Ferzan Özpetek'in kısa süre sonra Can Yayınları'ndan çıkacak olan son romanı Bir Nefes Gibi'den tadımlık kısa bir parça sunuyoruz...
Rosto neredeyse hazır. Mis gibi kokuyor. Graten sebzelerin kokusu da iştah açıcı. Buzdolabının yanında asılı duran saat 11.30’u gösteriyor. Bir saate kalmaz misafirler gelir, ömürlük dostlara misafir denirse tabii: Giulio ile Elena ve bebek bekleyen Annamaria ile Leonardo. Sergio, buzdolabına doğru dönerken gözü mutfak penceresindeki yansımasına takılıyor ve bir an için bu görüntü hoşuna gidiyor. Yakışıklı bir adam ve bunun farkında. Esmer, kıvırcık saçlı, kahverengi gözlü, geniş alınlı, dolgun dudaklı. Otuz dört yaşında, vücudu fit ve kaslı, ama spor salonlarından çıkmayanlar gibi abartılı değil.
Hemen arkasında, Giovanna mutfak masasının etrafında dönüp duruyor. İki yıldır evli, on iki yıldır da birlikteler. Ve Sergio onu, ne yaptığını gözü kapalı bilecek kadar iyi tanıdığını düşünüyor. Ama on iki yıl birbirini gerçekten tanımak için yeterli mi? Sergio ansızın dönüp Giovanna’ya bakıyor; üstünde eşofmanı, bir binanın temelini atan mimar titizliğiyle altı kişilik sofrayı hazırlıyor. Mavi gözleri düşünceli. Dağınık kısa sarı saçlarıyla, üniversite kafeteryasında tavladığı o genç kızdan farkı yok sanki, oysa ikisi de aynı yaşta, arkadaşları gibi otuzlarındalar. Sergio kendi kendine gülümsüyor: Karısını, her satırını ezbere bildiği bir kitap gibi okuyabildiğinden emin. Kendine güvenli, samimi ve karizmatik. Onda olmayan bir şey varsa o da öngörülemezlik. Belki de bu yüzden seviyor onu.
Tıpkı Testaccio’da, 1900’lerden kalma görkemli apartmandaki daireleri gibi, duruşuyla güven veriyor. Zevklerini tam anlamıyla yansıtan bu evi iki yıl önce satın aldılar, ama sanki yıllardır orada yaşıyorlar. Ev, aydınlık iki geniş bölümden oluşuyor: bir tarafta gömme dolaplı ve ebeveyn banyolu yatak odası, diğer tarafta ise salon, bitişiğinde çalışma odası ve mutfak. Mutfak, zaman içinde vazgeçilmez bir ritüele dönüşen pazar yemeklerinde dostlarını rahatça ağırlayacakları genişliğe sahip.
Sergio arkadaşlarına yemek yapmayı seviyor. Hafta içi, adliye ve avukatlık bürosu arasında mekik dokuyarak geçiyor. Uzmanlık alanı şirketler hukuku, müvekkilleri zengin, aldığı davalar milyon ciroluk. İyi kazanıyor şüphesiz, ama stresli bir iş. Yemek yapmak onun için bir terapi gibi. Tam bir gurme olarak, kavanozlar, baharatlar ve aromatik bitki saksılarıyla dolu, tam teçhizatlı geniş mutfağında yeni tarifler denemeye bayılıyor. Giovanna’yla birlikte dostlarını mutfağın tam ortasındaki, zamanla rengi koyulaşan ahşap masada ağırlıyorlar. Çünkü orası evin, ikisinin de en çok sevdiği bölümü. Buradaki her mobilya, her eşya özenle seçildi ve yerleştirildi.
Giovanna, masa örtüsü kullanmayı hiç sevmez çünkü ahşabın dokusundan çok hoşlanır. Tabakları, çatal bıçakları yerleştirdikten sonra bardakları getiriyor. Ardından da bir adım geriye gidip, tuvaldeki bitmiş tablosunu süzen ressam edasıyla eserini inceliyor. Sergio gözucuyla ona bakıyor. Yaptığı her işte mükemmeliyetçi. Giovanna şimdi buzdolabından çıkardığı kabak çiçeklerini bir demet kırmızı biberle karıştırıyor, ardından iki baby patlıcan ekliyor. Dolaptan beyaz seramik bir kâse alıp karışımı içine koyuyor: Orta süsü olarak masada muhteşem duracak.
