Sanat direniştir: Fatma Tülin'le bir yolculuk

Fatma Tülin'in resimlerinde arzu var. Gözleriyle, ruhuyla yiyor her şeyi; inanılmaz bir iştahla, teniyle resim yapıyor

Bir gün, Fatma Tülin’in Paris için “derim uyuşuyor” dediğini duydum.

Ahmet Hamdi Tanpınar’dan öğrendiğim bir deyimle, “kişisel masalını” yaratabilmiş o şehirde.

Yeni sergisi Kent Kuytuları, o kişisel masalın birkaç şehre daha uğramasıyla kurgulanmış.

Paris, Berlin, St. Nazaire.

Fatma Tülin’i hep Paris’te hayal ettiğim için, başka şehirlere gidiyor olmasına tuhaf şekilde şaşırıyorum bazen.

Yıllardır gitmediğim Paris’i, Tülin benim için de geziyormuş gibi hayal kurduğum olur. İnatçı, tutkulu bir şehir gezgini olduğunu biliyorum.

Paris’in o dramatik, eski, gizemli, daracık sokaklarında yürümek, nehir gibi bir bulvardan karşıya geçmek, gene ara sokaklara dalmak, ona nasıl derin bir haz veriyor, tahmin edebiliyorum.

Bu sergisinde, eski taşları görünce birden Bordeaux zannettiğim, Orta Çağ dekoru gibi iki Paris sokağı var mesela, sarı-gri taş binaların kesişen açıları, sokaklardan birinin ucunda ışıklı bir kavis, diğerinin ucunda karanlık, ürkütücü olduğu kadar çekici bir dolambaç, bana yol bitmese, biraz daha yürüsem dedirtti. Sanatçı bir düş görüyorsa, biz de aynı düşü görebilirmişiz duygusu.

Sanki bir gizemi çözecektim, sokağın öbür ucunda. Birisi beni, Fatma Tülin’in bu sokakları sevdiği kadar sevse diye mi düşündüm? Birisi belki beni o kadar seviyor, o yüzden duymuş olabilirim bu arzuyu ve heyecanı.

Onun resimlerinde arzu var. Gözleriyle, ruhuyla yiyor her şeyi; inanılmaz bir iştahla, teniyle resim yapıyor.

Sıkı bir şehir gezgini olarak, Paris’te oturduğu mahallede hemen her gün gittiği kahvede rastladığı kişilerin portrelerini yapmak da öyle gelmiş olmalı aklına. Kendi gündelik yaşantısının, yani kişisel masalının, birer parçası yapıyor o insanları, seçiyor, zihninde sürekli yazdığı varoluşsal günceye giriyorlar.

Kent kuytuları da öyle.

Daima derin bir arayış var, bize birazını gösteriyor.

Alis'in Not Defteri, Fatma Tülin, Norgunk YayınlarıBir önceki sergisinde o portreleri izlerken iyice anlamıştım: Fransızca konuşur gibi, Türkçe konuşur gibi, resim tekniği de konuştuğu bir dil onun. Teknikte o kadar usta ki, gerçekliği iç dünyasında işleyip kendi gerçekliği olarak yeniden ifade ettiğinde, teknik bir araç olmaktan çıkıyor, görmenin kendisi oluyor teknik, gördüğü her şeyi saydamlaştıran bir bakışa dönüşüyor.

Bir sanatçının işleri bende hikâyeler yazma arzusu uyandırınca, hemen peşine düşüyorum. Fatma Tülin’le de öyle. Benim kişisel masalımda duyarlı bir noktaya denk geliyor, bana yeni bir imgelem kapısı açıyor, Alice Harikalar Diyarında masalında Alice nasıl tavşanın peşinden hiç tereddütsüz başka bir dünyaya giriyorsa, ben de sanatçının peşinden o hayal âlemine dalıyorum hemen.

Fatma Tülin’in kent kuytularında nasıl dolaştığı hakkında, yazdığı iki metin sayesinde epey fikir edindim.

Portreye Yolculuk adlı denemesinde, o Paris portrelerine nasıl hazırlandığını anlatıyordu. Alis’in Not Defteri kitabında, resmini yapacağı enginarlar sanki bağımsız bir kişilik edinmişlerdi. Her iki metinde sanatçıyı Paris sokaklarında dolaşırken izliyorduk.

“Kurguyu ve gerçeği sonsuza kadar çoğaltabiliriz” diyordu kitapta. Bana kalırsa, bütün çalışmalarında yaptığı tam da bu. Gene her iki metinde, sanatçının hem kişisel masalında dolaşıyorduk hem de çalışmaya nasıl hazırlandığını görüyorduk, okura böyle bir ayrıcalık tanıyordu.

