak lazım sanırım.

Kaçışlar

Önce iç açıcı ve rüzgârlı iki evden-kaçış hikâyesinden bahsetmek isterim, kitap da öyle başlıyor zaten. Ebru Ojen’in “Ev” hikâyesi, Benjaminvari bir evden kaçma hikâyesi: “16 yaşında evden kaçtım!” Benjamin’in meşhur ‘evden kaçış’ güzellemesini hatırlamamak elde değil:

“Yalnız on beşindeyken bildiğimiz ya da yaptığımız şey sonradan bizi cezbedecektir. Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır. On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır.”

Ojen’in hikâyesinde ev babayla, otoriteyle, Tanrı’yla, ezcümle Büyük Öteki’yle özdeşleşen bir kapatma aygıtıdır. “Kusursuz bir ev kusursuz bir tanrı demek.” Evden kaçış bu kapatma aygıtını bir özgürlük rüzgârıyla afallatır. Ojen’in bu hikâyede yaptığı kritik bir şey daha var: Evi gözetleyen bir ‘persona’ya, bakan bir ‘göz’e, belki de bir süper-ego sembolüne dönüştürmek. Ev bir personadır, yargılayan bir gözdür, ağır, ezici ve sinir bozucu cümlelerle konuşan bir ağızdır. Bir ‘süper-ego’ mefatorudur, izler ve yargılar:

“Ben hazırlığımı yaptıkça geleceğimin fotoğrafında vasat bir ışık gibi duran ev soluksuz konuşmaya devam ediyordu.”

Evin arka planda konuşan bu sesi, aslında metaforik olarak bütün hayatta arka planda konuşan ‘yasa’nın da sesidir: Özgürlük macerasına çıkan bu gencin hikâyesi, gençlik rüzgârını da taşıyan bir yasayı-ihlal hikâyesidir. Kendini uçağa atan karakterin hikâyesi şu rüzgârlı cümleyle biter: “Kimse uçan bir şeyi durduramaz. Ben uçan bir şeydim.” Uçakların pencereleri açılmaz ama bu 16 yaşındaki firari çocuk bir pencere açmış da gökyüzünün hayalî rüzgârını hissetmiş gibidir.

Kitabın ikinci hikâyesi “Hejar”da Sidar Jir, firari bir kedi üzerinden bir evden kaçış hikâyesi anlatıyor. Bu çağdaş ‘fabl’da kedi neyi temsil eder tam bilinmez ama kedinin üzerinden geçtiği şey bir huduttur, o kesin. Yol, hat, hudut. Bir ihlal denemesidir bu. “İnsanlardan ve evlerden uzak” bir ormana gitme isteğidir. Bir uygarlık dışına kaçma, yabanileşme, kimliksizleşme (ya da o yabanilikte kimliğini bulma) hikâyesi. Kedinin adının ‘Hejar’ yani ‘sefil’ olması da hikâyeye bir başka açı kazandırıyor: Evden kaçmak Hejar’ın sefaletten kurtulmasının tek yoludur. Kaçtığı ormanda daha primitif, daha vahşi, daha özgür bir ihtimal bulur. Ormandan geri dönüp baktığında ‘kara bir yol’ ve evler görür: Korkutucu bir görüntüdür bu. Kara yol, kara sınır gibi laflar insanın aklına Ece Ayhan’ın ‘kara kamu’sunu getiriyor. Belki de kedinin kaçtığı şey bu kara kamudur, bütün baskı aygıtları, otorite, resmî tarih ve zoraki kimliklerdir. Belki de burada kedi, kimliği ve varlığı zapturapt altında tutulan herkesin metaforudur. Ve nihayetinde evden kaçış da bütün ‘outcast’ların intikamıdır.