“Hay aksi, saat yarıma geliyor ve ben hâlâ duşa giremedim!” diyor mutfak duvarında asılı saate bakarak.
Sergio fırını kapatırken, “Telaş yapma, git sen, gerisini ben hallederim,” diyor onu sakinleştirmek için. “Fırınla işim bitti zaten.”
“Ekmek dolapta, beyaz torbanın içinde...”
“Tamam, hadi sen işine bak, yoksa eşofmanla karşılayacaksın insanları!”
Bu korkunç ihtimal karşısında –konukların onu böyle paspal yakalaması– Giovanna hızla banyoya giriyor. Sergio bu arada dolaptan aradığını buluyor: Kocaman bir odun ekmeği. Yarısını dilimleyip diğer yarısını da, gerek tiğinde hemen kesmek için, ekmek tahtasında bırakıyor. Belli belirsiz gelen su sesinden karısının duşa girdiğini anlıyor. Tam o anda mutfağa açılan dış kapının zili çalıyor. Leonardo ve Annamaria olmalı, diye düşünüyor, hep de erken gelirler, apartman kapısı açık kalmış olmalı.
“Erken gelmeseniz olmaz, kahro...” derken birden susuyor.
Kimin geldiğinden emin bir şekilde gözetleme deliğinden bile bakmadan kapıyı hırsla açtığı anda şaşkınlıktan donakalıyor. Karşısında: Yılların yorgunluğuyla omuzları düşmüş, yetmişlerinde bir kadın duruyor. Omuz hizasındaki boyalı sarı saçlarının arasından değerli oldukları belli antika küpeler göze çarpıyor. Üzerinde, bedenine hafifçe oturan, dikimi kusursuz, petrol mavisi keten bir elbise var. Boynunda kehribar bir kolye, elinde ise işlemeli şık bir çanta. Yüzündeki kırışıklar hayli belirgin, ama Sergio’nun dikkatini çeken, sürmeli, insanın içine işleyen yeşil gözleri oluyor.
Sergio biraz şaşkın, biraz büyülenmiş, kadını inceliyor. Kim acaba? Tanışmadıklarından emin. Kadın da ona şaşkın bir ifadeyle bakıyor. Aslında şaşkından çok, karşısında başka birini görmeyi beklediğinden olsa gerek, sarsılmış gibi. Sonra, bir an duraksayıp gözucuyla kapı zilindeki ismi kontrol ediyor. Ama Sergio ve Giovanna henüz isimlerini zile yazmaya vakit bulamamışlar, açıkçası hiç de önemsememişler. Şimdi birden, bu yaptıkları Sergio’ya kabul edilemez bir ihmalkârlık gibi geliyor.
Sessizlik uzayınca, bu davetsiz misafir silkiniyor ve masum bir edayla gözlerine bakıp gülümsüyor: “Affedersiniz rahatsız ettim. Üstelik pazar pazar, bu saatte...”
Sergio şaşkınlıktan bir süre konuşamıyor, tam bir şey söyleyecekken kadın devam ediyor: “Adım Elsa Corti, yıllar önce burada oturuyordum.”
Elini uzatıyor. Sergio da karşılık verdiğinde kadının bir daha bırakmayacak gibi sıktığını fark ediyor. Serçe parmağında mühürlü altın bir yüzük var. Bu arada, elinden kendini tanıtmak ve istemeden yaptığı korkunç bir hatayı itiraf eden bu kadını anlayışla karşılamaktan başka bir şey gelmeyen ev sahibinin omuzlarının üzerinden içeri göz atıyor.
“Kadere inanır mısınız?” diye soruyor umut dolu bir edayla.
Böylesi net bir soru karşısında Sergio irkiliyor. Gençliğinde çok güzel olmalıydı, diye geçiriyor aklından.
“Apartman kapısını açık bulunca ev sanki beni çağırıyor gibi geldi,” diye devam ediyor Elsa. “Uzun süredir Roma’dan uzaktaydım... elli yıldır gelmiyordum bu sokağa. Bu sabah biraz yürümek için otelden erkenden çıktım. Colosseum’a gideyim derken ayaklarım beni buraya, her şeyin başladığı yere sürükledi. Etrafımdaki her şey aslında çok farklı olsa da, gözüme garip bir şekilde aynı geliyordu ve kendimi bir anda bu kapının önünde buluverdim, sanki burayı hiç terk etmemişim gibi. Evi tekrar görmeyi çok istedim. Sizi de rahatsız ediyorum, lütfen kusuruma bakmayın! Bugün böyleyim, aklım kim bilir nerede.”
