“Sözlerinin arasına bir parça virgül, puan virgül ve nokta serpiştir a gözümün nuru!"

1935'ten iki dergi yazısıyla edebiyatımızın iki ünlü çiftinin ilişkilerine tanıklık ediyoruz: Suat Derviş-Nizamettin Nazif ve Mahmut Yesari-Cahit Uçuk evlilikleri birlikte üretme pratikleri açısından da anlatılmaya değer

28 Kasım 2019 11:30

Yazarların medenî hallerine, yazar evliliklerinin/ayrılıklarının edebiyatımıza kattıklarına dair kapsamlı bir çalışma yapılsa keşke. Hattâ sadece evlenen ve ayrılanlar değil, evlenmeden, bazen de 'yasak,' gizli aşk yaşayanlar listelense. [1] Bu çiftlerin eserleri üzerinden bağlar kurulsa. Mesela Şükufe Nihal’in Osman Fahri ve Faruk Nafiz’le yaşadığı aşklar… Nihal’in Yakut Kayalar ve Yalnız Dönüyorum romanları bu ‘yasak’ ilişkiler üzerinden de okunabilir. Ya Yıldız Yağmuru? Faruk Nafiz’in üvey evlat muamelesi gören romanında bu aşkın izini sürmek… Şahabettin Süleyman ve İhsan Raif, Ahmet Mithat ve Fitnat Hanım, Tomris ve Turgut Uyar... Osmanlı’dan günümüze pek çok benzer örnek, pek çok hikâye anlatılmayı, araştırılmayı bekliyor.

Yazarların, hele Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Türk sinemasının ve radyonun yıldızlarını tam anlamıyla yaratamadığı bir dönemde aynı zamanda 'magazin' figürleri olduğu, her yaptıklarının merak edildiği, ilgi çektiği de yadsınamaz.[2] Yani onlar sadece yazdıklarıyla değil, yaşadıklarıyla da var olmuşlardır.

Aşağıdaki iki metin de edebiyatımızın iki ünlü çiftine dair. Biri Suat Derviş ve Nizamettin Nazif, diğeri Mahmut Yesari ve Cahit Uçuk. Bu iki çiftin hikâyeleri de dayanışma, birlikte üretme, birbirini destekleme açısından anlatılmaya değer.

Suat Derviş’in ikinci yazar kocası Nizamettin Nazif. Daha önce Selami İzzet Sedes’le de kısa bir evlilik yapmış Suat Derviş. Bir de Nâzım Hikmet var, tabii. Suat Derviş’in Nâzım’ın “Gölgesi” adlı şiirine ilham vermesi, bugün hakkında en çok bilinen şeylerden biri. Umarım --ne yazık ki yarım kalmış-- Yaprak Kımıldamasın basıldığında, romanın ana karakteri Peyker’in aşkı, Moda’da konak komşusu olan ve şiirler yazan Fazıl’ın ilhamını Nâzım Hikmet’ten alıp almadığı da tartışılmaya, konuşmaya başlanır. 

Suat Derviş, Nizamettin Nazif’le 1933’te, Almanya’dan Türkiye’ye döndükten kısa süre sonra evlenmiş. Birlikte pek çok gazetede ve dergide çalışmışlar. Dönemin en işlek ve rağbet gören kalemlerinden oldukları için yazdıkça yazmışlar.

Öyle ki, kendi imzalarının yanında ortak olarak kullandıkları imzaları da var. Bu köşede daha önce de bahsettiğim gibi 1934 yılında Hafta dergisinde çıkan ve davalık olan ‘Ensari Bülent’ imzalı yazının hangisi tarafından yazıldığı anlaşılamıyor. Zira o sırada hapiste olan Nazif’in yazılarını hapishaneden alıp matbaalara, dergi bürolarına götüren Derviş’in ta kendisi.  

Biri Son Posta’da Çöken Boğaziçi’ni yazarken diğeri Açıksöz'de benzer bir röportaj dizisini sürdürüyor. Yani konuları, gündemleri ve yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi üretimleri iç içe.

