Fatoş Güney: “Yazmak, ölümden bir şey koparmaktı.”

"O kadar zorluktan, çekilen onca acıdan sonra insanın yüreği bir ödül bekler ya! Sürgünde de olsak Yılmaz ailesiyleydi, hep birlikteydik. Sinema için gerçekleştirecek projeleri vardı, birlikte yapacaklarımız, düşlerimiz… Ama olmadı."

26 Kasım 2020 15:12

Fatoş-Yılmaz Güney aşkı bugüne kadar birçok belgesele, anı kitabına konu oldu. Cezaevi, sürgün, ayrılık gibi çetin süreçlerle daha da güçlenen bu aşkı ilk kez birinci ağızdan öğreniyoruz. Fatoş Güney nice zorluklara rağmen bugün hâlâ içinde yaşattığı duyguları tüm ayrıntılarıyla bizzat kâğıda döktü. Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun, İthaki Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. “Hiçbir şey sonsuzlukta yok olup gitmek kadar acı olamazdı. Yazmak, ölümden bir şey koparmaktı” diyerek kalemi eline alan Fatoş Güney, kitapta birlikte mücadele etmenin, birlikte olgunlaşmanın, birlikte direnmenin hikâyesini aktarıyor. Okura bu büyük aşkı anlatırken, sinemamızın öncü figürlerinden Yılmaz Güney’in hayatına, filmlerine, darbeler tarihine, değişim ve dönüşüme inanmış bir kuşağın anlam dünyasına da ışık tutuyor.



Yılmaz Güney, Kayseri Cezaevindeyken.

Bugüne kadar Yılmaz Güney’i ve aşkınızı anlatan pek çok kitap yazıldı, belgeseller çekildi. Siz de onun yaşamının, sanatının, fikirlerinin en yakın şahidi, hayat arkadaşı olarak bu kitabı onun gidişinin ardından 36 yıl sonra okurla buluşturdunuz. Aslında kâğıdı kalemi ilk kez 1989’da elinize alıyorsunuz. Sizin için tamamlamak son derece meşakkatli olmalı. Biraz o süreci anlatır mısınız; bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz ve yazarken nasıl bir iç hesaplaşma yaşadınız?

Yazmamı Yılmaz vasiyet etmişti zaten. Fakat bu bir vasiyet olmasaydı da yine yazacaktım. Zaman zaman ara versem, kimi zaman tamamen bıraksam da bir şekilde hep yazdım. Dolayısıyla epey vakit de kaybetmiş oldum. Kimi zaman yaşadıklarımla yüzleşmekten çekindim, yeniden yaşayıp üzüleceğimi düşündüm. Kimi zaman yazmaktan bunaldım, bıraktım ama hiç vazgeçmedim. Çünkü yaşadıklarımızı 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde yüz binlerce kişi yaşamıştı. Ortak kederlerimiz ve acılarımız vardı. Tüm bunları paylaşmak istedim.

Kitabın ismine de değinelim isterim. Aslında hikâyesi Tuncel Kurtiz’in başrolde oynadığı ve Yılmaz Güney’in çektiği son film olan Duvar’a dayanıyor. Bu isme nasıl karar verdiniz?

Yılmaz ilk etapta düşündüğü bu ismi filmine koymadığı için çok üzülmüştüm. Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun ismini çok sevmiştim çünkü bende pek çok çağrışım uyandırıyordu. Toplumsal ve bireysel olarak birçok baskıya maruz kaldığımızı düşünüyorum. Herkes başkalarının değer yargılarıyla yargılanır. Toplumca sahiplenilen, birçoğu yanlış saptamalar vardır; insanlar düşüncelerine göre ayrıştırılır, değerlendirilir, cezalandırılır. Bir olayı veya bir kişiyi değerlendirirken iyi ve kötü izafidir, kişiye göre değişiklik gösterir. Bu yüzden hepimiz birçok olumsuzluğun içinde sıkışıp kalmışızdır. Sanki kafesteki kuşlar misali tutsağızdır. Bu isim tüm bunları ifade ettiği ve bana özgürlüğü çağrıştırdığı için tercih ettim.

