Aydın Engin 1969’da başladığı gazeteciliğini (tiyatro oyunu ve senaryoları da var) sürdürüyor, başını yine birçok meslektaşı gibi “belâ”dan kurtaramıyor...
19 Ekim 2017 14:21
Kalemin Ucu: XXXIV
Bizde darbelerin sonu gelmiyor, artık olmaz diyoruz, o devirler geçti diyoruz, insanlık Mars’a uzandı diyoruz, yine bir şeyler oluyor, tanklar sokağa dökülüveriyor, sortileri korkunç patlamalarıyla tepemizde buluyoruz. Hatta bu kez bombalar, mermiler yağdı, ölümler oldu; yine dehşetengiz, o gece Ankara’yı düşünemiyorum, bırakın çocukları, yetişkinlerde de ciddî izler bırakacak bir atmosfer. Sonrası, her zamanki gibi her şey askıda!
12 Eylül faşist darbesi sırasında Aydın Engin Almanya’da, dolayısıyla dönemiyor, siyâsî göçmen olarak yurtdışında yaşamak zorunda eşiyle birlikte, on bir aylık oğulları ise İstanbul’da; bir süre sonra onu güç belâ getirtebiliyor. Her şeyden önce, göçmen yaşamının güç koşullarında ekmek parasını kazanması gerekiyor! Onlarca işe girdikten sonra deneyimli, yılların gazetecisi Engin taksi şoförü olmakta buluyor çözümü; sınavı başarıyla geçiyor. “Frankfurt kentinde insan taşımaya yetkili sürücü belgesi” ona kimseye muhtaç olmadan, ezilip büzülmeden yaşayabilme güvencesi veriyor! Hâlâ çekmecesindeymiş! O da altı yıl direksiyon sallıyor; birbirinden ilginç, çarpıcı, değişik öyküler, anılar, olaylar. Gazeteci olarak belleğe yer ediyor, her yer ediş yazma ediminin potansiyeli kuşkusuz. O yıllarda Frankfurt’a gelen Mustafa Ekmekçi’nin “Yaz bunları. Cumhuriyet’te dizi yapalım...” önerisiyle de bu “anı”ları kaleme getiriyor Engin.
Yıllar önce yazı dizisi olarak Cumhuriyet’te yayınlandığında okumuştum; şimdi en son basımı Siyah Kitap’tan: Ben Frankfurt’ta Şoförken (Haziran 2017). Aydın Engin kitabının kaç basım yaptığını bilmiyor. Zâten “Kaçıncı Olduğunu Bilmediğim Bir Baskıya Önsöz” başlıklı bir “giriş” yazısıyla başlıyor kitap. Kitap olarak ilk kez yâni gazetedeki diziden sonra İletişim Yayınları’ndan yayınlanmış (1991).
Engin’in yetkin gözlem gücüyle birlikte yazıda yol alan, nasıl tanımlamalı, şöyle diyebilirim, “sâkin ironisi” de vardır ki okuma keyfini arttırır. Bu ironi’ye gelmeden, 12 Eylül öncesi Politika Gazetesi’nde yayınlanan Engin’in Afganistan röportajını da anımsatmam gerek. Bellek kutumda saklı. O günkü gazetelerimizde yer alan haberlerden, yazılardan, röportajlardan daha farklı daha içten daha nesneldi. Öyle anımsıyorum; aklımda kalanlardan biri de, bir Afganlı’nın “tripod”uyla ya da seleli motosiklet miydi, Kabil (Kabul mu?) sokaklarında –kuşkusuz tehlikeyi göze olarak– bilgi, haber, olay peşinde koşuşu. Ayrıca “Tırmık” başlıklı köşesini anımsatmaya gerek var mı?
Tekrar şu benim tanımladığım “sâkin ironi”ye dönecek olursam, kitabın ilk cümlelerini işâretleyebilirim:
“Kimi kitapları, özellikle Marksist edebiyatın klasiklerini oldum bittim kıskandım. Kıskandığım sunumları.