Suat Derviş, Nizamettin Nafiz’le beş-altı yıl kadar evli kalıyor. Bu ilişkinin Suat Derviş’in eserlerinde izini sürmek isteyenlere --ikisi de henüz gazete ciltleri arasında duran, ancak yakın bir gelecekte kitap hâlinde basılacağının müjdesini buradan verebileceğim-- İki Kadın İki Aşk ve Büyük Ateş romanlarını okumalarını öneririm.

Mahmut Yesari ve Cahit Uçuk evliliği de son derece üretken olmuş. Pansiyon ve otel odalarında, içkinin gölgesine tam bir serseri hayatı süren Yesari, Cahit Uçuk sayesinde yerleşik hayata geçmiş.

Ancak kaderin cilvesi bu ya… Mutluluğu uzun sürmüyor. Sağlığına ve istirahatine dikkat etmeden geçirdiği, adeta har vurup harman savurduğu yıllar bedenini, en çok da ciğerlerini harap etmiş. Evlendikten kısa süre sonra verem teşhisi konuluyor Yesari’ye ve Yakacık Sanatoryumu’nun yolunu tutuyor.

Hastaneden kaçıp eve dönüyor ama sekiz ay sonra. Yaşamak, yazmak istiyor çünkü. Cahit Uçuk’un tedaviyi ihmal etmemesi yönündeki baskılarından sonraysa, sıkılarak evi barkı terk ediyor. Yeniden bir pansiyon odası tutup yarın yokmuşçasına yaşamaya kaldığı yerden devam ediyor.

Cahit Uçuk anılarında ayrılma gerekçesini kocasına şöyle açıkladığını yazmış.

“Sen bütün ömrünce sürdüğün bohem hayatından kopamayacaksın. Öyle ciddi ciddi verdiğimiz kararlar, dergi çıkarmak, çalışmak, sanat yolunda yeni ve beraber adımlar atmak konularında da yanıldığımı anlamış bulunuyorum. Bilmem ki anlatabiliyor muyum?”

Fakat bu ‘yanılgı’ döneminde birlikte eserler kaleme alırlar. Cahit Uçuk yazar, Mahmut Yesari üzerinden geçer (Zümrüt Yüzük-Yakut Yüzük). Mahmut Yesari başlar, Cahit Uçuk devam eder (Yıkık Çardak).

Soyadları gibi imzaları, kalemleri de birleşir. Hem gerçek hem kurmaca dünyada çift olarak hareket ederler. Suat Derviş ve Nizamettin Nazif gibi.

Türk edebiyatında çiftlerin izlerini sürmek, ortak üretimlerini saptamak, aralarındaki etkileşimi görmek açısından değerli bir çaba olacaktır.

Şimdi sizleri, 1934 ve 35 yıllarında çıkmış iki metinle baş başa bırakıyorum. Bu iki metnin, edebiyatımızın bu iki çiftinin ilişkilerini belgelemesi bakımından son derece mühim ve belki de biricik olduğunu söyleyebilirim.

Suat Derviş ile Nizamettin Nazif [3]

Hemen her gün imzalarını bir gazetede yahut bir mecmuada gördüğünüz Suat Derviş ve Nizamettin Nazif iki seneye yakın bir zamandan beri karı kocadırlar. Binlerce okuyucunun her gün bir hikâye, bir roman veya bir röportajını okuduğu bu karı koca yazıcı ile bir mecliste baş başa bulunan başka bir yazıcı arkadaşı bunların münakaşalarını zapt etmiş. Yaşayış ve düşünüşlerinden bir parça olduğu için bu notları yazıyoruz.

“Sen böylesin. Bildim bileli böylesin ve değişmeyeceksin. Tabii, bütün bunları inandığın için değil, laf olsun diye söylüyorsun. Edebiyat diye bir şey yokmuş, edebiyattan bahsetmek...”

”Züppeliktir.”

“Edebiyat yapıyorum demek...”

“Budalalıktır.”

“Vallahi Nizam kafana bir şey fır­latırım. İnat etme benimle.”