‘Ev’i kaçılası bir sıkıntı kaynağı olarak anlatan hikâyelerden biri de Eyşana Beravi’ye ait: “Pencerenin Gözü.” Şiirsel bir mırıldanmayı ya da monoloğu andıran ve yer yer aforizmatik patlamalar içeren bu poetik metin, evin karşısına pencereyi koyuyor: Dört duvarı aşan, ‘beşinci duvar’ ihtimali olarak pencere. Hikâyedeki anlatıcı, Tarkovsky ya da Bela Tarr filmlerinde pencereden dışarı bakıp ‘içerisi ve dışarısı, yerleşiklik ve göçebelik üzerine düşünen, içerinin durgunluğuyla dışarının akışını çarpıştıran ‘pencere tipleri’ni andırıyor.[i]Pencere tipleri evin eşiğindedir, bu yüzden de aslında evi en iyi onlar okur, ev felsefesi diye bir şey yazılacaksa, pencere tiplerinden çıkacaktır bu.

Ev ve felsefe demişken, Ayhan Geçgin’in felsefi ve teorik yükü ağır ‘ev’ denemesinden de bahsetmek lazım. Kendisi de evi, kimliği, göçebeleşmeyi ve evsizleşmeyi merkeze alan romanlar yazan Geçgin, ev meselesine yönelik son yıllardaki teorik ilgiyi not ederek başlıyor yazısına: Ev nasıl oldu da bu kadar hayati bir konu haline geldi? Ve net, sert bir cevap veriyor:

“Bizi ev üzerine düşünmeye zorlayan, evin ortadan kalkışıdır.”

Geçgin evi bir dil, bir düşünce meselesi olarak alıp, evsizliği bir ontolojik evsizlik ya da kimliksizleşme (bir kimliğe yerleşmeme) meselesi olarak ele aldıkça ev resmî tarihin, büyük anlatının (mesela ulus anlatısı) metaforuna ve evi terk etmek de bu anlatıları terk etmeye dönüşüyor. Geçgin Heidegger’in ‘dünya’ ve yeryüzü ayrımından yola çıkıyor: Dünya bizim yeryüzünde kurduğumuz şeydir ama yeryüzü hep bir belirsizlik, bir çatlak içerir; evsizleşme de o çatlağı büyütmek ya da kabullenmek demektir. İnsanın bu anlamda etrafında kurulu ‘dünya’ya yabancılaşıp, yeryüzüne bakması felsefi bir harekettir. Yeryüzü sahipsizdir, dünya ise bir sahiplenme hareketidir. Geçgin bu ev-yerleşme konusunu Nietzsche, Hölderlin ve Kafka gibi krizli modernler ve Turgut Uyar üzerinden okuyarak bir modernizm tartışması açıyor ki, bence de çok önemli bir tartışma bu. Ama yazının sonunda kritik bir nokta daha geliyor: Metaforik ya da felsefi evsizleşmeyi ikinci plana atan kişi, evsizlik meselesinin asıl sahibi çıkıyor sahneye: Mülteci. İşte bu noktada bana sorarsanız düşünce de donuyor, felsefi hararet de, şiirsel kalem de buz kesiyor. Bakmak kalıyor. Mültecinin o her anlamı yok eden görüntüsüne bakmak. Geçgin “Mülteci insanın kenarıdır” gibi bir laf da ediyor. Ama o laf da donuyor. Tıpkı Rusya-Ukrayna savaşında mültecileşen milyonlarca insan karşısında her sözün donması gibi. 

Üstte: Ebru Ojen, Sîdar Jîr, Katja Lange-Müller, Simon Stranger Altta: Eyşana Beravî, Kathrine Nedrejord, Dagmara Kraus, Ayhan Geçgin

Arayışlar

Şimdiye kadar bu derlemeye buradan, Türkiye’den katılan yazarlardan bahsettim. Görülüyor ki burada ev, terk edilmesi gereken bir şeydir. Ciddi bir otoritedir, yasanın metaforudur, Baba’nın adıdır, modernliğin yolunu kesen bloktur, vesaire. İlginçtir, bu derlemeye Almanya ve Norveç’ten katılan yazarlar için ise ev, dönülmesi, bulunması, kavuşulması gereken bir kayıp yer gibi daha çok: Bir ‘poetik’ mekân ya da bir kimlik mekânı olarak ev (ya da dil).