“Kapağı açarsınız. İç kapak. Onu da çevirirsiniz önsöz başlar. Ama öylesine bir önsöz değil. Tek bir önsöz hiç değil. Önsözler, önsözleri izler:
“Birinci baskıya önsöz; ikinci baskıya önsöz; üçüncü baskıya önsöz... Ardından Fransızca birinci baskıya önsöz; Almanca dördüncü baskıya önsöz, İtalyanca ikinci baskıya önsöz...
“Kimi kitapların ilk üçte biri önsözlerden oluşur. Ben de kıskanırım.
“Kıskanır idim.” (s. 7)
On iki yıllık siyâsî göçmenlik yaşamının altı yılında, ekmek parası için direksiyon sallamış Engin. Kendi mesleğini, gazeteciliği yapamıyor; zâten yadırganmış ama başka çıkış yolu da bulamamış, taksi şoförlüğünü elinden geldiğince doğru ve namuslu yapmaya çalışmış. Tahmin edileceği gibi onlarca çarpıcı, ilginç anı. Bazılarını yazmış, bazılarını yazmamış. Ayrıca yaşamında bir daha hiç kullanmayacağı kendi tanımıyla “çöp bilgi” de belleğinde silinmeden duruyormuş.
Sürgünde olmak, Türkiye’deki faşist darbe, yabancı bir ülkede güç belâ yaşama gibi koşullarda Aydın Engin için yıllar ve o altı yıl da kolay geçmemiş, “uzun bir süre” olmuş. Göçmenlik sonrasındaki yıllarda, yolu her Frankfurt’a düştüğünde, dev havalimanının arkasındaki taksi otoparkına uğramadan da yapamaz olmuş: “Bu salt eski arkadaşlarımı görmek isteğinden ibaret değil. Oraya gömdüğüm altı uzun yılın belleğime kazıdığı irili ufaklı anılarla da bir kez daha buluşma isteği...”
Aradan yıllar geçmesine karşın hâlâ Frankfurt sokaklarını ezbere bilen Engin, kitabını da o arkadaşlarına ithaf etmiş: “Frankfurt Havaalanı’nda yazın sıcağında, kışın ayazında, bitmeyen bir umutla hep bir ‘Mannesheim’ çıkmasını bekleyen şoför arkadaşlarıma...”
Başka ulustan göçmenleri, hemşerilerini, üstten bakan Almanlar’ı, ırkçıları, bahşiş vermeyenleri, anadilinden başka dil bilmeyenleri, kapitalizm savunucularını, görgüsüz zenginleri, yön bilmeyenleri, parasızları, sarhoşları, garibanları, geneleve gitmek isteyen müşterileri, yanlış anlamaları, komik ve dramatik durumların yanında traji-komik durumların merkezindeki insanları Engin’in sâkin ironili kaleminden okuyoruz. Zaman zaman siyâsi göçmen olan deneyimli sıkı bir gazetecinin şoförlük durumundaki “ruh hâlini” de satırlarda buluyoruz. Samimî bir biçimde, ilk zamanlarındaki doğal acemîliklerini anlatışını da ekleyelim. Kitabın alt başlığı da “kendimle röportajlar”...
Birçok “öykü” var da, birini aktarayım. İbretlik dayanışma örneği ama öte yandan da görgüsüzlük mü demeliyim, çok paranın verdiği şımarıklık mı demeliyim, sıradan insanlara (şoför!) üsten bakmanın, işte onun öyküsü:
Lüks bir otelin önündeki durakta taksiler beklemekteyken, otelin üniformalı kapıcısı gelip Arap petrol prensleri için iki taksi ister. Heidelberg’e gidilecek, gezilip dönülecek. Engin’in sözleriyle “Vay canına! Bir iş ki tadından yenmez!”dir. 400 marklık bir iş, Engin de ikinci araba, şans o gün yüzünü gösteriyor. İki taksinin kapıları açılıyor, petrol prensleri bekleniyor. Ancak otel kapısının önünde dikilen prensler gelmiyor. Onlarla konuşan kapıcı gelip “onlar gelmiyor siz kapıya gelip onları alacaksınız” diyor şoförlere. Engin’in anlatımıyla uzaklık on adım. Belki de gelmek için dokuz adım atacaklar. Ama başka bir sorun daha var: taksilerin o kapıya gitmeleri için bütün bir adayı dolaşması gerekiyor. Kapıcı arada elçi! Prensler kararlı, taksilerin ayaklarına gelmesini istiyor, dokuz ya da on adım atmıyor! Şoförler daha da kararlı.