Suat Derviş, Nizamettin Nazif, Elif Naci, Peyami Safa ve ben Büyükada’da bir dostumuzun misafiri bulunuyor­duk. Yemekten sonra karşılıklı oturmuş kahvelerimizi içerken de sofrada epey uzun süren bir münakaşanın devamı içindeydik. Nizamettin Nazif ‘adına münekkit denilen insan cinsinin hiçbir devirde beğenilebilir bir numune vere­mediğini’ ileriye sürerek “Tenkit bir hatır...” demişti. “Gören, duyan, anlayan her insan, yazı sanatının, almak fedakârlığına ve oku­ma zahmetine katlandığı her parçası üzerinde durup düşünmek ve beğenip beğenmemek hakkına maliktir. Bilhassa menfi tenkit bizdeki okur­lar için en belli başlı bir hak olarak ta­nınmalıdır. Düşününüz bir kere efen­dim. Aklı başında, zevki selimi yerin­de bir vatandaş ki, bir roman cildinin veya bir tiyatro afişinin sihrine tutulmuş ve bir buçuk lirayı bayılarak bir roman almış, içinde bir şey bulabilirim ümidiyle göz nuru döküp okumuştur. Yahut ya­yı bozuk bir darülbedayi koltuğunda üç buçuk saat oturmaya katlanmıştır. Hem de üste para vererek. Bu vatan­daş bu kadar işkence çektikten sonra bir ‘beğenmedim’ demekten nasıl alıkonulabilir? Fakat ukalanın biri çı­kar da Tanrı’nın günü heykel, resim, tiyatro, senaryo, roman, şiir, şu, bu, bü­tün güzel sanat bölümleri üzerinde dırdırdır öterse… Yooo… Hayır efendim, buna tahammülümüz olamaz. Kür­sü halinde tenkit hiç kimsenin hakkı de­ğildir. Çünkü böyle bir tenkit haline bir vatandaşın yükselmiş olabileceğine inanmamız bir hayli zor olur. Farz ediniz ki falan eseri siz beğenmişsinizdir ve münekkit vatandaş bir düziye ‘şurası fena, burası fena!’ diye ötüp durmak­tadır. Size güzeli anlamadığınızı küfür eder gibi söylemekte ısrar etmektedir. Buna nasıl tahammül edilebilir?

Niza­mettin Nazif çorba içerken açılan ağzını kahve geldiği zaman hâlâ kapamamıştı.

Bir aralık Suat Derviş “Öf!” diye bağırdı. “Sözlerinin arasına bir parça virgül, puan virgül ve nokta serpiştir a gözümün nuru! Nurullah Ataç’a tahammül edemediği­ni anladık ama sen de bizim taham­mülümüzü pek fena kullanıyorsun.”

“Nurullah Ataç mı dedin? Ne mü­nasebet!”

Suat güldü.

“Münekkit denince bu memlekette hatıra gelen o değil midir?”

Nizamettin kim bilir neden, bir saniye kadar duraklamaya lüzum gördü. Son­ra gülümseyerek “Biz afaki konuşuyoruz,” dedi. “Kadın değil misin? İşi derhal dediko­du haline getirmek istiyorsun!”

“Behey sayın Bayım! Asıl ustalıkla dedikodu yapan sensin. Senin deminden beri ondan bahsetmek istediğini anlamayan mı kaldı?”

Suat Derviş ne istiyor?

Suat birdenbire mevzuu değiştirerek “Sen edebiyatın içinde, fakat onun en büyük düşmanı olarak yaşayan bir adamsın. Geçen gün de edebiyat yok­tur diye tutturmuş söyleniyordun. Ben­ce tenkit de edebi bir manayı taşıyabi­lir. Fakat nerede bulmalı o münekkidi?” dedikten sonra bir şeye inanmış in­sanların ateşiyle devam etti.

“Yalnız bizde değil,” dedi. “Bütün dünyada. Faraza benim Almanya’da çalıştığım mecmuaların hepsindeki mü­nekkitler büyük kitapçıların ve tabilerin maaşlı birtakım memurları gibidirler. Bir nevi tezgâhtar ki dükkânda kitap beğendirmeye, çalışacağına her­kesin kulağına fısıldayarak kâh iyi kâh kötü reklamlar yapmakla uğraşır. Hem bütün bunlar malum şeyler... Geçelim. Ben asıl bizde edebi kıymetlerin nasıl mahvolduklarını, hatta beliremediklerini ortaya çıkaracak bir neşriyat istiyorum. Bunun adı bittabi tenkit olmayacaktır.”

Nizamettin Nazif ısrarla sözünü kes­ti.

“Nurullah’ın aleyhinde söz söyle­miş gibi görünmek istemem. Lütfet de bu iddianı tashih et.”