Yılmaz Güney ile Fatoş Güney. Cezaevi görüşmesi (solda), Arkadaş filminin çekimlerinde, Akhan Köyünde (ortada), Fatoş Güney'in hamilelik günlerinde (sağda).

Kitabın kapağındaki fotoğrafta başınız Yılmaz Güney’in omzunda, elleriniz onun avuçlarında… O fotoğrafın çekildiği an, yaşamınızdaki hangi günlere denk geliyor?

O güzel fotoğraf İmralı Yarı Açık Cezaevi’nde bir görüş günü çekilmişti. Yıl 1979 idi. On altı yıllık beraberliğimizin bir yılı askerde, on yılı hapishanede geçmişti. O fotoğraf aramıza parmaklıkların girmediği ender anlarımızdan birini gösteriyor.

Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun’a sadece bir anı kitabı dememek lazım belki de... Sizin Yılmaz Güney’le tanıştıktan sonra Çukurova’da gördükleriniz, hapishane ve sürgün yıllarında yaşadıklarınız aynı zamanda bir Türkiye panoraması da sunuyor. Bu kitapta özellikle genç okur Türkiye yakın tarihine yönelik neler bulacak?

Genç okurlar Türkiye’nin çalkantılı otuz yılını ve darbeler tarihini bulabilirler kitapta. 27 Mayıs İhtilali’nin hemen ardından hazırlanan ve “özgürlükler anayasası” olarak anılan anayasanın geçerli olduğu dönemde Yılmaz Güney’in kısacık bir hikâyesinden nasıl hapisle cezalandırıldığını okuyacaklar örneğin. Yılmaz 12 Mart döneminde de öğrenci derneklerine yardım ettiği ve liderlerini evinde sakladığı gerekçesiyle on beş yıl cezayla yargılanarak iki yıl iki ay askerî cezaevinde tutuldu. Sonrasında da 12 Eylül geldi. Bu kez yazdıklarından ötürü yüz yıl istemiyle yargılanıyordu ki, hapishaneden kaçarak ülkesinden ayrılmak zorunda kaldı. Üç darbede de bedel ödedi. Tüm bunları okurken Türkiye’nin hiçbir zaman gerçek anlamda demokrasiyle tanışmadığını ve o kaotik ortamın asla dinmediğini detaylarıyla görebilecek okurlar. Dolayısıyla bugün hâlâ düşüncelerinden dolayı insanların hapishanelerde olduğu gerçeğiyle geçmişi karşılaştırarak hiçbir şeyin neden değişemediğine dair iz sürebileceklerini düşünüyorum.

"On altı yıllık beraberliğimizin bir yılı askerde,
on yılı hapishanede geçmişti..."

Yılmaz Güney, karşılaştığı sansüre, aldığı hapis cezalarına ve içinde bulunduğu zorlu koşullara rağmen üretmekten asla vazgeçmiyor. Senaryolarında otobiyografik yaşanmışlıklara, Türkiye insanına ağırlık veriyor ama filmleri, aldığı ödüller yurtdışında da büyük ses getiriyor. Onun sinemasını bu denli etkili kılan neydi sizce?

Onun yurtdışında tanınmasına ve ilgi görmesine neden olan şey, toplumsal gerçeklerden hareket etmesi ve yerelden evrenseli yakalamasıydı. Otuz sekiz tane ulusal ve uluslararası ödülü var. O dönemlerde, Türkiye’nin ilkel denebilecek şartlarında türlü zorluklarla çekiği Umut, Sürü, Yol gibi filmleri kült filmler arasına girmeyi başardı.

Biraz en başlara dönecek olursak… Kalabalık ve birbirine bağlı bir ailede dünyaya geliyorsunuz. Babanız Türkiye’nin ilk sanayicilerinden. Farklı kültürlere, inançlara sahip insanların bir arada yaşadığı Moda’da büyüyor ve İtalyan Ortaokulu’na gidiyorsunuz. Bu çeşitlilik sizin yaşamınızda nasıl bir etki yarattı?