Biri Aydın Engin olmak üzere sıradaki iki taksici bu anlamsız şımarıklığa tâviz vermiyor ve onların gelmesini bekliyor. Derken prensler arkadaki iki taksiyi –kapıcı aracılığıyla– çağırıyor. Kuşkusuz orası Almanya, Türkiye, İstanbul olsa başka olurdu sanırım, hem de şimdiki! Arkadaki iki taksici durumu öğrenince, “Biz de gitmiyoruz” diyor. Her şeyi satın almaya alışmış Arap petrol prensleri on adımı bir türlü satın alamıyor sizin anlayacağız. Daha sonrakiler de gitmiyor, daha sonrakiler de; yâni duraktaki sekiz taksici de gitmiyor. Sonrasında, otele müşteri getiren taksiler bile almıyor petrolcüleri; şoförler güçlü bir dayanışma içine girerek, on adımı satmıyor dahası onurlarını çiğnetmiyor!
Arap prensler için çözüm güç değil. Paranın açamayacağı kapı yok gibi; yine de küçümsedikleri şoförlerden unutamayacakları bir ders alıyorlar. Sonrasını Engin’in kaleminden okuyalım:
“Nelerden sonra otelin önüne üniformalı şoförleri ile iki tane gıcır gıcır, siyah, 550 SEL Mercedes yanaştı. Ama geçen süre içinde herifleri o hale getirmiştik ki gerine gerine, gönene gönene değil, süklüm püklüm bindiler saray yavrusunu andıran Mercedeslerine.
“Savaşı –bal gibi bir savaştı bu– biz kazanmıştık. Coşku içinde birbirimizi kutladık. Mercedesler ağır ağır hareket ederken Türkçe, Almanca, Yugoslavca, Fasça, İtalyanca, ‘Yürrüüü taş arabası... Yürrüüü yavrum, anca gidersin!’ gibisinden çoksesli bir koro da yaptık.
“Dört-beş hostes kız otelden çıkıp durağa geldiler. İlk iki arabaya doluştular, ‘Hauptwache’ye lütfen,’ dediler. Topu topu 5 mark 70 feniklik berbat bir iş. Ama önümdeki Alman arkadaşla benim en keyifli işlerimizden biri oldu.” (s.149)
Doksanların başında siyâsî göçmenler teker teker dönüyordu; 17 yaşındaki çocuğu, onlarca insanı asan, binlerce insana işkence yapan darbecilerin düzeni yavaş yavaş “normal”e doğru evriliyordu. Aydın Engin de döndü doğal olarak, 12 yıldan ve de altı yıllık şoförlük deneyiminden sonra. Cağaloğlu’na geldi, gazeteciydi, nereye gitsin, Cumhuriyet’te mesleğini sürdürme olanağı buldu; ama ilk günler ilginç, bilgisayarla karşılıklı bakıştı, sonra Cağaloğlu Taksi’den bir araba ayarlayıp İstanbul’da iki gün direksiyon salladı. Ardından izlenimlerini bu kez “Ben İstanbul’da Şoförken” başlıklı bir röportajla yayınladı. Böylece ülkesinde asıl mesleğine fiilen dönerken “zorunlu” son mesleğini son kez icra ediyordu!
Aydın Engin 1969’da başladığı gazeteciliğini (tiyatro oyunu ve senaryoları da var) sürdürüyor, başını yine birçok meslektaşı gibi “belâ”dan kurtaramıyor. Ama yazmaya devam, kalemine, emeğine sağlık; bu keyifli ve öğretici kitap için de nice basımlar dileyelim...