“Etmezsem ne olur?”

“Çocuk duyarsa müteessir olur.”

“Olsun varsın!”

“Behey efendim; beni el alemle düşman mı edeceksin?”

“Evet... Ben benim erkek arkada­şımın yalnız benimle dost olmasını isterim.”

“Amenna... Fakat yalnız seninle dost olmak demek başkalarıyla düşman olmak demek değildir ki. Hem erkek arkadaş ne demek? Ben senin buz gibi kocanım ve mademki erkek benim, söylediklerimi yapmamazlık edemez­sin.”

Suat Derviş bir an sustu, sonra tatlı tatlı gülümseyerek “Bu ne celâdet beyefendimiz,” dedi. “Abdülhamit’in hareminde bir ca­riye değilim ben ve fikrini tashih et. Evde ben hükmederim, sen değil.”

İşte böyle bir muhavere içinde devam eden kahveler bittikten sonra iş gene edebiyata dökülmüş ve bu sefer Niza­mettin Nazif “Edebiyat da ne kelime? Bırak şu boş lafları!” diyecek olmuştu.

Kıymetli edibemizi en fazla sinirlen­diren, ‘kafana bir şey fırlatırım ha!’ dedirten sebep işte bu olmuştu.

Suat Derviş edebiyata inanıyor gibi ve kocası da inanmaz gibi görünmekten zevk alıyorlardı. Hepimiz gözlerimizi onlara dikmiş, tek kelime söylemeden dinliyorduk. Nihayet dayanamadım, bu münakaşayı tatlıya bağlamak için sordum.

“Affedersiniz... Kusur ediyorsam bağışlayın. Fakat söyleyin bana siz se­vişerek mi evlendiniz?”

Şimdi ikisi de susmuşlardı. Sonra evvela sen söyle gibilerden birbirlerine baktılar. Nihayet Nizam gayet açık yürekle ve içini tekzip etmeyen bir ses­le “Zannederim...” dedi. “Yoksa adı­na evlilik denilen büyük azaba başka nasıl katlanılabilir?”

“Ya siz Suat Derviş?”

“Nizam doğru söylüyor. Sevişme­yen insanlar birbirlerine nasıl bağlana­bilirler?”

“Kıskanç mısınız?”

“…”

“Siz Nizamettin Nazif?”

“Kıskanç... Pek tabii. Kıskanç­lık başlı başına bir duygu değildir. Kıskançlık sevginin bir unsurudur. Kahve olmazsa kahve pişirilebilir mi?”

S. Avni Mithat

 

Bir Romancının Romanı [4]

Geçen hafta romancı Mahmut Yesari ile hikâyeci Cahit Uçuk evlendi. Muharririmiz Naci Sadullah bu izdivacın hikâyesini size kısaca anlatıyor.

Ben Kadıköy’de bir aile tanırım.

Eğer harikulade kötü tesadüflerin ihaneti olmaz­sa yakında bu temiz aile ile kara­bet tesisine de namzedim.

Bir akşam bu aile reisinin bir da­vetine maruz kaldım. Ve kendisine “Maalesef,” dedim, “bir başka akşama... Çünkü bu gece size kendisinden bahs­ettiğim bir arkadaşla, Mahmut Yesari’yle buluşacağız.”

Nazik muhatabım “O halde,” dedi, “birlikte gelirsiniz. Bu vesile ile Mahmut Yesari Beyi de yakından tanımış oluruz.”

Mahmut Yesari, buluştuğumuz zaman bahsettiğim bu daveti hoş karşılamadı. Hatta dudak büktü ve “Vazgeç,” dedi, “biçare meyhaneci­lerin nafakalarına kıymayalım. Hem oturup serbest serbest konuşmak, rahat rahat içmek dururken resmi bir mecliste cendereye girmekte ne mana var? Mevcut dostlardan çektiklerimiz yetmiyor mu ki durup dururken yenile­rini peydahlayalım! Hem şimdi orada karşıma huyunu, suyunu, bilmediğim bir sürü insan çıkacak, söyleyeceklerimi ya hiç anlamayacaklar, ya yanlış tefsir edecekler. Yahut pat­tadak bir şey yumurtlayacağım, içlerin­den birinin zayıf tarafına dokunacak... Pot kırmamaya çalışacağım, bu sefer yeni kundura giymiş gibi sıkılacağım. Eğer içlerinde edebiyata yarım ya­malak merakı olanlar varsa bütün bü­tün facia! Soluk almaya vakit bırak­madan sorguya başlayacaklar: ‘Efendim, sizin Pervin Abla Fatma Hanım teyzenin kardeşi mi?’ ‘Bahçemde Bir Gül Açtı’yı niye öyle acıklı bitirdiniz?’‘Tipi Dindi sizin kendi hayatınız­mış, doğru mu?’”