“Rica ederim, ne demek, anlıyorum...” diye kekeliyor Sergio. “Anlıyorum...” Şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemiyor.
Elsa verdiği rahatsızlıktan ötürü tekrar özür dilerken bir yandan da, orada oluşunun asıl nedenini saklar gibi evin içine göz atmaya devam ediyor. Sonra bir anda kendine geliyor, “O halde teşekkür ederim, hoşça kalın. Eee, şey, sakıncası yoksa, yine gelebilir miyim?..” diyerek isteksizce geri adım atıyor.
Normal şartlarda Sergio, kendisini pazar ritüelinden ve yemek yapmaktan alıkoyan bu yersiz ziyaretçiden bir an önce kurtulmak için hiçbir fırsatı kaçırmazdı. Sadece ses tonuyla canını sıkan herhangi birini ânında başından savan Giovanna kadar olamasa da, o da düzeninin bozulmasından pek hoşlanmaz. Ama kadının halinden etkileniyor. İçinde uyanan merak duygusunu bastıramıyor.
“Gelmişken eve bir bakmak ister misiniz?..” diye soruyor bir anda, onu davet edercesine kenara çekilerek. “Ama ne yazık ki size ayıracak çok vaktim yok: Az sonra misafirler gelecek de...”
“Çok naziksiniz!” Kadının yüzü bir tebessümle aydınlanıyor. “Sizi yeterince rahatsız ettim. Aslında...” Bir an için duraksıyor. “Şöyle etrafa bir göz atsam yeter.”
Sözlerini bitirmesiyle içeri girip mutfağın orta yerine durması bir oluyor.
“Ne heyecanlar yaşadım burada bilemezsiniz, ama şimdi bambaşka bir ev sanki. Burada bir duvar vardı. Orada da kiler dolabı. Ve ocaklar tabii... o eski ocaklar,” diye mırıldanıyor. Sonra hipnotize olmuşçasına bir noktaya bakakalıyor. Pencerenin dışındaki bir noktaya.
O esnada Giovanna geliyor yanlarına. Üstünü değiştirmiş ama saçları hâlâ nemli. Tanımadığı bir ses duy muştu: Neler oluyor? Hoşnutsuzluğunu belirten bir ifadeyle bir yabancı kadına bir Sergio’ya bakarken Sergio, Giovanna sormadan yanıtlamaya çalışıyor: “Sizi... sizi tanıştırayım. Bu hanım... Elsa Corti.
Kadın, Giovanna’ya gülümserken küpelerinin parıltısı göz alıyor.
“Eşiniz beni içeri davet etme nezaketini gösterdi. Yıllar önce yaşadığım evi görmek istedim sadece, sonra gideceğim,” diyor Sergio’ya bakarak. Öğretmenine suçüstü yakalanan haylaz bir öğrenci gibi. Giovanna’nın yüzünde şaşkın bir ifade: Kim bu kadın?
Sergio hemen araya giriyor: “Yemeğe misafirimiz olduğunu söyledim.”
Ama Giovanna pek dinlemiyor onu, dikkati tamamen kadının üzerinde: Yaşına rağmen müthiş bir enerji yayıyor. Ayrıca kıyafetinin soğuk ve sıcak tonlarından, elbisenin petrol mavisi ile kolyenin kehribar rengini buluşturan cesur renk uyumundan çok etkilenmiş gibi. Siyah ve bej tonların tekdüzeliğinden bir türlü vazgeçemeyen Giovanna, bir an için kendini olduğundan yaşlı hissediyor. Elsa’nın kendine özgü bir zarafeti var. Kuşkularından sıyrılan Giovanna, gülümsemesine karşılık veriyor. Birden, bu evin eski sahibi olduğunu söyleyen yabancı kadınla empati kuruyor.
“Demek burada oturmuştunuz?” diye soruyor, kocasına anlayışlı bir bakış atarak: Kadını birkaç dakikalığına dinleseler ne çıkar! İkisi de meraktan çok hayranlık duyuyor ona. Elsa soruyu bakışıyla yanıtlıyor. Pencereye yaklaşıyor, gözlerini bir anıyı tekrar yaşıyormuşçasına tek bir noktada sabitliyor. Sessizliğin uzamasıyla meraklanmaya başlayan çift ağzından laf almaya çalışıyor.
“Yalnız mı yaşıyordunuz?” diye soruyor Sergio.