Kendini o kadarcık göstermeyi seçmişti. Ne çok az ne fazla. Fatma Tülin kendini kolay ele veren bir sanatçı değil.

Mesela, bir konuya hazırlanırken önce fotoğraf çekmeyi sevdiğini ilk o metinlerden öğrendim. Kendisine de sorabilirdim elbet, ama sorulara da en beklenmedik cevapları verebildiğini artık biliyorum.

Yeni sergide, liman kenti St. Nazaire ağırlıkta. Atlantik Okyanusu. İnanılmaz renkler, insanı bir duygudan diğerine savuran bir renk skalası, ışık aralıkları, sema ayini gibi bir kurgu, bütün o devinim içinde film izler gibi bir şehrin parçalarını yakalıyor insan, birkaç bina, tersane, kocaman yılan gibi bir şekil, meğer dev bir çapaymış, sanayi çağrıştıran bacalar, köprü, karmaşık bir düş sanki.

Sarılar başka sarıların peşinde, onları da pas rengi kovalıyor, derken inanılmaz bir mavi çıkıyor ortaya, ardından yeşiller, bazen morluklar. Alis’in Not Defteri’ndeki bir cümleye gidiyor aklım. “Hayat, morla yeşilin savaşından başka nedir ki?” O cümleyi, mor ve yeşil enginarların çürümesini izlerken yazmış, yıllar önce.

St. Nazaire tablolarındaki morlar ve yeşiller bambaşka, ışık göllerini andırıyor.

Fatma TülinBu renk kurgusunun, tekrar eden renk motiflerinin bir anlamı var mı senin için, diye soruyorum. Altından bir şey çıkacak beklentim var sanki. Ama öyle değil. “Renklerin ruhumla hiç bağlantısı yok, tamamen görsel” diyor Tülin. Boşa sallamışım.

İlk defa dış mekân çalıştığını söylüyor sonra. Çok güzel bir hikâye anlatıyor. Sanki St. Nazaire etkisi ve bu resimlerin yapılması bir macera filminin özeti, öyle merakla dinliyorum.

II. Dünya Savaşı’ndan derin izler taşıyan bir yer. Savaşta birçok insan buradan kaçmaya çalışmış. Almanların denizaltı üssü var ve hâlâ duruyor, hiçbir bombardıman yok edememiş.

Ürkünçlük, kabalık olan, sert bir yer, güzellik yok, çirkinliğiyle etkileyici, diyor Tülin. Kent ölgün. Kıyıda beton yığını, diye anlatıyor. Simsiyah. Dev tersane hâlâ işliyor.

Fakat bir ışık sanatçısı davet etmişler, vinçler, depolar, hangarlar, silolar, hepsini ışıklandırmış, şölen gibi bir tasarım, geceleri ışıklar yanıyor, köprü kalkıyor, gemiler limana giriyor. İçinde durduğun bina ile önünden geçen yük gemisi yüz yüze, çanlar çalıyor.

Perspektif duygum sarsıldı, alışık olmadığım bir peyzaj ve geometri, diye anlatıyor. Son derece fotojenik, sanata uygun bir yer çıkıyor böylece ortaya.

Loire Nehri’nin ağzı. Oradaki ufuk genişliğini, sınırsızlık duygusunu başka hiçbir yerde yaşamadığını söylüyor Tülin. Suda ve gökyüzünde sürekli renk değişimi müthiş, yakalaman mümkün değil, diyor. Peki, nasıl yakaladı? Bir seferinde, 15 gün, evden hiç çıkmamacasına, büyük coşkuyla çalıştım, diye anlatıyor.

Alis’in Not Defteri’ndeki bir cümleden parça hatırlıyorum gene; “…boya iştahıyla kıvranıyorum” diye yazmış.

St. Nazaire resimlerinin bazıları sulu boya gibi, akışkan, dolaşkan, bazıları da gayet sakin ve kütleli, yağlı boya gibi. Nedir bu malzeme? Guaş, diyor. Şaşırıyorum.

Sulu boyayı andıranları nasıl yaptığını anlatınca, şaşkınlığım daha da artıyor.

Kâğıdı ıslatıyor, tamamen ıslatıyor. Ama bunun dozu da önemli, zamanlaması da. Üzerine guaşla âdeta saldırıyor diyeceğim, zamanla bir yarış bu. Kâğıt kuruduğu an, resim bitmemişse, her şey bitmiş demektir, baştan başlayacak. Tekniğin ve doğanın hızıyla, öylesine kararlı, bilinçli, odaklanmış, kontrollü bir süreç bu. Yakup’un melekle güreşmesi gibi biraz. Her an karar vermek, hiç durmaksızın.

