Son 10 yılda Makyavelizm bir siyasî zekâ örneği ve liderlik başarısı olarak pazarlanırken, ilkeler ve değerler geri plana itildi; siyasete "seçim kazanıldığı sürece her şey mubahtır" mantığı egemen oldu...
05 Nisan 2018 17:30
Birkaç yıldır milliyetçi-muhafazakâr cephenin parolasına dönüşen “Yerlilik ve millîlik” aslında Türkiye toplumunun yabancısı olduğu bir ölçü değil: Kemalist’i AKP’lisi, seküleri muhafazakârıyla bu toprakların ortak paydası Türk milliyetçiliğidir. Kimi zaman “fütuhat” sevdasında kimi zaman “homojen bir toplum kurma” düşünde (“Türkiye’de Türk olmayanların hakkı köleliktir” şiarında) kimi zaman “Tam Bağımsız Türkiye”ci “içe kapanma” fantezilerinde karşılık bulan Türk milliyetçiliği gündelik yaşamdaki ağırlığının yanısıra entelektüel-siyasal düzeyde de Türkiye’ye özgü bileşimler meydana getirmiştir: Mesela dünyanın birçok yerinde ilkesel olarak enternasyonalist olan Marksistler, burada anti-emperyalizm kisvesi altında milliyetçilik yaparlar. Seferberlik görev ilanına gerek kalmadan “vatan cephesi”nin “gönüllü askeri” olmaya koşacak “solcular” vardır Türkiye’de.
“Kıbrıs fatihi” Ecevit’ten, “Afrin fatihi” Erdoğan’a siyasal figürler ve milliyetçiliğin etkileşime girdiği “yan” akımlar değişse de milliyetçilik bazen Kemalizm’le bazen siyasal İslâm’la eklemlenen temel akım olma özelliğini korur. Yeni Türkiye ile Eski Türkiye arasındaki “istikrar” ve sürekliliğin temelinde Türk milliyetçiliğinin değişmez çekim gücü vardır.
Demokrasinin evrensel değerlerine inananlar için milliyetçiliğin iyisi kötüsü olmaz ama tarihsel bir karşılaştırma çerçevesinde Türk tipi “milliyetçiliğin” zaten alçak bir seviyeden başladığı “kültürel yolculuğu”nda giderek irtifa kaybettiğini göstermek, “yerlilik ve millîliğin” Türkiye’deki seyrinin anlaşılması açısından faydalı olacaktır.
***
Mustafa Kemal, öncelikle bir Türk milliyetçisiydi ve Batı’ya büyük ölçüde Ziya Gökalp’in Tanzimat aydınlarından devralarak formülleştirdiği “hars-medeniyet” ayrımı çerçevesinde bakıyordu. Batı’da “çoğulcu demokrasi”nin kurumlarını, “kuvvetler ayrılığı”nı ya da “yargı bağımsızlığı”nı değil “giyim-kuşam”, “alfabe”, “medeni kanun” gibi inkılapları zorunlu kılan bir kültürel evren görüyordu Mustafa Kemal; yani Batı zihniyetinin temellerinden ziyade sonuçları ve tezahürleriyle ilgileniyordu. Ama bu da yabana atılamayacak bir “ilgi”dir ve Mustafa Kemal’in belli alanlarda görece “medeni” bir lider olmasını sağlamıştır.
Erken Cumhuriyet’in “yerli ve millî” kültür arayışına içkin “bilimsellik” ısrarının kültür alanında öngörülmedik olumlu sonuçları olmuştur. Bütün dillerin Türkçe’den doğduğunu kanıtlamaya çalışan Güneş Dil Teorisi ya da Sümerler’in Türk olduğunu “ispatlayan” Türk Tarih Tezi gerçekdışı bulgulara dayanan ve siyasal bir ihtiyaca yönelik olarak hazırlanmış, ısmarlama- faşizan teorilerdir ama müzik alanında yapılan araştırmalar, Bela Bartok’un Türkiye’ye davet edilmesi, Anadolu folklorünü sistematikleştirme çalışmaları, üniversitede filoloji bölümlerinin kurulması ve Auerbach gibi araştırmacılara sağlanan imkânlar “faşizan” olmak şöyle dursun epey “medeni” atılımlardır.