Ben güldüm ve ona sıraladığı kuruntuların isabetsizliğini anlattım. İçine gireceğimiz aile hakkında verdiğim malumat, Yesari’nin yersiz endişelerini belki tamamen gideremedi.

Fakat o, ihtimal bilmediği, bu mu­hite karşı uyandırdığım tecessüsü gi­dermek, ihtimal beni kırmamak veya ihtimal, o aileye mensubiyetini söylediğim genç meslektaşı Cahit Uçuk’u yakından tanımak isteğiyle, daimi çe­kingenliğini yendi.

Bu temiz aileye yaptığımız ilk ziya­retten ayrılırken, Yesari bana kapılı­şına hiç de pişman görünmüyordu.

“Nasıl,” dedim, “korktuklarına uğ­ramadın ya?”

Her girdiği yeni âlemden zengin bir görüş ve buluş hamulesiyle çıkan dostumun kendine has alaylarına başlayacağını sanmıştım. Fakat o, kemiyetini tahlil edemediğim bir tereddütle evvela sadece “Hayır,” dedi ve birkaç adım sonra ilave etti!”

“İyi aile. Temiz aile. İyi mültefit, mütevazı insanlar. Fakat bir ikinci ziyaret için benden paso azizim!”

Hayretle sordum.

“Sebep?”

“Sen o ‘genç meslektaşımız’ın gözlerine iyi baktın mı?”

Güldüm.

“Biraz sulanıyor. Hafif nezlesi varmış.”

“Bana öyle geliyor ki o ‘nezle’ insana uzaktan bile geçebilecek kadar sâri azizim. İster misin kırkımdan sonra gözlerim sulanmaya başlasın?”

Ve gözlerini gözlerime dikip güle­rek ilave etti.

“Vakıa orada korktuklarıma uğ­ramadım. Fakat oraya birkaç defa da­ha gidersem korkarım sana saydıkla­rımdan daha korkulu bir şeye uğrayacağım.”

Beş gün sonra karşılaştığımız zaman Yesari “Yahu,” dedi, “bir akşam Kadıköy’e gidelim.”

“Tövbeyi bozacak gibisin.”

“Geçen gün bizim genç meslektaşı görmüştüm de. Benden bir roma­nımı istedi. Götürmezsem ayıp olacak.”

Meslek hayatında karşılaştığı belki yüz bin roman talebinden bir tanesini yerine getirmemiş olan dostumun söz­leri beni hayli güldürdü.

“Sen,” dedim, “ne zamandan beri atlatmayı ayıp saymaya başladın?”

O da güldü.

“O geceden beri azizim!”

*

On gün sonraki tesadüfümüzde, Mahmut’u ilk tövbesine yeniden sadık­laşmış buldum.

“Geçen akşam bir iş için Kadıköy’e geçmiştim. Evlerinin önünden geçerken çocuklara rastladım. Çiğnemek ayıp olacaktı. Şöyle bir uğradım. Sa­na selamları var. Bu gece için bekli­yorlar. Sen gidip benim için bir ma­zeret uyduramaz mısın?”

Bütün hayatını bir ‘söz’ ve ‘kayıt’ sakarlığıyla geçiren dostumun icabında hiç sakınmadan çiğnediği şu ‘ayıp’ mefhumunu sık sık ve hürmetle telaffu­za başlayışı beni için için güldürdü. Eğer Yesari’yi yakından tanımak talihine uğrasaydınız, bu tezat sizin içinizi de katıltabilirdi.

Onun bu daveti kabul için ısrar bek­leyişini hiç sezmemiş göründüm. Ve dostumu bana düşman eden bir cid­diyetle “Olur,” dedim, “bir mazeret uydu­rurum. Sen hiç merak etme!”