Sonradan düşünüyorum, Portreye Yolculuk denemesinde “her adım bir karar çıkmazı” diyen ufak tefek kadın, bu ıslak kâğıt ve boya güreşine giren devle aynı kişi, aynı kadın. Kendimden biliyorum, en büyük kırılganlıkla en büyük güç nasıl bir arada olabiliyor.

Cesaret ve korku yan yana. Kararlılık ve tereddüt. Hepsinin bir yeri var.

Fatma TülinAlis’in Not Defteri’nde, tam 12 gün süreyle o enginarların çürümesini bekleyen, her ışıkta seyreden, düzinelerce fotoğrafını çeken, her gün çıkıp Paris sokaklarını arşınlayan, bir kumpasa hazırlanır gibi, her fırçayı, her boyayı, her defteri, her tuvali inanılmaz titizlikle, bin bir tereddütle seçen kişi, aniden harekete geçiyor:

“Boyaya dokundum-

Geri çekildim– durdum.

Kimyayı bekledim.

Bir süre sonra ani bir hareketle tuvale doğru uzandım.”

İşte, aynı sanatçı Portreye Yolculuk'ta yazıyor: “Boş bir tuvalin karşısı benim için en zor mekândır. Başlangıç hamlesini ertelemek için çeşitli bahaneler üretirim.”

Bu bahanelerden birinin Paris sokaklarında yürümek olduğunu biliyorum şimdi. O denemede, benimle sayfa komşusuydu ve ikimiz de tesadüf farklı birer Patrick Modiano romanından yola çıkmıştık. Fakat Fatma Tülin, tarihin peşindeydi. Gene II. Dünya Savaşı. Yitip yok olan bir insanın son izleri.

Ama Alis’in Not Defteri’nde, aynı savaşta aynı Paris’te yazı yazan Simone de Beauvoir’ın yaşadığı otel odasını ziyaret de var. Cels Sokağı’na ulaştığında, “Hazinemi buldum” cümlesiyle ifade ettiği sevinç.

Fatma Tülin’i bu metinlerde Paris sokaklarında izlersek eğer, her seferinde başka bir sürpriz çıkıyor karşımıza, tıpkı resimlerinde olduğu gibi. Şehrin yarısını kat ediyor, labirent gibi sokaklar aşıyor, ürkütücü kuytulara dalıyor hakikaten, büyük bir gizem peşinde sanıyoruz, sonra bir bakıyoruz ki, resim malzemesi ve kırtasiye üzerine uzmanlaşmış bir dükkânı arıyormuşuz meğer.

Ama arada bütün bir tarih kat etmişiz, önümüzde kocaman bir imgelem açılmış, şahane bir kişisel masala tanık olmuşuz. Annesinin 1943’te Taksim’de çekilmiş bir fotoğrafına ulaşıyoruz mesela. Peşine düştüğü yarı gerçek-yarı kurmaca roman karakteriyle garip özdeşlikler var aralarında.

Fatma Tülin için bu tutkulu şehir yürüyüşlerinin, bu kent kuytularının bir hatırlama ve gönlünde yaşatma görevi olduğunu, bazı duyguları canlı tutma ve tazeleme çabası içerdiğini, bir direnme yolculuğu olduğunu anlıyoruz.

“Derim uyuşuyor” derken “tarih çekiyor” da demişti, Paris için. Şimdi hatırladım.

Hatta anlıyoruz ki, Fatma Tülin için sanat aslında bir direniş.

Metinlerdeki kadın, bir roman karakteri, bir film kahramanı gibi o sokaklarda ve kuytularda dolaşadursun, biz, bugünkü Tülin ve ben, sergide çok sevdiğim iki resmin karşısında duruyoruz. Guaşın muhteşem yağlı boya ölçeğinde olduğu resimlerden bunlar.

Arkada duran, nefis bir natürmort âdeta. İki kunt kütle yan yana, birisi kum sarısı, diğeri acı kahvemsi, arka plan harika bir gri-beyaz. Tülin’e dönüyorum, “Berlin” diyor. Gülüyoruz. O tek kelimede neler gizli. O da Berlin’i sevmiyor, benim gibi. O yarım kalmış, bir türlü bütünleşememiş kent.

Davetli olarak gidip kaldığı bir ay boyunca panik atak yaşamış. Tanımsız mekân, diyor, bitimsiz mekân, rastgele. Hâlâ çok yaralı bir şehir, diye anlaşıyoruz. Soykırımlar, ölüm kampları. İnsanî yıkım rahat bırakmıyor insanı. Bir tek anısı, ondaki aşırı duyarlılığı mükemmel tanımlıyor.