Tam da bu aşamada belirgin bir çatallanma göze çarpar: Tek parti diktatörlüğüyle yönetilen erken Cumhuriyet’in siyasal alandaki geçerli ölçüsü “yerlilik ve millîlik”tir; onun için 1915 olayları geçiştirilmiş; Takrir-i Sükûn ilan edilmiş; 1934 Trakya-1938 Dersim harekâtlarıyla “Türkiye’de Türk olmayanların hakkının ne olduğu” hatırlatılmıştır. Kültür alanına ise farklı bir “üslup” egemendir; hem iş yapma tarzına hem de mekâna sinen bir üsluptur bu: üniversite kampüsünde, postane binasında, kışlalarda, 1910’ların “Milli Mimarî” akımının ürünü olan iskelelerde dolaşımdadır; kaskatı ve gıpgridir ama sonuçta bir üsluptur. Bu “sonuçta bir üsluptur” tesellisine “üslupsuzluğun” egemen olduğu 2018 Türkiyesi’ne geldiğimizde tekrar döneceğim.
Kemalizm siyasal düzlemde “yerlilik ve milllîği” aşamayıp en sonunda “elinde Kur’an’la meydanlara inen general Kenan Evren” gibi “yerli ve millî” terkipler yaratırken kültür alanında “yerlilik ve millîlik” birtakım bireysel çabalarla da olsa fersah fersah aşılmıştır.
Erken Cumhuriyet’in siyasal ve kültürel düzeyleri arasındaki bu farklılaşmayı nasıl açıklayabiliriz? Bu soruya yanıt verebilmek için farklılıklar kadar etkilenme ve iç içe geçme anlarına (belki daha çok onlara) odaklanmak gerekir. Mustafa Kemal, Batı’dan şapkayı ve alfabeyi alırken kuvvetler ayrılığını reddetmiş hatta yasaklamak istemişti - Montesquieu’yle karıştırdığı Rousseau’ya “kuvvetler ayrılığı”nı dünyanın başına bela ettiği için “tam bir mecnun” yakıştırmasını yapmıştı. Yani konu mutlak iktidar olunca, her bakımdan “yerli ve millî” idi. Ama topluma “şapka” giymesini söyleyip şapka takan kafanın içindeki Batılı fikirlerden uzak durmasını istemek “hayatın doğal akışı”na aykırıdır ve erken Cumhuriyet bu paradoksu aşarak Kemalizm çerçevesinde Batılı bir hümanizma nosyonuna ulaşan Hasan Âli Yücel gibi şahsiyetleri de yetiştirmiştir. Kemalizm siyasal düzlemde “yerlilik ve milllîği” aşamayıp en sonunda “elinde Kur’an’la meydanlara inen general Kenan Evren” gibi “yerli ve millî” terkipler yaratırken kültür alanında “yerlilik ve millîlik” birtakım bireysel çabalarla da olsa fersah fersah aşılmıştır (Hasan Âli Yücel’in Tercüme Bürosu “yerlilik ve millîlik” neyi gerektiriyorsa tam zıddını yapan bir kültürel atılımdır. Mavi Anadoluculuk da Iyonya’ya uzanan bir kültürel köken arayışı bakımından kısmen yerli olsa da “millî” değildir - Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat'ta yerlilik ve millîliğin çarpıştığını görürüz).
60’lar ve 70’lerdeki “Köylülük” savunusu, Hasan Âli Yücel gibi Kemalistlerin evrensel hümanizma nosyonundan uzaklaşıp “yerlilik”te ısrar eden “buralı” bir edebiyatı yeşertmiştir. “Köycülük”, merkezî iktidar karşısında “yerelliğin” savunusu olmaktan çok merkezî iktidarın köyü ve köylüyü Türk milliyetçiliği ve kalkınma ideolojisi sınırları içinde evcilleştirme stratejisinin bir uzantısı olmuştur. Fakir Baykurt’tan Mahmut Makal’a köy edebiyatı saldırgan bir “yerlilik ve millîlik” telkin etmese de etrafı dikenli tellerle örülü bir “bizim köy” imgesini yeniden üretmiştir.