*

“Ben pek gitmek istemiyorum, fa­kat alakayı birdenbire kesmek de hayli ayıp olacak. Onlardan nezaketten, hüs­nü kabulden başka bir şey görmedim. Çıkarken yine beklediklerini söylemiştiler. Sonra bilhassa davet ettiler. Ona rağmen uğramadım. İstersen bu gece şöyle bir uğrayalım.”

Bu sözleri de ondan, sözüm ona istediği mazereti uyduruşumdan üç gün sonra dinledim. Ve ayıp olmasın (!) di­ye şöyle bir uğrayıp son vapurla döndük

*

“Ben içkiyi hayli azalttım. Ve öyle rahatım ki sorma. İki gün dişi sık­maya bakıyor. Bu akşam şeytanı bırak da sen de bana uy. Hem artık Babıali’deki kadeh şakaları beni sıkmaya baş­ladı. Etrafla fazla laubali oluyoruz.”

Yepyeni ve şık elbisesinin içinde güç tanıdığım Mahmut’a kolumu uzattım.

“Bir çimdik atsana Yesari?”

Zeki dostum güldü.

“Kendimi bilmem ama senin rüya­da olmadığın muhakkak azizim. Hem bu gece de karşıya geçmeye mecburum. Cebimde bizim çocuğun bir yazısı kal­mış. Götürmezsem ayıp olacak. Aile içine de içki kokusuyla girilmez a!”

Ben cevabımı yine ciddiyetle verdim.

“Doğru, ayıp olur.”

*

Eğer bu konuşmaların geçtiği sıra­larda Cahit Uçuk’u da dinlememiş olsaydım Mahmut’un bir ayıp işler gibi sıkıla sıkıla “Ben evleniyorum,” demesini belki fazla hayretle karşılayacaktım.

O, bunu söylediği gün, uzunluğun­dan dert yandığı nikâh muamelesini tamamlamaya koşuyordu. Ve ihtimal karasevda ile çok eğlendiği için, mua­mele takibinde gösterdiği bu hummalı gayretten utanç duyuyor gibiydi.

Bu ayıbını gizlemek lüzumunu hisset­miş olacak ki:

“Şu,” dedi, “nikâh muamelesi de bağır­sak gibi uzadıkça uzuyor.”

Ve dudak bükerek ilave etti.

“Bir şey değil, kıza karşı ayıp oluyor.”

Ben yine gülmedim, ve “Doğru,” dedim, “o kanunun bu işte çıkardığı bezdirici pürüzleri bilmez. ‘Bir muamelenin altından kalkmadı! Ne pısırık adam!’ der. Ayıp olur.”

*

Ve nihayet değerli dostum o en korktuğu şeye uğramış olacak ki, nikâh masasında hürriyetinin idam fermanını imzaladı. Ve ben, başından sonuna kadar resmi ve gayri resmi şahidi olduğum bu izdivacın perdesi ardında, resmî nikâh memurundan fazla çöpçatanlık ettim. Dostumun nikâh masası başındaki payansız nikbinliğinden, bazen en kor­kulan şeylerin en büyük saadeti getirdiği anlaşılıyordu.

*

Bu izdivacın meskût geçtiğim taraflarını anlatmayı, zehirli istihzasının iğnesini başkalarından önce kendine batıran dostuma bırakıyorum. Ve... Ayıp olmasın diye susuyorum.

Naci Sadullah

 

Kaynakça


[1] Kitap-lık dergisinin Mart 2003 tarihli 59. sayısının dosya konusu tam da bu aslında. “Edebiyatçının ‘medenî hâl’leri” Daha çok dünya edebiyatından örnekler verse de bu alanda yapılmış en kapsamlı çalışma henüz.

[2] Bu ilgi sinema ve sahne sanatçılarının yükselişi, popüler hâle gelişiyle azalmışsa da bugün eski hâline geri döndüğünü söyleyebiliriz. Zira bugün ne kadar göz önündeyseniz o kadar varsınız. Artık herkes biliyor bunu. Ayrıca medya da değişti.  

[3] Hafta, sayı 69, 29 Temmuz 1934

[4] Yedigün, sayı: 146, 25 Aralık 1935