Simon Stranger’ın metni mesela kökenlerle alakalı; insanlığın ilk evine, Afrika’daki mağaralara gidiyor. Bir soykütüğü çıkarma girişimi içinde, arkaik izleri arıyor, biraz Jung’vari kolektif bilinçdışında evin ve aidiyetin anlamını soruyor. Bütün bunları nihayet babasının ölümüne bağlıyor. Hikâyedeki en kritik ve çarpıcı ifade şu sanırım: “Babam niye öldü? Evsizlikten.” Yani yabancılıktan ve ait olamamaktan. Bir ‘stranger’ olmaktan ötürü.

Ait olmamanın ‘ölümcül’ bir etkiye sahip olduğu bir diğer hikâye de Katherine Nedrejord’ın “Ben de Sami’yim” adlı hikâyesi. Samiler, malumunuz bilhassa Norveç’te bir dil, varlık ve tanınma mücadelesi veriyorlar. Nedrejord, Sami olmayı bir nevi evsizlik olarak anlatıyor. ‘Dil varlığın evidir’ diyen Heidegger’in kulakları çınlasın, dili kabul edilmeyen bir halk yeryüzünde evsizdir, hem felsefi hem de sosyolojik anlamda. Dilin yasaklaması konusu Türkiye’yi andırıyor, fena halde. Kuzeyde bir yerlerde ‘buralarda’ yaşanan şeylere çok benzer şeyler yaşanıyor. Ama Nedrejord hikâyesini politik açıdan güçlü bir tonla bitirip, ‘evsizliğini evi gibi sahiplendiğini’ ilan ediyor. Bayağı önemli bir pankart-cümle.

Kitaptaki en deneysel metnin yazarı Dagmara Kraus, Bachelard’ın “Ev bir ruh halidir” sözünü Oslo’da beton bloklar, toplu konutlarda yaşayan yoksullar ve ‘ötekiler’ üzerinden ele alıyor. Ev bir ruh halidir, ama nasıl bir ruh hali? Beton bloklar nasıl bir hale yol açar mesela? Kraus’un blok apartman zilleri üzerindeki isimlerden hareketle bir edebiyat oyunu sergiliyor ve ortaya evsizlik hissini gramere de sirayet ettiren, parçalı bir metin çıkıyor. Sevim Burak’ın bazı parçalı ve ‘görsel’ metinlerini andıran bir metin. Evin dağılmasını konu edinen bir metnin kendisinin dağılması, edebiyatın o performatif gücünü de hatırlatıyor.

Kitabın editörü Lebriz İsvan sunuş yazısına ‘Ev bir hikâyedir’ diye başlamış. Evet, öyledir ve o hikâyenin de bin bir türlü yazılış şekli var, bunlardan biri de dili dağıtmak olabilir; mesela Latife Tekin’in yıllar önce gecekonduları anlatmak için Berci Kristin Çöp Masalları’nda dili gecekondulaştırdığı gibi.

Son olarak Katja-Janga Müller’in “Herkese Ev!” metninden de bahsedelim. Bu kısa yazıda Müller evrensel bir ‘ev ilkesi’ öneriyor ve herkese evi garanti edecek bir adil dünyaya çağrı yapıyor: Üzerinde ‘herkese ev’ yazan bir pankart açar gibi.

Velhasıl, ‘ev’in metaforik ve reel anlamlarını araştıran diyalojik bir ‘ev nedir’ derlemesi bu. Derlemeden çok da buluşma gibi. Yazıda ve diğer alanlarda bu tip enternasyonal buluşmaların artması dileğiyle…

 


[i] Bu ifadeyi Övünç Demiray’a borçluyum. Kendisi sinema, edebiyat ve resimde görülen ‘pencere tipleri,’ yani ‘pencereden bakanlar üzerine şahane bir yazı yazmıştı. Bkz. Övünç Demiray,  "Pencere Tipleri ve Göçebeler", postdergi.com

 

GİRİŞ RESMİ:

Antonio Cosentino, “Ev”, Teneke, 40 x 3 x 30 cm, 2017. Zilberman Gallery, İstanbul.