Tren garında anons yapan ses, bana o filmlerde gördüğümüz, ölüm kamplarına giden trenleri hatırlattı, o gar sahnelerindeki anonsların aynısı gibi geldi, diye anlatıyor.

Ama kâbusun çıkarttığı resim, muhteşem. Estetik bir eleştiri, sanatsal bir direniş.

Fatma TülinGeliyoruz diğer yağlı boya sakinliğindeki resme. Sarılar, pas renkleri, gene kum rengi var sanki, bu bir kumsal, St. Nazaire’den. Ve içinde inanılmaz bir kobalt mavisi duruyor. Bir bina duvarı mı, plaj kabini mi, gökyüzünden armağan gibi bir mavi.

Sergideki St. Nazaire resimlerinde ikide bir karşıma mavi çıkıyor, farklı tonlarda. Bir kapı, bir aralık. Ama renkleri sordum artık, bir daha cesaret edemem. Portreye Yolculuk denemesine dönüyorum bir an. Fatma Tülin’in şehir yürüyüşleri aynı zamanda bir renk cümbüşü olabiliyor, söylemeyi unutmuşum.

Kırmızı kiremitlerden sımsıcak kahverengiye geçiyor, sonra bir sürpriz, “renkler derinleşiyor, çivit mavi dipsiz kuyu…”

Alis’in Not Defteri’nde, bir iştah pasajı: “Sulu, tatlı bir kayısı, okkalı bir çikolata sosu, kıpkırmızı bir karpuz gibi canım yağlı boya istiyor.

Dokusu, sesi, kıvamı…”

Simone de Beauvoir’ın güncesinde “Çiçeğe durmuş badem ağaçlarını kıtır kıtır yemek istedim, günbatımının gökkuşağı nugasından ısırmak istedim” cümlesiyle ifade ettiği varoluş şevkini hatırlattı bana.

İşte, Fatma Tülin’in bu St. Nazaire resimlerinde karşıma çıkan mavi de öyle iştah dolu.

Direniş mavisi diyorum ben ona.

Son olarak, gene Paris. Siyah beyaz tonlarda bir triptik. İki yanda gene yılankavi, dolambaçlı sokaklar, bu sefer binalar da tombul ve bükülmüş, çarpık bir perspektif, taş baskı havasında resimler, ortada düş gibi, bulut gibi, dinamik bir gri kütle. “Hayır, korkmuyorum kuytulardan” diyor Tülin. Düşünsene, diye anlatıyor, belki devrim öncesinden kalma, atlı arabaların geçtiği sokaklar bunlar. 300 yıl aradan sonra, bir başka kadın dolaşıyor şimdi orada. “Bu sokakların bazılarında karanlık işler de dönüyordu herhalde” diyor. “Ama o bütünlük beni çekiyor işte.”

Kendi masalından kattıkları da var tabii, diye düşünüyorum.

Bu bazı şeylerden ürküp de bazı yerlerde tamamen korkusuz dolaşan Fatma Tülin, bendeki Tülin’le de uyuşuyor aslında. Kırılganlık, onun için bir güçlü olma yolu, diye yorumluyorum.

Onun fenomenal dünyasında, bir pencerenin dışında, bugünkü Paris, 70 yıl önceki Paris olabiliyor ansızın, işgal altında, az sonra sokağa çıkma yasağı başlayacak.

Portresini yapmak için peşinde dolaştığı, fotoğraflarını çektiği, dost oldukları o Parisli halk kadınıyla, belki bir başka gün görüşmek bile istemeyecek.

“Yaratıcılığın gaddarlığı …esinlenilen özneyle aslında ilgilenmemek.”

Öyle de soğukkanlı ve ilginç sırlar döşemiş metinlerine, resimlerindeki sürprizler gibi, bir köşeyi dönünce, karşınıza çıkıyor.

Elbette bir sergide, bir yazıda çözemeyeceğim sırrını.

Bir tek şey geliyor aklıma. Fatma Tülin diyorum, (ama içimden söylüyorum bunu, o da ilk burada görecek) yeniden İstanbul sokaklarını, İstanbul’un kuytularını da bir dolaşmaya başlasa, kim bilir ne muhteşem şeyler çıkacak ortaya.

 

 

Kent Kuytuları sergisi İstanbul’da, Teşvikiye’de 44-A Galeri’de, 6 Nisan’a kadar.
Fatma Tülin, Portreye Yolculuk, Notos 53, Ağustos-Eylül 2015
Fatma Tülin, Alis’in Not Defteri, Norgunk Yayıncılık, 2011