“Çocukluğunuz burada mı geçmişti?..” diye ekliyor Giovanna.
Ama kadının aklı başka yerde. Sanki konuşurken zorlanıyor, ancak kısa ve kestirme yanıtlar verebiliyor: “Hayır. Neden?.. Şey...”
“Bizden önce burada bir hanım oturuyordu. Yoksa akrabanız mı oluyor?” diye mırıldanıyor Sergio, Elsa’dan ziyade Giovanna’ya bakarak; ama kadın birden canlanıp tepki veriyor: “O nerede?”
“Kim nerede?” diyor Sergio.
“Evin önceki sahibini mi kastediyorsunuz?” diyor Giovanna.
“Evet, o. Ablam.”
Sergio şaşkınlıkla, ellerini açarak açıklıyor: “Gördüğünüz gibi... burada oturmuyor artık.”
Giovanna da endişeli. Şimdi kadına tarif edilemez bir yakınlık duymaya başlıyor.
“Bilmiyor muydunuz? Anlaşılan uzun zamandır haberleşmiyordunuz.”
“Hayır... maalesef hayır. Ama bu... çok uzun bir hikâye...”
Elsa’nın bakışları, acı bir gerçeği ağır ağır kabulleniyormuşçasına pişmanlık dolu.
Giovanna onlara evi satan Adele Conforti’yi gayet iyi hatırlıyor. Yıllarca ailesiyle birlikte o evde yaşamış, kocasının ölümünden sonra kendisine artık fazla büyük gelen evi satmaya karar vermiş. Zaten oğluna da yakın olmak istiyormuş. Çok garip. Elsa, Adele Conforti’ye hiç benzemiyor.
“Saflık işte. Hâlâ burada oturuyordur diye düşünmüştüm... onu bulmayı umuyordum,” diyor kısık sesle.
“Demek aslında onu arıyordunuz. Sadece eve bakmak için gelmediniz!”
“Evet, doğru.”
“Anlaşılan evi satıp buradan gittiğinden de haberiniz yok...”
“Hayır, bilmiyordum.”
Suskunluğunu bozan Elsa, elli yıldır ablasından haber almadığını açıklıyor. Bu sırada, izin isteme gereği duymaksızın evin içinde dolanmaya başlıyor, tavırlarından huzursuz ama öte yandan kararlı olduğu anlaşılıyor. Sanki o evden hiç gitmemiş gibi. Giovanna ve Sergio şaşkın şaşkın peşinden giderken, yatak odasına giriyor, banyoya bakıyor, çalışma odasının kapısını açıyor. Bu arada verdiği rahatsızlıktan ötürü sürekli özür diliyor.
Robot gibi, “Pekâlâ, şimdi gidiyorum,” diye tekrarlıyor. “Sizi rahat bırakacağım, merak etmeyin. Geç oldu, gitmem gerek.”
Mutfağa döndüklerinde bir kez daha pencereye bakıyor, “Ablamı daha sonra hiç gördünüz mü?” diye soruyor. “Yakın zamanda değil. En son satış akdi için notere gittiğimizde görmüştük, sonra birkaç kez telefonlaştık. Adına gelen mektuplar vardı, onları biriyle aldırmasını söylemiştim,” diyor Giovanna, duyarlı, titiz biri olmanın gururuyla.
“Nerede yaşadığını biliyor musunuz?”
“Şehir dışında, Roma’dan biraz uzakta bir kasabada. Ama dediğim gibi, telefon numarası var bizde.”
Hayatının büyük bir kısmını ailesinden uzakta geçiren bu kadın onda sempati ve merhamet uyandırıyor. Kolay olmasa da kendini onu yerine koymaya çalışıyor. Elli yıl sonra evine dönmek ve her şeyi değişmiş bulmakta insanın içine dokunan bir şeyler var. Orada artık iki yabancının oturduğunu, sevdiklerinden hiçbir iz kalmadığını görmek. Elsa kim bilir hangi endişe ve beklentiyle az önce zili çalmıştı. Ve kim bilir kaç kere o ânı gözünde canlandırmıştı. Sonra kapı açıldı ve karşısına bir yabancı, Sergio çıktı. O an belki de ablasının ölmüş olduğunu düşündü.
“Telefon numarasını verebilir misiniz bana?” Elsa tam soruyu sorduğu anda dış kapının zili çalıyor.
•
Ferzan Özpetek, Bir Nefes Gibi, Can Yayınları, 2020, s. 16-23.