Bozkırdaki Çekirdek’le köy edebiyatını ve “köy enstitüleri”ni eleştiren Kemal Tahir, özellikle 60’larda “yerlilik ve millîlik” kültürüne yeni bir soluk kazandırmıştır. Büyük ölçüde ATÜT tartışmalarından aldığı ilhamla, Türk insanı ve Türk toplumunun Batı’dan farklı olduğunu ileri süren Kemal Tahir’e göre Batı toplumu sınıflıyken Doğu toplumu sınıfsızdır; Osmanlı köylüsü feodal beyden özgürlüklerini satın almak zorunda olmadığı için onunla savaşma gereği duymamıştır vb. Kemal Tahir’in “yerli ve millî” köken ısrarı Devlet Ana gibi romanlarını “roman olmaktan” çıkartıp, milliyetçi (ve Osmanlıcı) hamasetin sanat yapıtını nasıl berbat ettiğini gösteren bir handikapa dönüşmüştür.
AKP devrine gelmeden önce, 1990’ların sonuyla 2000’lerin başında yükselen ulusalcı-faşizan “yerlilik ve millîlik” vurgusundan da söz etmek gerekir. Batı’nın liberal-demokratik değerlerinden nefret eden; giderek ultra-milliyetçi bir çizgiye savrulan Rusya ve otoriter-despot Çin’in oluşturduğu Avrasya blokuna girmeyi savunan bu seküler-ulusalcı çizgi, kavgayı ve hamaseti elden bırakmayan, alabildiğine saldırgan bir “yerli ve millî” kültürü yıllar içinde yerleştirmeyi başardı. Bu kesimin Kürt ve Ermeni sorununa bakışı AKP’nin mevcut çizgisiyle uyumlu olduğu için bugün iktidarla yerli ve millî cephede buluşmuş olmalarına şaşırmamak gerekir. Kendileri değilse bile fikirleri iktidarda; Erdoğan’ın İslâm’ı güncelleme vaadi aralarındaki “aşılmaz" farklılığı da bir miktar yumuşatmış olmalı.
Bu arkaplanla birlikte düşünüldüğünde, AKP tarzı “yerlilik ve millîlik” bugün kültür alanında ne ifade ediyor? Bu soruyu AKP’nin siyasal kimliğinden bağımsız olarak yanıtlamak zor. AKP, maddenin sıvı hâlinde faaliyet gösteren, “akışkan” bir parti. İsterseniz “popülist” de diyebilirsiniz, ama Avrupa’daki popülizm örneklerinde (demokrasi sicili bakımından bize “daha yakın” ligin üyeleri olan Polonya, Macaristan ya da Slovakya’da) bu kadar çok manevra yapan popülist partilerle karşılaşmıyoruz. Cumhuriyet tarihinde Kürt sorununu çözmeye en çok yaklaştığı gibi çözümü en çok zorlaştıran parti de AKP. Türk milliyetçiliğiyle bu kadar açıktan hesaplaşan ve onu bu kadar çok bayraklaştıran parti gene AKP. Kafamızı öteye çevirdiğimiz anda hemen sandalye değiştiren bir zihniyet iktidarda. AKP ve Reis’i, 2015 Haziran seçimlerinde yaşadıkları oy kaybını Çözüm Süreci’ne bağladıkları için “yerlilik ve millîlik” kararı aldılar ve iki buçuk yıldır toplumca “yerli ve millî” bir hava soluyoruz. Önümüzdeki seçimde dengeler değiştiği takdirde “yerli ve millî” çizgiden tornistan edilmeyeceğinin bir garantisi yok.
Bu tablodan oldukça Makyavelist ve pragmatist bir manzara çıkıyor. Son 10 yılda Makyavelizm bir siyasî zekâ örneği ve liderlik başarısı olarak pazarlanırken ilkeler ve değerler geri plana itildi; siyasete “seçim kazanıldığı sürece her şey mubahtır” mantığı egemen oldu. Bu Makyavelist ve akışkan siyasetin son durağı “Yerlilik ve millîlik” .
