Tanıklığı imkânsız kılan, anlamı yok eden, dile gelmeyen felaketi tahayyül edebilmemizi sağlayacak bir temsil mümkün mü? Daha önemlisi, felaket nasıl temsil edilmeli?
11 Mayıs 2017 14:00
Felaketin temsil krizi özellikle eşsiz bir vahşet deneyimine yol açan 20. yüzyıldan bu yana tanıklık edilen savaş, katliam, soykırım gibi felaket olaylarıyla tartışılır oldu. Son yüzyıllarda tanıklık edinen felaketleri önceki yüzyılların estetize edilerek anlatılmış felaketlerinden farklı kılan neydi? Epik bir anlatıya sığdırılamayan, dile getirilemezliğe yol açan nasıl bir deneyimdi? Walter Benjamin, Birinci Dünya Savaşı sonrasında cepheden dönenlerin dilsizleşmelerini, deneyimleri bakımından yoksullaşmalarını hiç de şaşırtıcı bulmadığını söyler; “çünkü deneyim hiçbir zaman, stratejik deneyimin siper savaşı, iktisadi deneyimin enflasyon, bedensel deneyimin mekanik savaş, ahlakî deneyimin iktidar sahipleri tarafından boşa çıkarıldığı bu dönemdeki kadar yalanlanmamıştı.”i Kitlesel imha yöntemlerinin kullanıldığı savaşlarla, enformasyonla, işlevsiz bırakılan bellekle birlikte deneyimler yoksullaştı. Ölümün yaşamın dışına atıldığı, sadece bir enformasyona dönüştüğü modern çağda yoksullaşma yaşamın her alanına işledi ve ortak yaşam düşüncesini ortadan kaldırdı. Dolayısıyla öncekilerden farklı, vahşi bir deneyimdi dilsizleştiren. Böylesi dilin sınırlarını aşan ve “tanığı olmayan” olarak adlandırılan felaket deneyiminin edebiyatta, sanatta temsil edilip edilemeyeceği veya nasıl temsil edilmesi gerektiği son zamanlarda sık tartışılan bir konu. Bir yanda felaketin temsilinin imkânsız olduğunu söyleyenler ve yine de bu imkânsızlığı aşma yolunu arayanlar, diğer yanda ise bu iddianın abartılı olduğunu ya da her şeye rağmen bir temsil imkânının olduğunu söyleyenler yer alıyor.
Marc Nichanian anlatılması mümkün olmayan felaketin temsil olanağının izini sürer. Edebiyat ve Felaket adlı kitabında yalnızca edebiyatın felaketten söz edebileceğini söyler. Bu, felaketin edebiyatta gösterilebileceği anlamına gelmemektedir. Nichanian’ın deyişiyle “yalnızca edebiyat felaket hakkında bir şeyler söyleyebilir.” İnsanlık dışı, olağanüstü bir deneyim insanî bir dille anlatılamaz. Bundan dolayı yazara göre edebiyat böyle bir anlatıyı ancak olumsuz bir dille ve dilin sınırlarını keşfederek ifade edebilir.ii Felaket bir sınır deneyimi olduğu için dil de sınırlarda gezmelidir, felaketin kırık dökük kelimelerle, yer yer sessizlikle anlatılması mümkündür. Yani felaket, imkânsızlığı deneyimleyen bir dilsel edimle tahayyül edilebilir.
Öte yandan, Nichanian’a göre işkencelerin, tecavüzlerin, cinayetlerin, bu dehşet anlarının ayrıntılı yansıtıldığı tanıklık anlatıları her ne kadar toplumda farkındalık yaratmaya katkıda bulunsa da felaketi anlatamazlar; çünkü “felaket gaddarlıkların toplamı değildir”iii Kısaca, felaketi, ne tanıklık ne de şiddet pornografisine dönüştürülmüş edebî tanıklıklar anlatabilir. Bu, temsil imkânsızlığını da tanıklığın doğasında bulunan imkânsızlığa bağlar.