Çokkültürlü bir çevrede yetişmiş olmak ve yabancı bir okulda okumuş olmak birçok yönden olumlu etkiliyor kişileri. Dünyaya bakışınız değişiyor, ufkunuz genişliyor; yeni ve değişik insanlar tanıyor, onlardan yeni şeyler öğreniyorsunuz. Kişiliğinizin oluşmasında geliştirici oluyor.

“İstanbul’un silueti tamamen değişti.
Kuşaklar arasında kopukluk ve belleksizlik yaratıldı.”

Kitapta eski Beyoğlu’nda yatılı okuduğunuzdan, Emek Sineması’nda filmler izlediğinizden, Markiz Pastanesi’nde çiçek desenli fincanlarda çay içip milföy yediğiniz günlerden de bahsediyorsunuz. Özellikle değişen çehresinin ardından eski Beyoğlu’nu, o günleri özlüyor musunuz?

Geçmiş özleniyor… Fakat Türkiye’de her şey o denli vahşice yok ediliyor ve değiştiriliyor ki! Örneğin adı geçen Markiz Pastanesi’ni son gördüğümde bir “fast food” dükkânına dönüşmüştü. İçim burkuldu. Geçmişten hiçbir şey bırakmaksızın ezip geçiyorlar her yeri. Yine Beyoğlu’ndaki İnci Pastanesi’nin yerinde yeller esiyor, hakeza Emek Sineması’nın… İnsanlar okudukları okulları, gittikleri sinemaları yerinde bulamıyor. İstanbul’un silueti tamamen değişti. Artık Kalamış’tan huzur alamazsınız. Kuşaklar arasında kopukluk ve belleksizlik yaratıldı. Yeni nesiller geçmişe saygı duyamıyor. Nasıl duysunlar? Bir geçmiş yok ortada ve ne yazık ki dünyayı kendilerinden ibaret saydıkları için tüketmeye, yok etmeye devam ediyorlar.

Yılmaz-Fatoş Güney ve Küçük Yılmaz, İmralı Yarı Açık Cezaevi, görüş günü.

Değişen yerel yönetimle birlikte, farklı semtleriyle aşkınıza ev sahipliği yapan İstanbul ile ilgili beklentileriniz, istekleriniz neler?

Şarkıda söylendiği gibi, “Yalnız bir semtini sevmek bile bir ömre bedel” denen İstanbul semtleri yok denecek kadar az kaldı. İstanbul her şeye rağmen dirense, hâlâ güzel olsa bile, sosyal yapı geri dönülemez şekilde değişti. 1950’lerde gayrimüslimlerin gidişi, takiben 1960’larda başlayan göç ve ortaya çıkan, görmezden gelinen sosyal sorunlar bazı şeyleri onulmaz şekilde değiştirdi. İstanbul’u kültürel zenginliğiyle, yaşama biçimleriyle bir dünya şehri yapan gayrimüslimlerin gitmesinin bu şehrin dokusunu bozduğuna inanıyorum. ‘90’lı yıllarda ise zorunlu göç olgusu bu şehrin yoksullukla savaşını ifşa etti. Aslında İstanbul’un değişimi Türkiye’nin yüzyıllık sorunlarını da içinde barındırıyor. İstanbul’un değişiminin ele alınması tezlere, kitaplara konu olabilecek kadar derin bir mesele. Demokrasiye kavuşmuş bir Türkiye hayali aslında İstanbul’un da hak ettiği tüm değerlere kavuşmasının önünü açacak. Her şey birbiriyle ilintili diye düşünüyorum.

Yılmaz Güney sizinle tanışmasını bir milat kabul ediyormuş. Sizin yaşamınız da onunla tanıştıktan sonra bambaşka bir yöne evrildi kuşkusuz. Yılmaz Güney’le tanışmadan önceki ve tanıştıktan sonraki Fatoş’u değişen ve değişmeyen yönleriyle bize nasıl tarif edersiniz?