AKP, kültürel iktidar alanındaki “iktidarsızlığı”nın farkında ve muhafazakâr-milliyetçi çevrelerde bunu gidermeye yönelik bazı çabalar ve arayışlar var. Üniversitelerden “solcu” akademisyen ihraç etmek, kültür alanındaki çaresizliğinin bilinciyle saldırganlaşan ve gıptayla baktığı yeri gasp etmeye yeltenen yırtıcı bir iktidar zihniyetine işaret ediyor.
İktidarın bu akışkan kimliğinin kültür alanındaki karşılığı, zamanı ve mekânı kuşatan bir “üslupsuzluk”. Erken Cumhuriyet’in kültürel geleneğine bakıldığında, “sonuçta bir üslup var” diye avunmanın mümkün olabileceğini söylemiştim. AKP devrinde böyle bir şey pek mümkün değil. Mimar Sinan’ın örme taştan yaptığı anıtsal camileri betonarme inşaat teknolojisiyle taklit eden yeni nesil camilerden Osmanlı padişahının İngiliz elçisini tokatladığı dizilere kadar kültür alanını kaplayan “sakillik” günümüz estetiğinin alametifarikası.
AKP, kültürel iktidar alanındaki “iktidarsızlığı”nın farkında ve muhafazakâr-milliyetçi çevrelerde bunu gidermeye yönelik bazı çabalar ve arayışlar var. Üniversitelerden “solcu” akademisyen ihraç etmek, kültür alanındaki çaresizliğinin bilinciyle saldırganlaşan ve gıptayla baktığı yeri gasp etmeye yeltenen yırtıcı bir iktidar zihniyetine işaret ediyor. Ama bu kadar saldırgan ve yırtıcı olmayan başka arayışlar da var: “Yerlilik ve millîlik” projesine öncülük edebilecek “sürükleyici bir figür” eksikliğini tarihsel figürlerle kapatmaya yönelik arayış bunlardan biri. Necip Fazıl’ın, Mehmet Akif’in, Kemal Tahir’in son birkaç yıldır bu kadar sık gündeme gelmesi biraz da günün boşluğunu tarihi yardıma çağırarak doldurma kaygısından kaynaklanıyor.
“Yerli ve millî” köken arayışı çerçevesinde geçmişe dönüş sırf Türkiye sağına özgü bir tavır değil. Güncel bir örnek olarak İtalya’daki aşırı sağcı Birlik Partisi ve onun “yerli ve millî” lideri Matteo Salvini, son seçim kampanyasında bir yandan İslâm’la Batı dünyasını bağdaştırmanın imkânsız olduğunu, Euro para biriminin insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu, beyaz ırkın Avrupa’dan silinmek üzere olduğunu ileri sürerken öte yandan iktidar oldukları takdirde “yüksek İtalyan kültürü”nü yeniden canlandırmayı, İtalya’daki sanat kurumlarını, müzeleri ve kültürel mirası ihya etmeyi vaat ediyordu.
Faşistlerin köken arayışlarından bağımsız olarak “yerli ve millî” kültür ısrarı, sanat tarihinde sapma ve gerileme süreçlerinin bir semptomudur. Ne “yüksek İtalyan kültürü”nün ne de Türk edebiyatını evrensel standartlara kavuşturan yapıtların çıkış noktası “yerlilik ve millîlik”tir. Sanatta “yerlilik ve millîlik” nitelikli yapıtların değil hamaset ve demagojinin malzemesidir. Tarihte önemli bir yazarın veya ressamın “yerli ve millî” düşüncelere sahip olduğu görülmüştür ama düşünce-ideoloji alanından sanat alanına geçildiğinde tümüyle “yerli ve millî” ölçütlere dayanarak nitelikli ürünler verebilmiş yazar veya sanatçı yoktur. T. S. Eliot, bir muhafazakârdır ama şiirleri, örneğin The Waste Land bir muhafazakârlık manifestosu değildir. Ya da İsmet Özel’in kalburüstü şiirlerine bakıp onun AKP devrinde, yerli ve millî bir estetik anlayışıyla yetiştiğini söyleyemeyiz.
Edebiyatta, sanatta ve estetikte “niteliğin” evrensel ölçütleri vardır ve bu ölçütler yerlilik ve millîlik sınırlarını aşar.