Tanıklık imkânsızdır; çünkü felaket, tanığı insanlık dışına atar, saf dışı bırakır, benliğini parçalar, söz bütünlüğünü bozar.iv Bunun için Nichanian hayatta kalanların anlatılarının felaket hakkında fikir vermesinin mümkün olmadığını söyler. Giorgio Agamben ise farklı bir açıdan bakar tanıklığın imkânsızlığına. İtalyan düşünüre göre, tanıklık tam da öznelliğin yok edildiği, konuşmanın olanaksız olduğu yerdedir.v Dibi görmüş, ölümü deneyimlemiş olanlar tam tanıktır. O hâlde gerçek tanıklar hiçbir zaman tanıklık etmeyen ve edemeyenlerdir. Tanıklık konusunda Auschwitz’i deneyimleyen Primo Levi de benzer bir şey dillendirir: “Yineliyorum, bizler, biz hayatta kalanlar gerçek tanıklar değiliz,” “Sonuna kadar götürülmüş yıkımı, tamamlanmış eylemi kimse anlatmamıştır, tıpkı kimsenin dönüp ölümünü anlatmadığı gibi. Eğer kâğıt kalemleri olsa boğulanlar tanıklık etmeyecekti; çünkü onların ölümleri bedensel ölümlerinden önce başlamıştı. Tamamıyla bitip tükenmeden haftalarca ve aylarca önce gözlemleme, hatırlama, olanları değerlendirme ve dile getirme yeteneklerini kaybetmişlerdi. Onlar adına, onların yerine bizler konuşuyoruz.”vi
Gerçek tanıkların yazgısını anlatmaya çalışan Levi, yazarak tanıklık edebilsin diye başkasının yerine hayatta kalmış olabileceği düşüncesinden acı ve rahatsızlık duyar. Buna karşın ahlakî sorumlulukla her fırsatta tanıklık etmeye devam eder, ayrıca insanın yok edilişinin tümüyle anlatılamayacağının ve tanıklığa içkin boşluğun farkındadır. Yıkımı anlatırken bir şeylerin hep eksik kaldığını hisseder. Öyle olsa dahi, Levi dilden yoksun olan gerçek tanıklardan izler taşır. Tanıklık, onun ölenler adına konuşurken felaketi anlatmanın imkânsızlığını hissettiği yerde eksik bir dilde yer alır.
Öte yandan tanıklığı imkânsız kılan, anlamı yok eden, dile gelmeyen felaketi tahayyül edebilmemizi sağlayacak bir temsil mümkün mü? Daha önemlisi, felaket nasıl temsil edilmeli? Felaketin temsil edilemezliğini savunan Jean François Lyotard bu imkânsızlığı Kant’ın yüce kavramına göndermede bulunarak açıklar. Kant’ta yücelik, aklımızı ve anlamlandırma yetimizi aşar, tarif edilemezdir. Lyotard için felaket de imgelemin yetersiz kalmasıyla yücedir; temsil edilemezdir. Düşünülebilir olanı aşan olayları, sunulamazı kaydetmek ise yüce sanata özgüdür.vii Demek ki yüce bir deneyim olan felaketi imgeleştirmek, estetik bir kurguyla ifade etmek anlamı olmayan felakete anlam yüklemekten öteye gitmez.
Auschwitz’in veya diğer felaketlerin anlatılamaz, yazılamaz, sunulamaz olarak kodlanması, felaketlere yücelik atfedilmesi, Agamben’in dediği gibi felaketlere, benzersiz olan Auschwitz’e bir kutsallık atfetmez mi? “Neden soykırıma gizemli bir saygınlık bahşedilsin?” Soykırımın görkemine katkıda bulunmamak, bir tanrıya tapar gibi sessizce tapınmamak için Agamben şöyle der: “Biz dile getirilemez görkeme gözlerimizi dikmekten utanmıyoruz -üstelik şeytanın kendi hakkında bildiklerini bizim de kendi içimizde kolayca bulabileceğimizi keşfetme pahasına olsa bile.”viii
Lyotard’ın söz ettiği temsil edilemezliği abartı olarak gören Jacques Rancière için temsil edilemezliğin ileri sürülmesi sadece belli bir formda, istisnai duruma uygun bir dilde temsil edilebilecek şeylerin var olduğunu göstermesi ile ilgilidir.ix Yani temsil imkânsızlığı, felaketin olağan estetik bir dile sığmadığı ve felaketin olağanüstü durumuna uygun bir dil ve sanatsal araçlarla temsil edilmesi anlamına gelir.