Yılmaz Güney’i tanıdığımda 16-17 yaşlarındaydım. Dünyadan habersiz, cam bir fanusta yaşıyordum. Kafesteki küçük bir kuş gibiydim. Ailem tarafından çok fazla korunuyordum. Yaşadığımız Moda semtinin dışında kalan dünyayı bilmiyordum. Aile çevresi ve okul arkadaşları dışında insanları tanımıyordum. Çocukluk masallarımda hep iyi insanlar yaşardı. Kötülük nedir bilmezdim. Ama iyi bir aile görgüm vardı, en iyi okullardan birinde eğitim alıyordum. İlk defa bir kitap okudum ve hayatım değişti. Bu kitap Yılmaz’ın bana verdiği Boynu Bükük Öldüler romanıydı. Orada Çukurova’yla ve oranın insanlarıyla tanıştım. Evlendikten sonra Umut filmini çekmek için bu kez gerçekten indik Çukurova’ya. Artık her şey capcanlı gözlerimin önündeydi. Sarsıldım ve bir bilinç sıçraması yaşadım. Artık dünyaya başka bir gözle bakıyordum.

Yılmaz Güney sizi yazmanız için teşvik ederken bir gün film çekebileceğinizi de söylüyor. Onun hayatını beyazperdeye aktarmak ve bu işi bizzat üstlenmek gibi bir düşünceniz var mı?

Onun ardından film çekmeye hiç yeltenmedim. Bugün de çekmek istemem. Çünkü önce eğitim şart ilkesine inanırım ama çekilecek bir film olursa şayet, danışmanlığını mutlaka ben yapmak isterim. Bir film projesi var, kitaptan yola çıkan bir senaryo olacak. Eğer istediğimiz şartlarda anlaşamazsak, tüm sorumluluğu üstlenerek filmi imece usulü çekmeyi düşünüyorum. 

 “Yılmaz’ı bugüne kadar yüzü hiç görülmemiş,
isimsiz birinin oynamasını tercih ederim.”

Yeni nesil oyunculardan kimleri beğeniyorsunuz? Yılmaz Güney’i kimin oynamasını isterdiniz?

Yeni nesilden yetenekli genç oyuncular var, yönetmenler var. Yılmaz’ı bugüne kadar yüzü hiç görülmemiş, isimsiz birinin oynamasını tercih ederim.

Fatoş Güney, Elia Kazan, Yılmaz Güney ve Tuncel Kurtiz.

Tüm gençliğinizi, yaşamınızın en güzel yıllarını Yılmaz Güney’e adadıktan sonra onun kaybıyla nasıl başa çıktınız? Sizi hayata bağlayanlar kimlerdi, nelerdi?

Başa çıkabilmek ilk önceleri çok zordu. Ölümü ne kadar bilseniz de karşılaştığınızda baş edemiyorsunuz. Yılmaz’ın ölümü çok zamansızdı ve çok büyük bir darbe oldu bize. Bizi sürgünde seven, koruyan dostlarımız oldu tabii ki. Ama yine de yalnızdık. O kadar zorluktan, çekilen onca acıdan sonra insanın yüreği bir ödül bekler ya! Sürgünde de olsak Yılmaz ailesiyleydi, hep birlikteydik. Sinema için gerçekleştirecek projeleri vardı, birlikte yapacaklarımız, düşlerimiz… Ama olmadı. Sonuç büyük bir hayal kırıklığıydı. Neyse ki oğlum vardı. Beni en çok hayata bağlayan da oğlumdu.

Son olarak, Yılmaz Güney size yazdığı bir mektubunda, “Benim memleketimde mutluluk daha çiçek açmamış bir ağaçtır. Çünkü benim memleketimde mutluluk tohumu toprağa düşmemiştir” diyor. Aradan geçen 36 yılın ardından Türkiye’nin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Maalesef mutluluk tohumları hâlâ yeşermemiştir. Türkiye layık olduğu gerçek demokrasiye henüz kavuşamamıştır. İnsanlar hâlâ düşüncelerinden, söylediklerinden ötürü cezaevlerinde, sürgünlerdedir. Yılmaz Güney’in filmleri gösterilememekte, hapishanededir. Eğer yaşasaydı, kendisi de bunları söylediği için bugün hapishanede olurdu.