Rancière, Claude Lanzmann’ın Shoah filmi etrafında dolaşan temsil edilemezlik söyleminin hangi anlamda kullanıldığını da sorgular; çünkü filmin, soykırım olgusunun sanatsal bir sunumunun yapılamayacağını öne sürmediğini, daha çok bu sunumun cellatların ve kurbanların kurgusal olarak canlandırılmasıyla verilebileceğini yadsıdığını söyler. Temsil edilecek olan, cellatlar ile kurbanlar değildir, Yahudilerin ortadan kaldırılması ve ortadan kaldırılmalarının izlerinin ortadan kaldırılması, yani bir çifte ortadan kaldırılma sürecidir. İşte bu, temsil edilebilirdir. Geçmişi yeniden yaşatmaya çalışan bir kurguyla değil, burada ve şimdi söylenen bir söz ve kurguyla temsil edilebilir.x
Shoah filmi tanıklığın imkânsızlığını, felaketin anlatılamazlığını ortaya koyar. Felaket, döneme tanıklık etmiş toplama kampları, boş araziler ile tanıkların anlatıları arasında bir çelişki yaratılarak yansıtılır. Tanıkların deneyimledikleri dehşet anlarının tekrarlı bir kurgusuna yer verilmez. Temsili sadece vahşetin gösteriminden ve taklitten ibaret saymaz.
Jean-Luc Nancy’nin dediği gibi, temsil bir simulakrum değildir; orijinal şeyin yerini almaz, bir şeyin sunumudur.xi Dolayısıyla temsil tekrar değildir. Her şeyden önce Nancy de Auschwitz’de temsil alanın paramparça edildiğini, temsili yasaklayan şeyin kampın kendisi olduğunu belirtir. Nancy’ye göre “en korkunç imgeleri göstermek her zaman mümkün; fakat katilin hareketini yeniden yaratmak dışında imgenin her olasılığını kimin veya neyin yok ettiğini göstermek imkânsızdır. Bu bakımdan temsili yasaklayan şey kampın kendisidir.”xii Nancy bu imkânsızlığa “yasaklanmış temsil” adını verir. Ancak bu yasaklama sanat eserlerinin üretiminin yasaklanmasıyla ilgili değildir.xiii
Felaketi birebir yansıtabilecek bir temsilin imkânsız olduğunu söyleyebiliriz. Belki de felaketin gerçekliğine az çok yaklaşabileceğimiz temsiller mümkündür. Bu temsilleri gerçekleştirmenin yolu ise sadece yaşanan acıların, dehşetin sıralı bir şekilde kurgulanmasından, bir şiddet gösteriminden geçmez. Felaketle yüzleşmiş, felaket hakkında yazmış Maurice Blanchot, bu yolun bizi ölüme yaklaştıran edebiyattan geçtiğini düşünür. Paradokslar içeren kurgusal ve parçalı yapıdaki yazılarıyla felaketin gerçekliğine bir nebze de olsa yaklaşmaya, imkânsızlığı aşmaya çalışır.
Blanchot’un tanıklığından yola çıkıp bir kurgu çerçevesinde ele aldığı Ölüm Ânım adlı eseri yazarın ve ailesinin Fransa’da İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından kurşuna dizilmekten son anda kurtuluşunun anlatısıdır. Ölümle yüz yüze gelme ânı, ölmeden ölmeyi deneyimlemek yazara ölümü, yaşamı ve varlığı sorgulatır.
“Gelgelelim silahtan kurşunun henüz çıkmadığı fakat çıkmak üzere olduğu o anda, orada, nasıl yorumlamam gerektiğini bilmediğim– yaşamdan arınma mı, sonsuzun açılması mı?- bir hafiflik hissi kalmıştı geride mutluluk da değil, mutsuzluk da. Korkusuzluk gibi de değil, belki şimdiden öteye bir adım. Biliyorum; bu çözümlenemez his, onda varoluştan geriye ne kalmışsa değiştirdi, böyle düşünüyorum ben. Sanki dışarıdaki ölüm bundan böyle yalnızca ondaki ölüme gelip taslayabilecekti. ‘Hayattayım. Hayır, sen bir ölüsün’.”xiv
Dile gelmeyen dehşet anlarını anlaşılır kılmak, hissettirebilmek için sanki daha çok söze, uzun uzun betimlemelere ihtiyaç duyulur. Belki gereksiz bir çabadır bu, sözcüklerin kifayetsiz kaldığı yerde. Blanchot Ölüm Ânım'da çok söze ihtiyaç duymamış, yazıda yalın ve sessiz bir anlatımı tercih etmiştir. Anlatıya “Ölümün bizzat kendisi tarafından ölmesi engellenmiş genç bir adam- henüz ölmesi engellenmiş genç bir adam- Anımsıyorum” sözleriyle giriş yapan Blanchot, birinci şahıs ile üçüncü şahıs anlatıcılığı içinde gezinir. Başkasının yaşadıklarını anlatır gibidir. Bu, ölümle karşılaşmadan önceki “ben” ile sonraki “ben” arasındaki yabancılıktır; artık felaketten sağ kurtulan edilgen, bedene hapsolmuş bir varlık konumundadır. Böyle bir varlık tecrübesi ve hafızası arasında kopuş yaşar. Bununla beraber tanıklık etmenin imkânsızlığı da anlatının son cümlesinde yer alır: “ Bütün bir geriye kalan, ölümün ta kendisi olan o hafifleme hissidir, ya da daha doğrusu bundan böyle daima muallâkta kalacak olan o ölüm ânımdır.”
Felaketin yarattığı travma ile özne edilgenleşir, zaman algısı altüst olur, acı dile gelemez, gelse bile dağılmış bir dile sığdırılabilir. Blanchot’un Nietzche’nin parçalı yazı formunda yazdığı “felaket yazısı” da böyle bir deneyimi anlatır. Emmanuel Levinas, felaket sözcüğü ile Blanchot’un ölümü veya mutsuzluğu ifade etmediğini, daha doğrusu varlığın varlığa çakılı kalmışlığını ve bir yıldıza yapılan göndermeyle tüm kozmolojik varoluştan koparacak bir felaketi (désastre) imlediğini söyler.xv Désastre yıldızdan –astre’dan kopma anlamındadır. Bu sözcükle Blanchot, toplama kamplarına ve Yahudilerin soykırımına göndermede bulunur.xvi “Tarihin mutlak olayı” olarak gördüğü Holokost’un zamansallığı ve anlamı yok ettiğini düşünür. Öyleyse felaket birbiriyle ilişkisi koparılmış parçalı, sessiz yazıda yankısını bulabilir.
Ölümün haysiyetinin yok edildiği dönemlerden birinin tanıklığıdır Geri Dönüşü Yok. Adını 1915 felaketinden hayatta kalan Ermenilerin Nansen pasaportuna vurulan “avdeti caiz değildir” yani geri dönüşü yasak damgasından alır. Vahram Altounian’ın 14 yaşındayken ailesiyle birlikte “Brusa”dan başlayıp “Der Sor”a kadar süren ölüm yolculuğunu anlattığı güncesi gizli kaldığı çekmeceden yıllar sonra kızı Janine Altounian tarafından keşfedilmiş.
“Bizi arabiya bindirip araba yola çıkdık, Hamam denilen yere 6 sahat sonra Hamam’a vardık. Bide baktık açlıktan çekirge yiyorlar, ölenler ise ölen ölene. Hasılı biz cadırı kurduk ama ne fayda hayriim çok fena oldu, kalkamaz oldu. Biz ise tekrar 2 kardaş 2 sahatlık yerden odun getirip geciniyorduk. İnsanlar ise cekirge bitdi, aclıkdan ölen eşeklerin etini yemiye başladılar. Sefkiyat ise durmiyor. Tekrar bizim cadırı yokdılar. 'Hayde sefkiyat' dediler.
“Validem ise: 'Hastamız gayet ağır hastadır aman rica ederim bu seferkinde duralım, gelecek sefer gideriz' dedi.
“Onnar ise: 'Vay sen cevap veriyon' deyip hayriimin kafasına vurmaya başladılar.
“Validem ise: 'Aman ona vurma bana vur' dedi.
“Birkaç sopa valideme yerleşdirdiler, bırakıp kitdiler başka cadırlara. Fakat ne fayda ağır bir hastaya sopa vurursan ne olur. 6 gun sonra, hayriimin vefat etdiyi gun tekrar sefkiyat. Tekrar meyriimi dövmeye başladılar da biz iki kardeş ahliyoruz ama ne fayda elimizden bir şey gelmes ki, onnar köpek surusu gadar. Mayriime diyorlar ki:
“'İşte hastan öldü.'
“Mayriim cevap verdi: 'Öluyu gömelim de öyle gidelim'
“'Yok herkes ne yapıyorsa siz de onu yapın' dediler.
“Herkesin yaptıhı şudur ki bırakıp gidiyorlar ertesi gece çakallar parcaliyor.”xvii
Vahram Altounian’ın güncesi Blanchot’un Ölüm Ânım anlatısı kadar sessiz, sade ve kısa. Altounian, birçok tanıklık anlatısının aksine, yaşadığı dehşet anlarının ayrıntılı tasvirini yapmamıştır. Ölümün son durağı olan Der Zor, acının dile getirilemeyişini kanıtlar nitelikte kelimelere dökülememiştir.“Ağır bir hastaya sopa vurursan ne olur” diyen Altounian, babasının ölümünü anlatırken de sessiz kalmış, zulmü duygusal gelgitleri olmayan bir dille anlatmıştır. “ Felaket gaddarlıkların toplamı değildir” diyen Nichanian’ın sözünü doğrular gibi, tecavüz, yağma ve cinayetleri es geçmiştir. Bu yönüyle ölenlerin mahremiyetine duyulan bir saygı gizlidir güncede. Aynı zamanda yıkımın gerçekliğine sözcüklerden çok, sessizlikle, yalınlıkla yaklaşıldığını hissettirir.
Altounian, Felakete (Ağed) dair ayrıntılara, yoruma yer vermez. Felaketi sadece kendisinin ve ailesinin başına gelmiş gibi anlatan Altounian’ın felaketi duyurmak, ispatlamak amacı da bulunmaz. Peki, öyleyse Altounian niye yazdı? Kime yazdı? Régine Waintrater güncenin bir bellek görevini yerine getirmenin yanında, bir yaşam mirası, vasiyetname olduğunu belirtir. Çünkü Altounian bizlerden çok, yazıldığı dönem dünyaya gelmeleri bir olasılık olan çocuklarına, torunlarına seslenmiş, yaşadıklarından yazılı bir iz bırakmak istemiştir. Belki de Fransa’da yaşayan kardeşlerinin duymaktan çekindikleri ama yine de dinlemek istedikleri zulmü anlatmak istemiştir.
Her ne için yazılmış olursa olsun Altounian’ın, Blanchot’un, Levi’nin ve nice tanıkların anlatıları felaketten izler taşıyan birer vasiyettir. Ve her felaket anlatısı sessizliğin sınırına dayanır, bütünlüklü bir ifadeye sığmaz, benliği yok edilmiş tanığın parçalanmış dilinde şekillenir. Yine de belleği canlı tutarak iktidara karşı direnir. Bundandır ki dile getirilemezi dillendirmek gerekir, sadece geçmişteki felaketin bir hatırlanması olarak değil, “bir daha asla” yaşanmaması için, şimdiye ve geleceğe dair bir sorumluluk olarak.